- 842 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Şık Necip
Babam, ( Ufaklık, madem büyüdün ortaokula gideceksin, o zaman hazırlan sana bir takım elbise alalım) dediğinde şaşırdım. Çünkü bu, beni yalvartmadan, kendi rızasıyla alacağı ilk elbise alacaktı. O, daha odayı terk etmeden ben bahçe kapısına ulaşmış, bekliyordum.
Mağaza çıkışında, beni şöyle bir süzdü. Kemerimi, kravatımı düzenledi ve (Vay be ufaklık, bu halinle Şık Necibi bile geçtin) dedi. Çocukluğumdan beri bana ne zaman iltifat etse şımarır, bin bir türlü taklit yapar onu güldürürdüm. Bu iltifatından sonra da, yeni elbisemi sergilemek için manken edasıyla etrafında kasıla kasıla turlamaya başladım. Ta ki, (Yeter artık maymun) dedirtene dek. Ardından devam etti, (Hazır çarşıya gelmişken, benim biraz işlerim var. Sen, yeni elbiselerini kirletmeden doğru eve gidiyor, üzerini hemen değiştiriyorsun. Haydi bakalım) ve ayrıldık.
Yol boyunca rastladığım tüm tanıdıklar ağız birliği etmiş gibi hep Şık Necip muhabbeti yaptılar. Zaten kendimi bildiğimden beri bu kasabada kim yeni bir elbise giyse hep aynı şeyi söylerlerdi.
Bahçe avlusunu geçip kapı önüne geldiğimde, girişte ki özensizce birikmiş ayakkabılardan annemin bir hayli misafiri olduğunu anladım. Sesler salondan geliyordu. Kimselere görünmeden üst kattaki odama çıkıp, babama verdiğim söz üzere giysilerimi değiştirdim. Yeni elbiselerimi katlayıp düzenli bir şekilde dolabıma yerleştirdim.
Bu arada alt katta yükselen sesler, babamın da eve geldiğini işaret ediyordu. Artık ben de aşağıda olmalıydım. Merdivenlerden inerken babamı, teyzelerimin karşıladığını görünce, misafirlerimizin kimler olduğunu anladım. Çocukluğumdan beri anları ne vakit görsem, yanaklarım sızlar. Güya seviyorlarmış. Hayır, teyzelerim bir tane, iki tane olsalar insan katlanır. Beşi birden, aynı hareketi yaptıklarında insan dayanamıyor. Ama her şeye rağmen onları çok seviyorum. Gerek bir birilerine eşit kısa boyları, gerekse aşırı kilolu ve dilbaz olmaları, onların, herkes tarafından da sevilmelerine sebep oluyordu. Beni gördüklerinde (Demek evdeydin, yanımıza gelmedin öyle mi?) diye sitem ediyorlar, ben ise yanaklarımı kaptırmamak, biraz da büyüdüğümü ima etmek için (Hoş geldiniz) deyip yalnız elimi uzatıyorsam da yanaklarımı sıkılmaktan kurtaramıyordum. Bu arada, annemin, (Yemek hazır herkes sofraya) çağrısıyla hepimiz mutfağa yöneliyor, sandalyelere yerleşiyorduk. Yemek servisi tamamlandığında, yüksek sesli konuşmalar, yerini çatal bıçak seslerine bırakıyordu. Babam, bir ara anneme dönüp, (Hanım) dedi. (Gelirken Bakkal Rıfkı ya uğradım. Şık Necip dönmüş) Annem, (Ya demek öyle, bunca yıldan sonra ha?) Babam devam etti, (Dönmüş dönmesine de, ince hastalığa yakalanmış diyorlar) Babamın bu son cümlesi üzerine, masadaki çatal, bıçak seslerinin bir anda kesildiğini fark ettim. Neler oluyor diye başımı kaldırdığımda, herkesin bakışlarını büyük teyzeme yönelttiğini gördüm. Büyük teyzem ise olanlara kayıtsız bir tavırla yemeye devam ediyordu. Birkaç lokmadan sonra kaşığı ağız hizasında durdu. Tekrar denediyse de başaramadı ve yavaşça kaşığını tabağına bıraktı. Bir süre hareketsiz kaldıktan sonra, bir açıklama yapacakmış gibi kesik öksürüklerle boğazını temizledi. Konuşmayı denediyse de hıçkırıklar izin vermedi. Bir anda ayağa kalkıp göz yaşları eşliğinde mutfağı terk etti.
Teyzemin ardından, sebebini bilemediğim sessizlik, bir süre daha devam etti. Olup bitenlere bir anlam vermeye çalışıyordum ki babanın, (Ufaklık! Bakkal Rıfkı’ dan bana bir soda kap, gel) İsteğiyle irkildim. Bir an, bu gergin ortanı bir taklit yaparak yumuşatma fikri aklıma geldi. ancak biraz düşününce, bu seferki yapacağım taklidin, kelimenin tam anlamıyla maymunluk olacağını anlayıp vazgeçtim. O buz gibi ortamdan kendimi dışarı attım. Olanlar, zihnimde bir hayli merak ve soruya neden olmuştu. Yol boyunca düşündüm.
Bakkal da, kalabalığı görünce çaresiz sıramı beklemeye başladım. Biraz zaman geçince kalabalığın alış veriş değil, kendi aralarında muhabbet ettiklerini anladım. Tam sodamı isteyecektim ki Şık Necibin ismi geçti ve susup bir süre onları dinledim. İçlerinden biri, (Vay be, bizde zavallı adamcağız için düğün hazırlıkları yapıyorduk) dedi. Bir diğeri, (Kiminle evlenecekti ki?) diye sordu. Adam, (Karşı sokakta oturan…) diyordu ki, önünde duran ve yüzü bana dönük olan adam, ona eliyle sus işareti yaptı. Beni kastederek, (Yeğeni burada) dedi ve ben, küçük teyzelerimin evli olduğu halde büyük teyzenin neden hâlâ bekar olduğunu o zaman anladım. Bu sırada, bakkal beni fark edip tezgahına geçti. Tam ne istediğimi soracaktı ki ben ondan hızlı davranıp (Bakkal amca, ince hastalık ne demek?) diyiverdim. Bakkal, başını eğerek gözlüklerinin üzerinden bana şöyle bir baktı ve (Hayırdır küçük bey, sen bizi mi dinliyordun bakalım?) diye geçiştirmeye çalıştıysa da, ben sorumu yineledim. Bakkal, önce derin bir iç çekti ve (Evladım, ince hastalık; öbür dünyaya giden bir yolcudur. Kim ki onu arkadaş edinir, oda birlikte öbür dünyaya gider) Bakkalın, bu cevabıyla beni hâlâ çocuk yerine koyuyor olmasından hoşnut olmadığımı fark etmiş olmalı ki (Tamam tamam ilacı olmayan bir hastalıktır. Şehirdekiler ona “Verem” der. Şimdi söyle bakalım sen ne istiyorsun?)
Soda elimde oradan ayrıldım. Zihnimdeki soruların bir kısmına da olsa cevap bulmuştum. Ancak yıllardan beri adını duyduğum halde, Şık Necibi hiç bu kadar merak edip görme arzusuna kapılmamıştım. Eve döndüğümde, bıraktığım sessizlik hükmünü hâlâ sürdürüyordu. İçeri girdiğimde salon boştu. Herkes odalarına çekilmişti. Mutfağa yöneldiğimde yalnız annem ve babamın yemek masasında olduklarını gördüm. Babamın sodasını verip yarım kalan yemeğimi tamamlamak üzere sandalyeme oturdum.
Ezanlar okunmaya başlayınca babam ayağa kalktı ve anneme, (Hanım, ben camiye gidiyorum. Dönünceye kadar hazırlan. Şık Necibi ziyarete gidip bir helâllik alalım. Ne olur ne olmaz, ölümlü dünya) dedi ve ayrıldı. Ben de onlarla birlikte gitmeliydim. Lakin babam dünyada razı olmazdı. Geriye tek şey kalıyordu, babam eve dönünceye kadar, annemi razı etmek. Hemen harekete geçtim. Bir süre sonra annemle bahçeye indik. Kamelyada oturup babamın dönüşünü bekledik. Nihayet babam geldiğinde, annemle birlikte benim de kapıya yöneldiğimi görünce, (Ufaklık! Sen nereye? Evladım biz düğüne değil hasta ziyaretine gidiyoruz) dediyse de annem araya girip durumu düzeltti ve hep birlikte yola çıktık.
