- 734 Okunma
- 7 Yorum
- 2 Beğeni
O,110 YAŞINDAYDI...(2)
Öğle güneşi yerini ikindi güneşine bırakmıştı. Ayvalık tarafından esen imbat, biraz olsun yazın sıcağını almaktaydı. Deniz bugün de ılıktı. İmbatın dalgasında kendimi sırtüstü suyun üzerine bırakıp gökyüzünü kucaklamayı o kadar çok istiyordum ki…
Bakalım bu kez Türkmen ninemiz bana ne sürprizle gelmekteydi.
Titreye titreye gelmekte olan Gülsüm nineden gözlerimi ayırmıyordum. Onu daha net görmek adına güneş gözlüğümü alnımdan yukarı doğru kaydırdım. Yaşlı Türkmen kadının her iki elinde taşıdığı sepetin içine doğru uzanınca bakışlarım, çekirdeksiz sarı üzüm satacağını hemen anlamıştım. Sıcakta güçlükle nefes alıyordu. Belli ki yaşlı bedeni -sıcak kumlarda yürümekte zorlanıyordu, - yüz yılı aşkın bedenini taşıyamıyordu. Bir saat öncesi nane ve kekiklerini aldığım kadıncağız belki beni anımsadı, belki de özellikle yanıma gelmişti. Yine aynı ses tonuyla sordu:
“ Üzüm alcen mi?”
Sesimin tonuna biraz da kırgınlık, biraz da sitem yükleyip konuştum:
“Neden evine gitmedin Gülsüm Nine? Senden nane ve kekikleri boşuna mı aldım, sanıyorsun?”
“Gidemedim işte. Elime tutuşturuverdiler ya bunları.”
“Neden gidemedin be Gülsüm nine? Kim tutuşturdu o iki sepet üzümü sana? Yazık değil mi sana, hem de bu yaşta, bu sıcakta sahillerde dolaşıp duruyorsun!”
“ Gidemedim işte. Bizim köye gidecek pat pat (traktör) daha gelmemiş. Ahancık bu üzümler satılmadan obamıza gitmicezmişiz. Tutuşturuverdiler sat diye elime.”
“Kimler tutuşturdu ki?”
“Ahan oncağızlar. Bizim obanın köylüleri. “
Kızmıştım onlara, söylendim:
“Hiç öyle şey olur mu ya! Sen kendi malını sattın. Biraz da onlar gayret etseler ya. Yaşlı bir kadına bu kadar neden yüklenirler ki?”
Gülsüm nine önemsendiğinin farkındaydı herhalde. Yüzündeki derin çizgiler gülümseyince gerilmişti:
“ Öyle ama, ne etcen! Biz senin gibi satamadık nine, sen çabuk satıyorsun. Göttürüvercez seni ahan bunları satarsan, deyiverince bende tamam dedim.”
Ondan üzüm almayacağımı anlamış olmalı ki, yanımdan uzaklaştı. Güneşlenen diğer insanlara tek tek yaklaşıp; “Alcen mi? Vereyim mi?” diye mahzun bir yaşlı kadındı o. Zavallı Gülsüm nineye acıyan üzümleri alıyordu. Ben gibi düşünenlerin oluşunu görünce mutlu oluyordum, ama yaşlı kadının temmuz sıcağında sıcak kumullarda zar zor dolaşmasına da gönlüm el vermiyordu. Kim bilir daha kaç tur yapacaktı Altınkum sahillerinde, o yorgun bedeniyle.
--
Bu anımın üzerinden tam bir yıl geçmişti. Ona yine bir kış mevsiminde Edremit meydanında tesadüf etmiştim. Aylardan Ocak’tı. Kazdağı’nın ayazı jilet keskinliğindeydi. İnsanın soluğunu kesiyordu. Arada bir serpiştiren kar çoğu Edremitliyi mutlu ediyordu. Zira yirmi yıldır dağların dışında Kaz dağlarının kıyılarına kar yağmamıştı.
Çarşamba pazarına doğru Pazar aracımla ulaşmak üzereydim ki Gülsüm nineye gözüm ilişti. Bu kez onun çıra sattığına tanık olmuştum. Edremit’in en işlek caddesindeki kuru kahveci ve şekerleme satan dükkanın önünde oturmaktaydı. Yanına yaklaştım.
“Merhaba Gülsüm nine, nasılsın?” diye hatırını sordum.
Mavi gözleri bu kez kırmızıya çalmıştı. Çok halsiz görünüyordu. Üstelik sık sık öksürmekteydi.
“Ölcem galiba ben. Öksürüp duruveriyorum. Ölcem galiba ben!”
Omzuna sevecen dokunuşumla okşadım; onu teselli etmeye çalıştım:
“Aa, öyle deme! Ağzından yel alsın. Sen daha çok yaşarsın Gülsüm nineciğim.”
