9
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
1520
Okunma
“Fırtınadan da korkmaz mısınız?”
Deniz üzerinde patlayan havadan, fırtınada karayı görememekten ya da görüp de istemediğim bir yakınlıkta olduğunu farketmekten korkarım. Barometrenin başaşağı gidişinden, ana direğin çatırdamasından, dalga güvertenin üzerini yaladıktan sonra bir kişinin eksik olmasından da korkarım. Korkarım korkmasına da denizde değilim. Açılacak teknem yok. Tekneyi geçin, bir botum bile yok. Yıllardır güverteye ayak basmadım. Hal bu iken fırtınadan korkmam gerekirmiş gibi gelmedi.
“Peki ya fırtınada kalmış şu ağaçlardan?”
Biliyorum ki literatürde arborafobi diye bir kavram var: ağaçlardan korkma durumu. Ağaca çıkıp düşmekten değil, basbayağı ağaçtan korkmaktan bahsediyorum. Bir ara, gençlik yıllarımda, ben de buna yakalandığımı düşünmüştüm. Bu korkumu karanlık bir kış akşamı, benim gibi yeni yetme kuzenlerimle seyrettiğim Evil Dead adlı korku filmi ortaya çıkarmıştı. Filmde uyuyan Karanlıkların Efendisi uyandırılıyor, sözü geçen efendi de ağaçların bir kızın ırzına geçmesini sağlıyordu. Her ne kadar bu sahnenin etkisi fazla sürmediyse de bugün hala ağaçtan sarkan bir sarmaşık görsem o kış akşamına geri dönerim.
Dönüp bahçeye baktım. Evet, ağaçlardan başka bir şey görünmüyordu. Evet, ağaçlardan sarkan sarmaşıklar vardı. Ama Evil Dead 35 yıl öncesinde kalmıştı. Niye korkmam gereksin ki?
“Bir de şu gözle bakın. Bunlar loblolly çamları. Boyları otuz metreye varıyor. Bir fırtınada devrilseler sadece sizin evi değil, komşununkini de götürürler. Bu durum sizi endişelendirmiyor mu?”
Bu loblolly çamlarından komşunun bahçesinde de var. Onunkilerden biri devrilse demek ki benim ev de gidecek. Bir an önce komşumla bu konuyu konuşmalı, şu çam meselesini halletmesini söylemeliyim.
“Peki ya sizin bahçenizdekiler?”
“Az önce dediğiniz gibi. Benim evimin yanı sıra komşununkini de yıkacaklar.”
“Evet?”
“Kendi evim gitmişken komşununkinin derdine mi düşeceğim?”
“Beyefendi, anlatamıyorum. Öncelikle sizin eviniz gidecek. Sigorta yaptırmazsanız sokakta kalacaksınız.”
Umutsuzca çevreye bakında. Büfenin üzerindeki çerçeveli resimleri görünce.
“Bakın” dedi, “karınız var, çocuğunuz var. Bu ağaçlar devrilmesi yüzünden onların kış vakti sokakta yatmasına izin mi vereceksiniz?”
“Karımla kızımı merak etmeyin. Onların tuzu kuru; hiç bir şeycikler olmaz onlara.”
“Niye olmasın ki beyefendi? Birlikte yaşamıyor musunuz yoksa?”
“Tabii ki yaşamıyorum. Niye birlikte yaşayayım?”
Anlamadan yüzüme baktı. Parmağımdaki alyansımı kontrol etti. Resimlere tekrar göz attı. Arkasını dönüp yemek masasının yanında duran oyuncak ata baktı. Açık kapıdan görebildiği oturma odasının çocuk kitapları ve bulmaca parçalarıyla kaplı halısını seyretti. Sonra bana dönüp sordu:
“Nasıl yani?”
“Çok basit. İki yıl önce her ikisi de bir araba kazasında öldüler. Baptist kilisesinin mezarlığında yatıyorlar. Çamlardan korkacak halleri yok.”
Yaka kartı olmasa adının Dennis Haysbert olduğunu hatırlamayacağım sigortacı bey ayağa kalktı, yemek masasının üzerine yaydığı broşürleri topladı, sunumunda kullandığı dizüstü bilgisayarını çantasına koydu ve hiç bir söylemeden çıkıp gitti.
Ben de yemek masasında oturduğum sandalyeden kalktım, fincanıma biraz daha kahve koydum ve cam kenarına gidip en yakındaki çamı seyretmeye başladım. Çok geçmeden, birkaç saat sonra bir sincap yukarı doğru tırmanmaya başladı.