Eve yaklaştıkça heyecanım artıyordu. Yıllardır, adını duyup kendini görmediğim bu adamın, hayalimde kendiliğinden oluşmuş bir resmi vardı ve biraz sonra, bu resimle, gerçeğini karşılaştırma imkanını bulacaktım.
Babam, (Nihayet geldik) dediğinde, karşımda ardına kadar açık bir bahçe kapısı duruyordu. Tam kapı önünde, ziyaretten dönen tanıdıklarla karşılaştık. Babamla konuşmaları uzayınca, ben gayrı ihtiyari büyük kapıdan ağır adımlarla girdim. Önümde, bahçe içerisindeki eve uzanan, renkli taşlardan yapılmış ince bir yol uzanıyordu. Yolun her iki tarafına dikilmiş rengarenk güllerin refakatinde ana kapıya ulaştım. Bahçe kapısı gibi o da ardına kadar açıktı. İçeri girdim. Salonun tam ortasında durup etrafıma bakındığımda, salona bakan kapılardan yalnız birinin açık olduğunu fark ettim. Muhtemelen hasta o odada olmalıydı ve ben de ona yöneldim. Adımlarım ilerledikçe, odanın büyük bir kısmı görünmeye başlıyordu. Heyecanlıydım, çünkü birazdan Şık Necibi görecektim. Odaya birden girmeyi göze alamadım. Sessizce yaklaşıp odanın tamamını görebileceğim bir nokta aradım. İçeride büyükçe bir yatak, yatağın içerisinde, bir kolunu alnına koymuş göğüs hizasına kadar örtülü yatan biri vardı. Kapıya doğru baksa bile beni fark edemeyeceği bir yer seçip sessizce oturdum. Alnına koyduğu kolu, yüzünü görmemi engelliyordu. Sabırla beklemeye başladım. Bu arada babam, parmaklarıyla zaten açık olan kapıyı tıklatarak içeri girdi. Bu ses üzerine adam kolunu çekip kapıya doğru yüzünü çevirdiğinde, büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Şık Necip dedikleri bu adamın saçları yoktu! Kaşları, hatta kirpikleri dahi yoktu! Şaşırdım! Hemen odayı terk edip kendimi dışarı attım.
Bir süre sonra babamlar da dışarı çıktı. Hayretim biraz dinmiş olsa da hayal kırıklığım hâlâ devam ediyordu. Hep birlikte eve dönmek üzere yola koyulduk. Yıllardır hayalimde oluşturduğum o’ yakışıklı, Şık Necip resmi, adeta eriyip, çerçevesinden akmıştı. Artık onun adını duyduğumda, hayalimde boş bir çerçeve belirecekti.
Uzun bir süre sessizce yürüdük. Bir ara; babam, anneme (Bu hastalık işte böyle bir şey hanım. Adamın, yalnız saçını değil kaşını, kirpiğini dahi döküyor) dediğinde, içimden hay Allah! dedim. Desene biz adama haksızlık etmişiz. Demek saçları hastalık yüzünden dökülmüş. Ardından babam devam etti, (Fark ettin mi hanım? hâlâ odası mis gibi gül kokuyordu. İçeri girdiğimizde ayağa kalkmaya çalıştı. Bu haldeyken bile pijaması ütülüydü. Bu adam kadar nazik temiz ve titiz bir insan bu dünyaya bir daha gelir mi? Bilemiyorum) dediğinde ise, hayalimdeki boş çerçevenin, yeniden ve daha şık bir Necip resmiyle dolduğunu fark ettim. Usulca babama sokulup elini öptüm. Babam, (Hayırdır ufaklık? Bayrama daha çok var) dediğinde ise (Farkındayım babacığım) dedim, (Farkındayım)
Eve döndüğümüzde salonun lambası yanıyordu. Annem, memnun bir ifadeyle, (Nihayet, kızlar odalarından çıkmaya karar vermişler) dedi. İçeri girdiğimizde durumun hiçte öyle olmadığını gördük. Tüm ısrarlara rağmen büyük teyzemin kapısını açtırmayı başaramamışlar. Bir delilik yapmış olmasından korktuklarını söylediklerinde, bizi de bir telaş sardı. Bu durumu ciddiye almayan tek kişi babam olmalıydı. Çünkü yatmak üzere odasına çekilmişti. Bu arada annem, teyzelerime, ( Sakin olun. Ben şimdi gidip onu getireceğim) dedi. Önce mutfağa gidip içerisinde yiyecekler olan bir tepsiyle birlikte merdivenlere yöneldi. Uzunca bir süre dönmelerini bekledik. Ancak annem elindeki tepsisiyle yalnız döndü. Bundan sonra ne yapacakları konusunda bir süre tartıştıktan sonra, babamdan yardım istemek konusunda anlaştılar. Gerektiğinde, kapının kırılması dahi vardı.
Bu noktada ben bir şans istedim. Teyzemin beni kırmayacağına inandığımı söyledim. Onlar da kabul ettiler. Merdivenleri çıkıp odasının kapısına ulaştığımda bir süre düşündüm. Yapacağım konuşma kapıyı açtırmasa dahi, onun hayatta olup olmadığını anlamama sebep olacak, her hangi bir emareye yada sese vesile olmalıydı. Bu noktada, taklit işe yarar mı? diye düşünürken aklıma bir muziplik geldi ve hemen uygulamaya koydum.
Güya küçük teyzelerime konuşuyormuşum gibi yüksek bir sesle sözlerime başladım. Teyzelerimi kasten, (Zaten siz aşktan ne anlarsınız ki? Kapınıza ilk gelen kişiyle kalkıp evlendiniz! Koyun seçer gibi seçtiler sizi! Ama büyük teyzem sizin gibi mi? O, kişilik sahibi, seçilmedi kendi seçti tamam mı? Kendi seçti!) dedim ki içeriden, uzun süre elini ağzına kapatıp gülmeye direnen bir insanın nihayet patlaması gibi bir kahkaha duyuldu. Kapı henüz açılmamış olsa da en azından hayatta olduğunu anlamış ve bir nebze rahatlamıştım. Şimdi sıra planın ikinci kısmındaydı. Amaç; kapıyı açtırmak. Öyle bir konuşma yapmalıydım ki kurduğum cümleler yaşımdan büyük olmalıydı ve bu konuşma beni, teyzemin şahsında güvenilir biri kılmalıydı. Kısacası her tür maymunluk serbestti ve konuşmama başladım, (Hani bilirsin teyze; bir bardak, yüzlerce damla su alır. Ancak bir damla vardır ki o bardağı taşırır. İşte akşam yemeğinde senin yaşadığında böyle bir şeydi. Madem diyorum bu bardak taştı, neden beni içeri alıp her şeyi anlatmıyor, bu bardağı tamamen boşaltıp rahatlamıyorsun?) Kapı, yavaşça aralandı, eliyle omzumdan tutup beni içeri çekti, (Seni gidi büyümüş de küçülmüş adam seni, neler de bilirmişsin sen) dedi ve yanağımı okşadı. Yüzü her ne kadar gülüyor olsa da, gözlerinde hâlâ yaş izleri vardı. Yatağının üzerindeki fotoğraf albümünden etrafa yayılan resimleri görünce, bu odada ne kadar sıkıntılı zamanlar geçirdiğini anlıyordum. Resimlerin bulunduğu yöne baktığımı fark edince, onları toparladı, albümüne yerleştirip, yastığının altına koydu. Bu arada halının üzerine düşmüş bir resim daha vardı. Eğilip aldım. Muhtemelen yırtmayı denemiş olmalıydı, resim bir hayli kırışıktı. Onu olabildiğince düzeltip ona uzattım. Resme şöyle bir baktı ve (Bu kim biliyor musun?) dedi. Resimde benim yaşlarımda bir erkek çocuğu vardı. Tanıyamadığımı söyleyince, ( O, Şık Necip) dedi. Hazır bu konu açılmışken, (Teyzeciğim, şu Şık Necibin bizim aileyle olan ilişkisini baştan sona bir anlatsana, lütfen.) dediğimde, (Çok uzun be ufaklık, usanmaz mısın?) dedi, ısrar ettim, (İyi, dinle o zaman) dedi ve uzunca bir nefes aldıktan sonra allatmaya başladı, (Babam öğretmendi. Hafta sonları evde kalırdı. Arkadaşlarının genellikle erkek çocukları olduğu için, onlar kendi çocuklarıyla arkadaş olup vakit geçirdiğinden, babam yalnız kalır, sıkılırdı. Annen dahil, babamın altı tane kız çocuğu vardı. Erkek çocuğu olmadı. Elbette babam, bunu sorun yapmayacak kadar olgun ve tefekkür sahibi bir insandı. Lakin burası küçük bir kasabaydı. İnsanların yarısı geçimini çiftçilikten kazanıyordu. Erkek çocuklarının bu işlerde daha çok çalışmaları, erken yaşlardan itibaren ailelerine destek olmaları nedeniyle kız çocuklarından daha fazla rağbet görüyorlardı. Gerçi, babamın öğretmen olduğundan dolayı böyle bir sorunu yoktu. Ancak hafta sonu yalnızlıkları ve çevre baskılarının onu, bu yönde bir özlemin içine sürüklediğini hissediyordum.
Yine bir hafta sonuydu. Bahçede kahvaltı için hazırlanıyorduk. Babam, elinde taşıdığı büyükçe bir kutuyu arabasına yerleştirmeye çalışırken eşyaların bir kısmını yere düşürdü. Yere düşenler arasında, büyük babamdan yadigar bir av tüfeği de vardı. En önce onu kaldırdı, sildi ve diğerleriyle birlikte arabasına yerleştirdi. Kahvaltı masasına geldiğinde, hepimiz bir açıklama yapacak mısın? der gibi ona bakıyorduk. O da, hafta sonları sıkıldığını, kahvaltıdan sonra avlanmak için kasaba dışına çıkacağını söyledi. Nihayet bizlerde meraktan kurtulmuş olduk. Böylece, babamın av serüveni de başlamış oldu.
Aslında, babamın tüfeğiyle bir hayvana kıyabileceğine inanmıyordum. O her şeyden önce bir öğretmendi. O mizaçta biri değildi. Herkes, onun bu gidişini avlanmaya yorsa da ben, onun herkes gibi arkadaşlık edebileceği bir erkek çocuğunun olmayışına saplanıp kaldığını, bu duygudan kurtulmak için avlanmayı bahane ederek, kendini dağlara, tepelere vurduğunu biliyordum. Artık her hafta sonu avlanmaya gidiyor, arada bir tavşan getirdiği de oluyordu. Her ne kadar kendinin vurduğuna inanmasam da.
Bir akşam, yemek hazırlıkları için mutfakta çalışıyorduk. Kapı zili çaldığında, babamın, okuldan dönme saati olduğunu fark edip kapıyı açtım. Yanında senin yaşlarında bir de misafiri vardı. Birlikte doğru mutfağa yöneldiler. Babam, mutfağın kapısını açtı ve (Hanım, size, öğrencilerimden Necibi tanıştırayım. Necip, tahsilini tamamlayıp mesleğine kavuşuncaya dek bizimle birlikte yaşayacak. Bahçedeki küçük evi temizleyip düzenleyin. Yemek saatleri dışında Necip orada kalacak, dinlenecek, derslerine, orada çalışacak) dedi ve ellerini yıkamak üzere lavaboya gitti. Kısa bir süre şaşkınlığın ardından, ben dahil herkes bu yeni misafire bakıyorduk. O da şaşkındı. Uçmak için açık bir pencere kollayan serçeler gibi tedirgindi. Annem, masadan bir sandalye çekip onu oturttu. Kendi de yandaki sandalyeyi çekip oturdu ve (Necip, evladım) dedi, (Sen, artık aileden sayılırsın. Şimdi rahat ol. Madem aileyiz, o zaman bir birimizi daha yakından tanımalıyız değil mi? Bize ailenden bahsetmek ister misin?) Necip, ( Efendim) dedi, (Ailem, kasabaya yakın bir köyde yaşıyor. Köyümüzde henüz okul yok. Babamın harçlık verdiği günler arabayla, vermediği günler ise yürüyerek buradaki okuluma gelip gidiyordum. Ailem, bana yol parası veremedikleri için üzülüyorlardı. Bir de annem, onca yolu yaya yürüdüğüm için kahroluyordu ve bu gün okula benim kaydımı sildirmek için geldiler. Sonra öğretmenim beni alıp buraya getirdi) Bu arada babam da içeri girdi.
Yemek sonrası salona geçtik. Babam, ( Evet Necip evladım, şimdi bahçeye in hem bir hava almış ol hem de yeni ve küçük evini bir dolaş. Bakalım beğenecek misin?) dedi. O, salonu terk ettikten sonra, hepimize hitaben bir konuşma yaptı, ( Bu gün ders molasında arkadaşlarla çay içiyordum. Giyimlerinden fakir ve köylü olduğu anlaşılan bir aile odaya girdi. Çocuklarının kaydını sildirmek istediklerini söylediklerinde üzüldüm. Çocuklarının ismini sorduğumuzda Necip dediler, şaşırdım. Çünkü o, en zeki öğrencilerimizdendi. Gerekçelerini sorduğumda, maddi imkansızlık dediler ve kesinlikle kararlı olduklarını gördüm. Göz göre göre bu zeki çocuğun harcanmasına gönlüm razı olmadı ve ailesine, eğer kabul ederseler, çocuklarının tahsilini bitirip mesleğine kavuşacağı güne dek onun tüm sorumluluğunu üslenmek istediğimi söyledim. Onlar da kabul ettiler) dedi ve ekledi, (Şimdi sizden isteğim, onunla bir an önce kaynaşmanız, misafirliğini hissettirmemeniz ve özellikle kızlar, onun, çamaşır, ütü ve yemek konularında titiz olmanız) Biz de, babamıza bu konuda söz verdik ve Necipli günler başladı.
Bahçedeki küçük evi onun için temizledik, düzenledik ve yeni evine yerleştirdik. Artık beş kız kardeş, kimimiz çamaşır, kimimiz temizlik, kimimiz ütü adeta onun hizmeti için yarışıyorduk. Zaman geçtikçe o da bize alışıyor ve daha iyi günler geçiriyorduk. Babamda mutluydu. Artık hafta sonları avlanmaya çıkmıyor, Necip’le birlikte kah bahçede kah sokakta vakit geçiriyordu. Ben, evdeki diğer kardeşlerimden büyüktüm. Babamın sürekli Necibe gösterdiği ilginin ne anlama geldiğini anlıyordum. Ancak küçük kardeşlerimin bu durumdan memnun olmadıklarını hatta onu kıskandıklarını dahi fark ediyordum. Bu durumu annemde fark etmiş olmalıydı ki, bir seferinde babamı, ( Bey, belki farkında değilsin ancak kızlarımız, Necibe olan aşırı ilgini kıskanıyorlar. Onları ihmal ettiğini düşünüyorlar. Bu ilgiyi dengelemeli ve onlara da hissettirmelisin) diye uyardığını hatırlıyorum. Buna rağmen babam, çocuklarına karşı ilgide, adaleti sağlayamadı. Bu durum, kızların yıl sonu getirdiği karne notlarına da başarısızlık olarak yansıyordu. Zamanla kızlar, birer ikişer okullarını terk etmeye ve karşılarına çıkan ilk kişiyle evlenip evden de kopmaya başladılar. Annemi de o dönemde kaybettik. Artık ailede üç kişiydik. Necip, babam ve ben.
Zaman zaman aramızdaki ilişkinin ne kadar özel ve narin olduğunu fark eder kaygıya kapılırdım. Necibin ayakta durması, hayatını kurtarması sadece babamın desteğine bağlıydı. Babamın ayakta kalması ise yedi kişilik ailesinden artakalan ben ve erkek çocuk hasretine mani olan Necip’e. Öbür taraftan, annemin yokluğunda, babamın kırıp döktüklerini arkasından toparlayacak birine ihtiyaç vardı, o da ben idim. Bu ilişki tepeden bir birlerine yaslı çadır direklerine benziyordu. Birinin çekilmesi durumunda, diğer ikisinin de yıkılması mukadderdi. Bu nedenle kaygılıydım.
Bu arada Necip, büyük bir başarı göstererek orta öğrenimini tamamlamış, yüksek öğrenim için şehre gitmeye hazırlanıyordu. Babam, hem hüznü hem de sevinci bir arada yaşıyordu) dedi ve bir süre sustu, (nasıl yani?) dedim. Devam etti, ( Hüzünlüydü, çünkü Katî olmasa da ondan, zaman zaman ayrı kalacaktı. Bu da hafta sonu sıkıntılarının tekrar başlaması anlamına geliyordu. Svinçliydi, çünkü Necip Hukuk okuyacak, Hakim olacaktı.
Aradan zaman geçiyor, Necip dönem sonu tatilleri için geliyordu. Bu gidiş, gelişlerde onun, babam için ne kadar önemli olduğunu fark edebiliyordum. O, geldiğinde, adeta yeniden doğmuş gibi oluyordu, seviniyordu ve nihayet bu gidiş Necibin son gidişiydi. Çünkü bu sefer okulunu bitirip hakim olarak dönecekti.
Babam, onun olmadığı günlerde tüfeğini alıyor, hafta sonları yeniden avlanmaya gidiyordu. O gün de öyle yaptı. Yolda rastladığı bir arkadaşı, (Öğretmen bey! Her seferinde elin boş dönmekten bıkmadın mı?) demiş, babamda buna içerleyerek, o gün karşısına ne çıkarsa, avlamaya karar vermiş. Nihayet pekte uzak olmayan bir ağacın altında bir tavşan fark edip tetiğe basmış. Ancak vuramamış. Kararlı bir şekilde takibe devam etmiş. Tavşan en sonu bir çalılığa sığınmış. O da, saklandığı çalılığa ardı adına ateş etmeye başlamış. Bu arada çalılıktan bazı sesler, iniltiler duymaya başlamış. Biraz dikkatlice dinlediğinde seslerin tavşana değil, bir insana ait olduğunu fark edip (Aman Allah’ım!) diyerek çalılıkların arkasına dolaştığında, gölgede dinlenmekte olan bir çiftçiyi vurduğunu anlamış. Yerde, kanlar içinde yatan adamı kurtarabilmek için elinden geleni yapmasına rağmen başaramamış. ( Yani çiftçi ölmüş mü?) dediğimde, (Evet ufaklık. Maalesef ölmüş. Ardından polis, jandarma derken ekipler, olay yerindeki delilleri toplayıp, babamı da, cinayet zanlısı olarak alıp götürmüşler) dedikten sonra, uzun sure sustu. Öyle yorgundu ki eğer devam etmeseydi, ısrarcı olmayacaktım. Ancak o, yeniden anlatmaya başladı, (Babamın, mahkemeye çıkartılması uzun sürdü. Mahkemede bunun bir kaza olduğunu defalarca söylediyse de kimseyi inandıramadı. Bir ara hakime, (Efendim bu bir kaza sonucu cereyan etmiş bir olaydır. Ben o çalılıklara sığınan bir tavşanı avlamak için ateş ettim. Bu nedenle, o çalılık bölgede o tavşanın cesedi olabilir. Son kararınızdan önce olay yerinin iyice araştırılmasını talep ediyorum) dediğinde, Hakim, bu konunun araştırılıp sonucunun mahkemeye sunulacağı ana kadar oturuma ara verdiğini açıklamış. Ne var ki tüm aramalara rağmen tavşanın cesedine ulaşılamamış. Mahkeme günü gelip çattığında artık babamın yapabileceği hiçbir şey yoktu. Mahkeme, bu sonuçtan sonra babamı, kasten adam öldürmekten ömür boyu hapse mahkum etti.
Bu olaydan sonra Necip’te kasabayı terk etti) dediğinde, büyük bir şaşkınlık yaşadım. Birincisi, onun, bu kazayla ne ilgisi olabilirdi? Diğer taraftan üzerinde bu kadar hakkı olan insanları nasıl terk edebilirdi? , (Ama neden?) dedim, (Böyle zor bir zamanınızda, destek olacağı yerde sizi nasıl terk eder?) gülümsedi ve (Gitmeliydi, çünkü babama, ömür boyu hapis kararını veren mahkemenin hakimiydi, Necip) O’ an dondum. Teyzem, öyle şaşkınlık yaratan açıklamalar yapıyordu ki artık duyduklarımın karşısında tepkisiz kalıyordum, (Necip mi? Yani hakim o olduğu halde babanız için hiçbir şey yapmadığını mı söylüyorsunuz?) Teyzem, (Hayır, hayır ufaklık sakin ol) dedi ve ekledi, (O, istese de babama yardım edemezdi. Eğer lehteki ve aleyhteki deliller bir eşitlik arz etseydi, eminim hakim olarak taktir hakkını babamdan yana kullanırdı. Ancak tüm kasabalı, ölen adamla, babamın, daha önceden de kavgalı olduğunu biliyorlardı. Yani her şey babamın aleyhineydi. Hakimde doğru olanı yapmıştı. Ayrıca onu, bu kararından dolayı taktir edenlerin başında babam geliyordu. Çünkü ona, çocukluğundan beri ilk öğrettiği şey dürüstlük ve adalet duygusuydu) dedikten sonra, ben, (Ama teyze…) dedim, sözümü kesti ve ( Bak ufaklık, sen hâlâ ona öfkelisin) diye uyarsa da ben devam ettim, (Hadi hepsi tamam diyelim. Böylesi zor bir gününüzde sizi bırakıp kasabayı nasıl terk eder? Bunu aklım almıyor) dediğimde, (Seni anlıyorum ufaklık. Ancak durum bildiğin gibi değil. Elbette kasaba halkı onu, babamın okutup hakim olmasını sağladığını biliyordu. Bu mahkeme kararının adil olup olmadığı konusunda onlarda ikiye bölünmüştü. Kasabalının yarısı, âdil davrandığını düşünürken diğer yarısı, onun babama ihanet ettiğini, ekmek veren eli ısırdığını düşünüyor ve onu bu yüzden rencide ediyorlardı. O da, baskılar artınca kasabayı terk etmek zorunda kaldı) Teyzem, Necibin haklılığı konusunda beni ikna ettiğini düşünse de, ben ikna olmuyor, aksine ona karşı öfkemi daha da büyütüyordum. Teyzeme, (Haydi bu da tamam diyelim) dedim ve devam ettim. (Madem O, bu kadar iyi biriydi, neden giderken senide yanında götürmedi? Seni bir başına nasıl terk edebildi?) dediğimde (Bak ufaklık, ona karşı olan öfkenin, beni kollamaktan ibaret olduğunu biliyorum. Emin ol, o, sandığın gibi kötü biri değil) dedi ve ben tekrardan, ( O zaman, seni neden birlikte götürmedi?) diye sorduğumda, yine şaşırıp kalacağım bir cevap verdi ve (Bak ufaklık) dedikten sonra, sanki devam etmekten vazgeçecekmiş gibi bir tavrın ardından, birazda isteksizce devam etti, (Necibin bize ilk geldiği günden beri ona hep ölçülü , mesafeli davrandım. Çünkü onu ilk gördüğümde çok etkilenmiş ve bu yaşamamam gereken hâli, ruhumun en derinine hapsetmiştim. Zaman geçtikçe bu tarifi mümkün olmayan duygumun ruhumda dal, budak sardığını fark etmiş ve onun, ailemizdeki konumundan dolayı, yasak bir duygu olarak, içimde ebedi saklama kararı almıştım. onun, (Lütfen benimle gel!) diye başlayan cümlesinin içerisinde, benim aradığım iki kelimelik sihirli cümle maalesef yoktu. Ben de kabul edip gitmedim) derken yanaklarından birkaç damla süzülmeye başladı ve o’ iki sihirli kelimenin ne olduğunu sorduğumda, (Evlilik teklifi) dedi ve zorda olsa devam etti, ( Eminim, bana ölünceye kadar bakardı. Eğer ona karşı hissettiğim duygularımı inkar edip onunla gitseydim, kendime olan saygımı kaybederdim. Beni anlıyor musun ufaklık?) Ardından o kocaman kadın, mektepli kızların hicabına denk bir tavırla başını öne eğip, çocuklar gibi ağlamaya başladı ve (Evet Teyzeciğim) dedim (Seni artık anlıyorum ve daha da çok seviyor, saygı duyuyorum emin ol) dedim ve bir birimize sarılmış halde, bir süre kaldık.
Derin bir iç çekişin ardından gözyaşlarını silen teyzem, zor da olsa hafif bir gülümsemeyle, (Eh ufaklık) dedi, (Aşağıdakileri daha fazla merakta bırakmasak diyorum ha, ne dersin? Artık odadan çıkma zamanı geldi. Haydi bakalım) ve aşağı inmek üzere odadan ayrıldık.
Merdivenlere ulaştığımızda annem ve teyzelerim hala salondaydılar. Bizi fark ettiklerinde hepsinin yüzünde buruk bir sevinç belirdi. Karşılamak üzere ayağa kalktılar. Bu arada teyzelerimin, bu başarımı kutlamak üzere ellerini ovuşturduklarını fark ettim. Öyle mutluydum ki nasıl olsa acıyı hissetmeyecektim. Yanaklarımı, cellatlarıma, kendi rızamla teslim ettim. Bu arada annem, büyük teyzemi kucaklayıp öptükten sonra, (Ah deli kız, karnın aç olmalı. Gel, biz seninle mutfağa gidelim) dedi ve birlikte mutfağa yöneldiler. Çok geçmeden ellerinde birer bardak çay ile göründüler. Yüzleri gülüyordu. Annem, salona ilerlerken, teyzemin bahçe kapısına yöneldiğini gördüm. Annem de durumu far etmesi uzun sürmedi ve ona, (Bahçeye mi çıkacaksın?) dedi, teyzem, (Evet abla. Bir süre yalnız kalmak istiyorum) Annem, bahçenin lambalarını yakmak üzere elini uzattığında, ( hayır!) dedi teyzem, (Onlara gerek yok) o, dışarı çıkınca, annem bir süre olduğu yerde durdu. Tedirgin olduğunu fark ediyordum. Yavaşça ona yaklaştım. Bana şöyle bir baktı ve, ( Ben bu kıza hala güvenemiyorum. Yürü evladım, şunun yanına git. Bir delilik yaparda Allah korusun. Yalnız, onu rahatsız edecek şeylerden kaçın) dedi, ben de merak etme diyip peşinden gittim.
Bahçe karanlıktı. Teyzemin bulunduğu kamelyayı adeta el yordamıyla bulabildim. Ay ışığı yardımıyla ancak onun suretini fark edebiliyordum. Geçip karşısına oturdum. Annemin, (Onu rahatsız etme) ikazı, galiba onunla konuşma demekti. Bir süre sessizce oturdum. Derken, teyzem, (Hayırdır ufaklık, yine Şık Neciple ilgili soru mu soracaktın?) dedi (Şey… teyze) dedim çekinerek, ( Seni sıkmış olmaz mıyım?) Teyzem, ( Olur mu canım. Hani biz arkadaştık?) ve ona uzun yıllardır merak ettiğim şu Necip denen adama, neden “Şık Necip” dendiğini sordum. Teyzem, önce gülümsedi ve (İlahi ufaklık, bunun cevabını biraz düşünseydin, eminim sende bulurdun) dedi ve devam etti, ( Necip, çok şanslı bir çocuktu. Düşünsene, beş kız kardeş onun hizmetindeydik. Onun çamaşırı, bulaşığı ve ütüsü için aramızda adeta yarış yapardık. Hele elbiselerinin ütülenmesi sırasında, biri, diğerinin yaptığı ütüyü beğenmez diğeri alır, onu diğeri beğenmez, diğerini, diğeri derken en son bana gelirdi. Ben de bir kontrol eder, muhtemelen beğenmez bir de kendim ütülerdim. Tabi bunca ütü ve koladan sonra bu elbiseleri giydiğinde çocuk, heykel gibi olur bir süre yürümekte bile zorlanırdı) dediğinde gülüşmeye başladık. Öyle ki ne o, ne ben gülmekten bir süre konuşamadık. Sonra devam etti, (Tabii ki bu durum okuldaki arkadaşlarının da dikkatinden kaçmamış ve ona, abartılı ütülerimizden dolayı “Şık Necip” adını takmışlar. Tabi oradan da kasabaya yayıldı) ardından, bu hâle bir süre daha güldük. Biraz sessizlikten sonra teyzem yine derince bir iç çekti ve ( Biliyor musun ufaklık? Er yada geç Necibin kasabaya geri döneceğini biliyordum) dediğinde, ( İyi de…) dedim (Madem biliyordunuz, akşam yemeğinde, babamın, Necip dönmüş dediğinde, neden o kadar tepki gösterip mutfağı terk ettiniz?) Teyzem,( Ben babanın, onun döndüğünü belirten cümlesinden sonraki cümlesine tepki gösterdim) (Neydi o ?) diye sorduğumda ( İnce Hastalık be ufaklık, İnce hastalık. Kim bilir beklide ondan önce ben ölürüm) derken, sesi titremeye başlamıştı ve ben annemin uyarısını hatırlayarak sustum,o da sustu.
Karanlıkta, sessiz ve hareketsiz karşılıklı oturuyorduk. Artık ya ay daha çok ışıtıyordu yada benim gözlerim karanlığa alıştığı için daha iyi görüyordu. Teyzemi daha iyi fark edebiliyordum. Bir ara, ondan belirli belirsiz iniltiler halinde sesler geldiğini fark ettim. Dikkatimi ona vermeme rağmen söylediklerinden yalnız üşüdüğünü belirten kelimeyi anlayabilmiştim. Daha sonra oturduğu yere uzandı. Hemen ayağa kalkıp etrafta üzerine örtebileceğim bir şeyler aradım el yordamıyla da olsa . Bulamayınca ceketimi çıkarıp üzerine örttüm. Bu esnada, teyzemin bir kolunun ıslak olduğunu hissettim ve üşümesine sebep olan şeyin o olduğunu düşünerek özellikle o bölgeyi örtüp içeriye, battaniye getirmek üzere gittim. Tam merdivenlerde annemle karşılaştık. Ben merdivenlere devam ediyordum ki annem arkamdan, ( Dur evladım dur! Buraya gel bakalım) dedi ve yanına gittiğimde telaşlı bir ses tonuyla, (Senin elin mi kanıyor?) dediğinde elime baktım. Elimde kan vardı ancak canım acımıyordu. Birden, teyzemin üzerini örterken hissettiğim ıslaklığı hatırlayıp, (Aman Allah’ım! teyzem!) dedim ( Anne, Teyzem!) ardından bahçeye koştum. Karanlıkta, annem ve teyzelerimde arkamdan, panik içinde, şuursuzca koşuyor, kamelyayı bulmaya çalışıyorduk. Öyle ki içimizden bazıları bu hengamede bir birine yada bir ağaca çarpıp yere düşüyordu ve hiç kimsenin aklına ışıkları yakmak gelmiyordu. Derken bu feryat ve kargaşa, babamın tüm ışıkları yakmasıyla biraz olsun düzene giriyordu. Kamelyaya her ulaşandan, (Kardeşim! Kardeşim!) feryatları yükseliyordu. En san babam yetişti. Hepimizi kamelyadan dışarı çıkardı ve (Telefonumu getirin!) diye bağırdı. Eve koştum. Telefonu vermek üzere kamelyaya döndüğümde, Teyzemi gördüm. Yattığı yerde kaskatı olmuş, yere sarkan kolundan akan kanlar, zeminde birikintiler oluşturmuştu. Oysa çok değil on dakika önce, Şık Necibin kolalı gömleklerine birlikte gülüyorduk. Aman Allah’ım! Biraz önce gözümün içine baka baka bir insan ölüyordu demek. Meğer, yorgunluk sandığım, cümlelerinin arasındaki o uzun boşluklar bu yüzdenmiş. Nasılda anlayamadım? diye düşünürken babam beni fark edip, telefonu aldı ve git, işareti yaptı. Kamelya dan çıktım. Bulunduğum yerden yalnız babamı görebiliyordum. Dikkatlice onu izlemeye başladım. Onun sergileyeceği tavırlardan, teyzemin durumu hakkında bir kanaat edinmeyi umuyordum.
Her çocuğun gözünde, baba güçlüdür, cesurdur, soğukkanlıdır ya? O güne kadar benim kanaatimde öyle idi. Ta ki bu olaya dek. Kamelyanın dışından, onun ellerinin titrediğini, dirayeti ve soğukkanlılığını nasıl yitirdiğini görebiliyordum. Yani o da korktuğunda titreyen, üzüldüğünde ağlayan, benim gibi bir insandı. Bu arada, biraz önce aradığı doktor da gelmişti.
Doktor, kısa bir muayeneden sonra babama dönerek o kötü haberi, başını iki yana sallamak suretiyle onayladı. Artık babamda ağlıyordu. Doktor, cesedin etrafında adeta bir şeyler arama telaşındaydı. Babam, ne aradığını sorunca ana, elini yukarı aşağı hareket ettirerek, sabırlı olmasını işaret etti. Bir süre sonra, (Evet, işte şimdi her şey tamam) dedi ve babama, ( Cesedin kolunda bir kesik vardı ve o kesici alette muhtemelen buralarda olmalıydı. İşte bak! Burada, yarısı kağıt peçete ile sarılmış bir jilet var. Ne bu jilete, nede buradaki başka bir şeye, ilgililer gelinceye kadar kimse dokunmamalı) dedi ve babamın koluna girerek onu da kamelyadan uzaklaştırdı. Yanımıza geldiklerinde, (Başınız sağ olsun. Acınız büyük. Ancak bu acınız yetmezmiş gibi gelen ekipler size, görevleri gereği şüpheli muamelesi yapacaklardır, hazırlıklı olun) diyordu ki, iki ayrı araçla, aralarında savcının da olduğu polis ve adli tıp ekipleri geldi. Ellerinde eldiven ve ağızlarında maskeleri olan ekip, savcıyla birlikte kamelyaya girerken, polisler bizim yanımıza geldiler. İçlerinde, üniforması diğerlerinden biraz farklı olan, daha sonradan komiser olduğunu öğrendiğimiz görevli, hepimize hitaben bir konuşma yaptı, (Evet, arkadaşlar; maalesef, hanenizde üzücü bir olay vuku bulmuş bulunmaktadır. Üzgün olmanızı bilmekle birlikte, görevimiz gereği bazı işlemleri yerine getirmemiz gerekiyor. Sizden beklenen, bizlere yardımcı olmanızdır. Bu nedenledir ki sizlere yeri geldiğinde sorularım, yeri geldiğinde de muhtelif açıklamalarım olacaktır. Şimdi; bu olay cereyan ettiğinde burada olup şu an aranızda olmayan biri var mı?) babam, şöyle bir bize doğru baktı ve, ( Yok efendim, herkes tamam) dedi. Komiser, (Güzel, şimdi, lütfen beni iyi dinleyin: Buradaki olayda bir insan hayatını kaybetmiş bulunmakta. Ancak ölüm nedenini henüz bilmiyoruz. Bu nedenle, ortada üç ihtimal var. Birincisi acaba kaza mı? İkincisi, acaba cinayet mi? Üçüncüsü, acaba intihar mı? İşte bunu henüz bilemediğimiz için olay anında burada bulunan herkesi, yani sizleri, bu olay sonuçlanıncaya kadar göz altında tutmamız gerekiyor. Biraz sonra arabalara bindirilip nezarethaneye götürüleceksiniz. Zorluk çıkarmayacağınızı umuyorum. Şu anda, kamelyada inceleme yapan ekip, birazdan topladığı delillerle birlikte, cesedi de alıp adli tıp morguna götüreceklerdir. Orada yapacakları otopsiyle, ölüm sebebini öğrenip bir rapor halinde bize göndereceklerdir. İşte bu raporun sonucuna göre, sizler hakkında işlem yapacaktır. Sonuçta, ya mahkemeye sevk olunacaksınız yada serbest bırakılacaksınız. Şimdi, lütfen herkes arabaya binsin) ve arabaya bindik. Diğer ekipte bizimle birlikte ayrıldı.
Bir süre sonra, gri, soğuk ve demir parmaklıkları olan genişçe bir odadaydık. Annem ve teyzelerim adeta olaylara kayıtsız, kardeşleri için ağlıyor, üzülüyorlardı. Babam, zaman zaman onları teselli etmek üzere yanlarına sokuluyor, metin olmalarını telkin ediyordu. Onlar biraz sakinleştiğinde ise, odaya ve parmaklıkların ardında uzanan boş koridorlara dalıp gidiyordu. Her şey ne kadar çabuk oluyor ve değişebiliyordu. Bir ara, yaşım küçük olmasına rağmen ne kadar çok başlayıp, biten şeylere şahit olduğumu düşündüm. Kim bilir dedim, ömrümün ileriki yıllarında beni daha neler bekliyor.
Bu arada koridorun sonundaki metal kapı, birkaç kilit sesinden sonra gıcırdayarak açıldı. Açanı fark edemesem de, betonda yankılanan ayak seslerinden birinin bize yaklaştığını hissediyordum. Çok geçmeden bir görevli memur, gazetenin arasına sarılı, yarıya kadarı yenmiş bir sandviçle kapımızda belirdi. Memurun, Kendi halinde, sakin, kayıtsız davranışları beni birden öfkelendirdi. Daha sonra, bu öfkemin ne kadar yersiz ve anlamsız olduğunu anlamıştım. Ne yani, teyzemin ölümüne o görevlide mi üzülecekti? Yiyeceğini kolunun arasına sıkıştırarak elindeki anahtarların arasından güç bela bizimkini buldu, kapıyı açtı ve ( Lütfen beni takip edin) dedi. Peşinden yürümeye başladık. Birkaç koridordan sonra, bitirdiği sandviçe sarılı gazeteyi, kapının yanındaki çöp kutusuna attı. Eliyle azını şöyle bir silerek önünde durduğu kapıyı tıklattı.
İçeri girdiğimizde komiser, penceresinin yanında duran bir çiçeği sulamakla meşguldü. Elindeki kabı yere bıraktı, çiçeğin sararan son iki yaprağını da aldıktan sonra bize döndü. Bakıp, biraz düşündükten sonra ( Ha! Evet, tabii ya, siz…) dedi ve masasına geçerek oturdu. Bir süre arandıktan sonra bir kağıtta takılıp kaldı. Ardından, sandalyesine yaslanarak, (Bu kağıt, otopsi sonucunu ilan eden bir rapordur. Bu sonuca göre akrabanız olan kişi, bileğindeki, kesiğe bağlı kan kaybı sonucu hayatını kaybetmiş olup, kişinin intihar ettiği sonucuna varılmış olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla, artık serbestsiniz. Sabah cenazenizi alıp defnedebilirsiniz. Başınız sağ olsun, gidebilirsiniz)
Komiserin, sanki müjde gibi bize verdiği bu habere sevineceğimizi düşünmüş olmalıydı. Zira sözlerinin sonundaki tepkisizliğimize hayretle baka kalmıştı. Çünkü biz, kendimizi unutmuş, teyzem için üzülüyorduk. Oradan ayrılıp eve vardığımızda, neredeyse tüm kasabanın, durumu haber alıp bizde topladığını gördük. Bizi gördüklerinde üzüntümüze ortak olabilmek için ne gerekiyorsa yapıyorlardı. Kimi bir şeyler yememiz gerektiğini telkin ederken kimide şefkatle bizi kucaklıyordu. Bu durumun teyzemle olan ilgisini biliyordum. İnsanlar her zaman bir birilerine böyle davransa ne olur san ki diye düşündüm. Aynı kalabalık, sabahın ilk saatleriyle birlikte teyzemin cenazesini morgdan alarak, kasaba mezarlığına götürmek üzere yola koyuldu. Bizim aile fertleri kalabalığın içerisinde hemen fark ediliyordu. Üzüntüleri yetmezmiş gibi geceyi de nezarethanede geçirdiklerinden, adeta bir birilerine tutunarak ayakta durabiliyorlardı.
Dini törenlerin ardından defin işlemleri de tamamlandı. Kasabalı tam mezarlığı terk ediyordu ki kalabalığın arkasından din görevlisinin sesi duyuldu, ( Sevgili kasaba halkı; defnedilmeyi bekleyen sahipsiz bir cenaze daha var. Lütfen ayrılmayın. Onu da defnedelim) ve kalabalık tekrar geriye döndü. O cenazede defnedildikten sonra mezarlıktan ayrıldık. Kalabalık, teyzem için o kadar üzüntülüydü ki ikinci cenazenin kim olduğunu bile sorma gereği duymadılar.
Mezarlık dönüşü ben, kalabalığın arkasında yürüyordum. Bir hayli arkamdan ise ikinci cenazeyi getiren birkaç kişi geliyordu. Aynı gurup, aralarında konuşmaya başladılar. Biri, (İşte, hayat dedikleri böyle bir şey. Sen, yıllarca oku, en yüksek mevkilere gel, yüzlerce insanla muhatap ol, senelerce hizmet ver ancak öldüğünde tabutunu taşıyacak kadar dahi insan olmasın) Yanındaki,, sitem dolu bir tavırla, (Eh kardeşim ne demişler, ne oldum deme ne olacağım de. Allah akıbetimizi hayır etsin) Onları zor duyuyordum. aramızdaki mesafeyi yakınlaştırmak için adımlarımı biraz yavaşlattım. Artık onları daha iyi duyuyordum. Lakin, sanki merakımı hissetmişler gibi ölen kişinin adını bir türlü zikretmiyor, söylenmesi gereken yerleri, adamcağız, zavallı gibi kelimelerle geçiştiriyorlardı. Merakım ve sabrım adeta içimi tırmalıyordu. Derken, adamlardan biri, ( Hatırlar mısınız? Bu adam çocukluğundan beri kendine bir evlat gibi kucak açıp yıllarca ona destek olan bir adama bile mühebbet hapis cezası verebilmişti) demişti ki adeta bedenim kilitlendi, olduğum yere yığıldım. Bu arada bana tamamen yetişen adamlar, bir şeyim olup olmadığını sordular iyiyim dedim. Tam arkalarını dönüp gideceklerken, onlara, elimden geldiği kadar sakin bir ses tonuyla, (Affedersiniz! Sizin cenazeniz kimdi?) diye sorduğumda, içlerinden biri, ( Ah evladım, onu kasabada tanımayan mı vardı ki? Ona “Şık Necip” derlerdi. Bildin mi?) dediğinde, ancak başımı sallayarak cevap verebildim, (Ne o delikanlı, bizimle gelmiyor musun?) dediklerinde, biraz dinlenme bahanesiyle, onlardan ayrıldım.
Biraz olsun kendimi toparladıktan sonra, tekrar dönüp mezarlığa gittim. Mezarlar, taze olduğu için hemen göze çarpıyordu. İyice yaklaştım. Onları, yan yana bir süre seyrettim. Aklımdan, aşk üzerine yazılmış, kulaktan kulağa dolaşan, herkesin, en az birini bildiği hikayeler geçiyordu. Hani? Sonunda bir birini seven aşıklar kavuşsa da, kavuşamasa da, öldüklerinde hep yan yana gömülürlerdi ya? İşte, bunlarda yan yana gömülmüşlerdi. Üstelik onları gömenlerin yarısı Şık Necipten habersizdi. Diğer yarısı da teyzemden. Yani onları yan yana gömenler, bunu bilinçli olarak yapmamıştı. Adeta ilahi bir el, onların böyle gömülmelerini sağlamıştı.
Bir seferinde teyzem, ( Bir gün Şık Necibin döneceğini biliyordum. Ancak ince hastalığı tahmin edemedim. Kim bilir, beklide ondan önce ben ölürüm) demişti. Ne yazık ki teyzem onu da bilemedi. Çünkü ikisi de aynı günde ölmüştü. Son olarak teyzemin kabrine yaklaştım. Çünkü ona sağlığında üzülür diye söylemediğim bir gerçeği söyleyecektim. (Teyzeciğim) dedim, (Dün gece, Şık Necibe karşı yasak duygular hissettiğini ve bunun karşılıksız olmasından korktuğunu söylemiştin ya? Aslında öyle değildi biliyor musun? Bakkal Rıfkı da konuşurlarken Şık Necibinde seni sevdiğini, seninle evlenmeye hazırlandığını duymuştum. Ancak o, ölümü bekleyen bir hasta olduğu için bu haberin gereksiz olduğunu düşünmüş ve sana söylememiştim. Beni affet) Oradan, her on adımımda bir dönüp onlara bakarak ayrıldım.
Eve yaklaşırken, bir yandan da evdekilerin Necip haberini duymamış olmaları için dua ediyordum. Kapıdan girdiğimde babam, merak ettiğini neden geç kaldığımı sordu ve eliyle yukarı çık işareti yaptı. Çok geçmeden kendide yanıma geldi. Ben tam daha, (Şık Necip) demiştim ki sus işareti yaptı ve (Evet biliyorum, ikinci cenaze, onun ki imiş. Lakin bunu ulu orta bir yerlerde söylememelisin evladım. Biliyorsun, zaten herkes üzgün. Bir de bu habere üzülmelerini istemeyiz değil mi? Hiç değilse birkaç gün onlara söylemeyelim. Anlaştık mı?) Elbette babam haklıydı. Ben de öyle yaptım.
İlerleyen günlerde Eniştelerim, birer ikişer geldi ve teyzelerimi alıp gittiler. Zamanla, annemin acısı da hafifleyince babam uygun bir dille olanları anlattı. O büyük bir metanetle karşıladı. Artık biz, bize idik ve hayat olağan akışıyla devam ediyor, günler su gibi akıp geçiyordu.
Bir gün annem, (Sofra hazır evladım babana haber ver) dediğinde, odasında olabileceğini düşünerek yukarı çıktım, yoktu. Eğer orada yoksa, şimdi bakmam gereken yerin neresi olduğunu çok iyi biliyordum. Bahçede olmalıydı. Her seferinde orada buluyordum. Camdan, bahçeye bir göz attım ve işte oradaydı.
Elinde. muhtemelen yanındaki ağaçtan kopardığı bir dal vardı . Diğer elinde ise her zaman yanında taşıdığı küçük bir çakı ve uğraşıp duruyordu. Babamın, rengi beyaz mı? Gri mi? Yoksa siyah mı olduğunu pek anlayamadığım bir kemeri, o kemere ekli, yine aynı renkte kılıfı olan küçük bir de çakısı vardı. Onu neden taşıdığını sorduğumda, kapalı kutuları açmak, kör düğümleri kesmek, gerektiğinde de çay kaşığı yapmaya kadar uzanan çok yönlü işlevlerinden dem vururdu. Ne zaman canı sıkkın olsa yada herhangi bir sorunu, bahçeye iner, kendisine en yakın ağaçtan bir dal koparır ve onu rast gele yontmaya başlardı.
Şimdide aynı şeyi yapıyordu. Oysa ailede uzun süredir sakin, olağan ve mutlu günler yaşanıyordu. O zama sorun ne idi? Bu merakımla beraber bahçeye indim. Bir tepki göstermesinden çekindiğim için olabildiğince uzağına oturdum. Göz ucuyla da onu izliyor, anlamaya çalışıyordum. Dikkatini bir heykel tıraş gibi yonttuğu dala vermiş olduğunu görüyor, bu sefer rast gele değil de amaçlı bir çalışma yaptığı zannına kapılıyordum ki, saatlerce yontup ortaya çıkardığı küçük bir kuş heykelini son bir darbeyle imha ediyor ve bir kez daha sorununun ciddi olduğunu ilan ediyordu.
Bu arada beni de fark ediyor ve, (Evet ufaklık, kasabada ki okulları bitirdin. Bundan sonraki tahsilini şehirde yapman gerekiyor. Söyle bakalım, bunun için hazır mısın?) dediğinde donup kaldım. Yani babam benim şehre gideceğime mi üzülüyordu? Onun bu sorusu üzerine ayağa kalktım. Duvarda yaslı duran bir çubuğu baston yapmak suretiyle, bir ihtiyar kişiliğine bürünüp, ona doğru yürümeye başladım. Bu arada ihtiyarlar gibi kesik, abartılı nefes alıp vermeyi de ihmal etmiyordum. Çocukluğumdan beri ailem taklit yeteneğimden hoşlanır hatta teşvik dahi ederdi. Onun yanına geldiğimde, yorgun, titrek bir sesle,( Ah evladım ah! Gençliğimizde bir yaşlı görsek, kalkar ona yerimizi verirdik. Oysa şimdi şu hale bak) babam elindeki dal parçasını atıp beni yakaladı ve ( Seni maymun seni ) diyerek beni kucaklayıp yere yatırdı. Bir süre onunla eskiden olduğu gibi güreştik. Nefes nefese kalınca ara verdik. Bu arada babamın yüzü yeniden asıldı. Benim şehre gidişimi gerçekten dert ediyordu. Biraz önceki sorusunu tekrarladı, (Soruma cevap vermedin ufaklık. Şehre gitmeye hazır mısın?) O an tam önünde, dirseklerimi, dizlerine dayayarak oturdum. Kafamı kaldırıp tam gözlerinin içine bakarak, (Ya siz? Annemle siz, buna hazır mısınız?) dediğimde, derin bir iç çekti. Gözlerini benden alarak, ufuklara çevirdi ve (bak ufaklık. Eğer bir insan Tanrı’ya inanıyorsa, kadere ve onun yazısına da inanmak zorundadır. Bizler, hep iyi olan hedefler peşinde koşar dururuz. Ancak o hedefe ulaşmakta vardır, ulaşamamakta. Hatta her şeyi kaybedip başa dönmekte. Bu üç ihtimalde meşrudur ve her şey onun taktiridir. Şimdiden, ilerisi için tasarladığımız şeyleri konuşuyoruz. Birkaç gün sonra okulun başlayacak ve mücadele edeceksin. Sonu ne olur bilemiyoruz. Hem, kim bilir, Belki bizde seninle birlikte şehre gideriz. Zaten bu kasabada acı hatıralarımızdan başka neyimiz var ki) dedi ve bir müddet sustu. Onun şehre gitmek niyetine inanmıyordum. Bu niyetini tam anlayabilmek için, (Ama baba, bir düşünsene; biz, o büyük acıları yaşarken tüm komşu , tanıdıklar hatta kasaba yanımızda oldular, acımızı paylaştı, yaramızı sardılar. Eğer bu acıları, kimseyi tanımadığımız büyük bir şehirde, tek başımıza yaşasaydık hiç ayakta kalabilir, dayanabilir miydik? Dolayısıyla bu insanlara borcumuz var ve bu borcuda ancak bu kasabada yaşayarak ödeyebiliriz. Öyle değil mi? Hem, ben şehre kalmaya değil okulu bitirip mesleğime kavuşuncaya kadar gidiyorum. Sonra döneceğim) dediğimde, (Evet ufaklık, Şık Necipte öyle demişti. Ancak geldiği gibi yeniden kasabayı terk etti) dediğinde gülümsedim ve ( Ama babacığım, ben hakim olmayacağım ki, ben mimar olacağım. Hanlar, hamamlar, köprüler yapacağım kasabamıza. Bu yüzden, kasabalı aksine buradan ayrılmamam için baskı yapar. Sen rahat ol) dedim ki, annemin beni bahçeye neden yolladığı aklıma geldi ve (Babacığım) dedim, (Size bu konudan daha önemli bir şey söyleyeyim, annem, yemeğe geç kaldığımız için ikimizi de cezalandıracak, hazır olun) ve sarmaş dolaş bahçeden ayrıldık.
Ertesi gün, nihayet, daha önceden kaydımı yaptırdığımız şehirdeki okuluma babamla birlikte ulaşmıştık. Kapı önüne kadar birlikte yürüdük. Bir ara, o durdu ve birlikte okul binasını seyre daldık. Tarihi bir yapı olduğu anlaşılıyordu. Oldukça vakur ve gösterişli. Uzun uzuzn seyrettik. Bir ara, (Eh ufaklık, böyle büyük bir okulda, hem de yüksek tahsil alacağına göre, sana artık ufaklık yerine, bundan böyle delikanlı dememiz gerekecek galiba öyle mi?) derken, gözlerinde yaslar belirmeye başladı. Bu duygusal anı dağıtmak için aklıma bir muziplik geldi ve bedenimi olduğundan büyük gösterebilmek için gerildim, boyumu uzatmak içinde parmak uçlarıma bastım. Daha sonra cebimden çıkardığım güneş gözlüğümü taktım, kasıntı bir tavırla yaka cebimdeki mendilimi de şöyle bir düzenledikten sonra, onun tabiriyle maymunluğa başladım (Evet) dedim, (Bayım, bundan böyle bana delikanlı diyebilirsiniz. Bence de uygun) yüzünde, hafif bir tebessümde olsa, güldürmeyi başarmıştım. Ve devam ettim (Şimdi, yolun karşısında nefeslenen, müze kaçkını arabana biniyor, küçük kasabanın tozlu yollarından selametle gidiyorsun. Haydi bakalım) dediğimde son bir kez daha sarıldı ve yolun karşısına doğru benden uzaklaşmaya başladı. Onun gidişini izlerken, yıllar önce Şık Necip ve Teyzemin kabrinden ayrılırkenki halimi hatırladım. Babam da benim gibi birkaç adımda bir dönüp, geriye bakıyordu. Arabasına binip uzaklaşmaya başladığında gözlüklerimi çıkardım. Çünkü o, artık göz yaşlarımı göremezdi. Kasıntı delikanlılığa da gerek yoktu. Ondan da sıyrılıp, yeniden ufaklık olmak, salya sümük ağlamak zamanıydı. Ağladım, hem de ağız tadıyla.
Okula, çevreye ve arkadaşlarıma alışmam uzun sürmedi. Bu aşamadan sonra günler daha hızlı akmaya başladı. Dönem sonunun nasıl geldiğini dahi anlayamamıştım. Artık bir yıllık aradan sonra, kasabamıza dönme hazırlıklarına başlamıştım. Ailemle uzun bir tatil beni bekliyordu. Sınıfımızda, aynı kasabadan bir de arkadaşım vardı ve babasının, onu almaya geleceğinden haberim olduğu için bizimkilere haber vermeyip, sürpriz yapmayı planlıyordum. Ve arkadaşımın ailesine ait araçla yola koyulduk. Yolda, tanıdık coğrafyalar belirmeye başladıkça heyecanım artıyordu. Buraları ne kadar çok özlemişim. Arkadaşım babasıyla muhabbet ederken ben, aracın camından dışarıyı seyrediyordum. Önümüzde son bir tepe kalmıştı. İleriki düzlükte, bizim kasabanın yol ayrımı başlıyordu. Yanımdakilere, buraları çok özlediğimi, ve buradan sonrasını araçtan inip yürümek istediğimi söylediğimde durdular. Teşekkür edip indiğimde, mis gibi bir orman havası ciğerlerime doldu. Yolun kenarından etrafı seyrederek yürüyor ve bu güzelliğin keyfini çıkarıyordum.
Artık düzlüğe inmeye başlamıştım. Yol kenarındaki çakıl taşlarının irice olanlarını tekmeleyerek kah şarkı söyleyerek ilerliyordum. Bir ara vurduğum taşlardan biri dank! diye bir metale çarptı, irkildim. Kafamı kaldırdığımda, karşımdaki yön levhasına çarptığını fark edip kendi kendime güldüm. Ardından da hayretler içinde donup kaldım. Çünkü bizim kasabamızı gösteren yön levhasının üzerinde “Şık Necip” yazıyordu, inanamadım! Defalarca okudum. Evet ya, bal gibide Şık Necip yazıyordu. Kasabaya doğru adımlarımı hızlandırdım. Bir tanıdığımızın, kasaba yolu üzerinde dinlenme tesisleri vardı. Beni tanıdılar ve soğuk bir şeyler içmem hususunda ısrar ettiler, kabul ettim. İçeri girerken işyeri levhasında, “Şık Necip Dinlenme Tesisleri” yazısı da gözümden kaçmamıştı. Kısa bir hasbıhalden sonra bu konuyu sordum.
İşletme sahibi, (Tabi ya, sen şehirdeydin. Nereden haberin olacaktı ki. Altı ay kadar önce, kasabamızda Belediye Başkanlığı için seçim yapıldı. Bizim Bakkal Rıfkı’ da adaylığını koymuş. Birkaç oy farkla da olsa, kazandı. Bilirsin, o, rahmetlinin en yakın arkadaşlarındandı. Onun ismini Meclis Üyelerine önerdiğinde kabul edilmiş. Kasabalıda evet deyince “Şık Necip” ismi ölümsüzleşmiş oldu. Üstelik onun anısına birde kitap yayınlattı) dediğinde, karmaşık duygular içindeydim. Ne mutluluk ne sevinç ne de üzüntü, hislerimin tam karşılığı olamıyor, net bir tepki veremiyordum. Bir tek şeyi iyi biliyordum. O da, yayınlandığını söylediği kitaba bir an önce ulaşmak, okumak. Bu duygular içerisinde oradan ayrıldım.
Kasaba meydanına ulaştığımda kafamı kaldırıp etrafa şöyle bir göz gezdirdim. Başımı hangi yöne çevirsem onun adıyla başlayan bir tabela görüyordum. Şık Necip Adliyesi, Belediyesi, Okulu, derken bir kitapçıya girdim. Parasını ödediğimde elime tutuşturulan kitabı alıp meydanda, onu okuyabileceğim bir mekan aramaya başladım. Bu arayış sırasında, elimde sıkıca tuttuğum kitaba hiç bakmıyordum. Heyecanım gittikçe artıyordu. Öyle ki kitabı tutan elim terden adeta sırılsıklam olmuştu. Nihayet, meydanın biraz ilerisinde, sakin bir kahvehane fark ettim. Gözlerden uzak bir masa seçip oturdum. İlk iş olarak elimde sıkıca tuttuğum ve terden dolayı, yazılarının silinmiş olmasından korktuğum kitabı, masanın üzerine koydum. Niyetim, kitaba şöyle bir göz gezdirmekken, çevirdiğim sayfanın, son sayfa olduğunu fark edince şaşırdım. Bu, hayatim boyunca bir seferde sonuna kadar okuduğum ilk kitap oluyordu.
Sevgili Okur; işte o kitap, şu an senin de son satırını okuduğun bu kitaptır! Sakin ol! Sevgiyle kal.
Metin Ceylan