Halsizdi. Sesi çok yavaş geliyordu. Hatta ne söylediğini bile anlamakta zorluk çekiyordum.
“Alcen mi, sana çıra vereyim!”
Evimiz kaloriferliydi. Çıraya hiç gereksinmem yoktu. Yine de onu kırmamak için bir demet çırayı almıştım. Hava buz gibiydi ve elektrik direğine sırtını yaslamış yüzyıllık ninenin yanından içim kıyılarak ayrılmıştım.
O gün aklıma gelince farklı bir renge bulanıp gri renge dönüşür tinim. Bugün bile usumdan yuvarlanınca Gülsüm nineyle en son kısa konuşmamız kendi kendime sitemlenir dururum; yüksek sesle ,” Ah keşke, keşke!” “Onu en son gördüğümde keşke yerdeki diğer çıraları da almış olsaydım.” diye hayıflanır dururum.
--
Yıl 2016…
Akçay’dan Altınoluk’a taşınmıştık. Sahilde yine güneşleniyordum. Türkmen kadınları mevsimin meyvelerini satmak için adeta birbirleriyle yarışıyor gibiydiler. Kimileri de el emeği göz nuru işlemiş olduğu yemenilerini, kimileri nane kekik satmaktaydılar. Toprak kokusu sinmiş avuçlarında ovaladıkları kekik ve naneleri satmak için güneşlenen insanlara umutla yaklaşıyorlardı. Onları hoş bir gülümsemeyle izlerdim. Hatta kıyıda çekirdek kabuklarını gagalayan ürkek minik serçelere benzettiğim de olurdu onları. Gülüşüme dokunan biri yanıma yaklaştı:
“İncir alcen mi. Verem mi incir. Mayer bunlar. Beş lirecik. Hadi alıver…”
O anda aklıma Gülsüm nine gelmişti. Genç Türkmen köylüsüne;
“Orta Oba’dan mısın sen?” diye sordum.
Yüzü aydınlanmıştı. Belli ki onunla ilgilenmem hoşuna gitmişti.
“Evet Orta Oba’danım. Geldin mi bizim obaya?”
“Geldim tabi. Gülsüm nineyi tanır mısın?”
“Tanımam mı, öldü bizim kocakarı!”
İçim bir kötü olmuştu. Gülsüm ninenin bir yıl önce, “Ölcem ben! Ölcem ben!” diyerekten bana içini dökmesi aklıma gelmişti. Burkuldu yüreğim. Merak edip sordum:
“Ah çok üzüldüm ya! Nasıl öldü? Zatürreden mi öldü yoksa?”
“Hayır!” dedi kadın.
Yüzümü ham muşmula yemişler gibi kırıştığını fark eden köylü kadın Gülsüm ninenin nasıl öldüğünü anlatıyordu:
“Edremit’te karşıdan karşıya geçerken zavallıcığa araba çarptı. Zaten çarpar çarpmaz ölmüş, bizim kocakarı!”
Dudaklarımdan sessizce dualar dökülüvermişti:
“Allah mekanını cennet etsin!”
Genç Türkmen kadın gülerek konuştu:
“Kocakarının çocukları yoktu. Ama o, obamızdaki herkesin torununun torununu gördü. Cennete gitmiştir şimcik o!”
Ecel geldi mi her şey bahane oluyordu. Hastalıktan değil de dikkatsiz bir sürücü onun Azrail’i olmuştu.
O hiç kimsem değildi.
Ortak hiçbir tanıdığımız, akrabamız da yoktu.
O hiç kimsenin, hiç kimsesiydi!
Peki, ben hala onun için neden üzülmekteydim?
Bunca karmaşanın içinde hem de!..Kendime sorduğum soruya Yaşlılığın dört kötü nedeni olduğunu söyleyen latin düşünür Cicero yetişmişti: Neydi bu dört sebep?
“Birincisi, insanı işlerden uzaklaştırması, ikincisi vücudu zayıflatması, üçüncüsü insanı hemen hemen her zevkten mahrum etmesi ve dördüncüsü ölüme yakın oluşu.”
“Ölüm ve yaşam” sanki birbirine sarılacak kadar yakın, bir o kadar da uzaktılar birbirlerine. Her ikisi yaşamın olmazsa olmazlarıydılar. Ölüm, ne kadar soğuk bir sözcükse, yaşam sözcüğü de insanın içini ısıtan sıcacık bir sözcüktü.
Eve gitmek için toparlandım. Denize girmekten de vazgeçmiştim. İştahım kalmamıştı. Eve doğru yürürken bana İngiliz yazar James Brewer eşlik etmişti:
”İnsanda, hayallerin yerini anılar almaya başlamışsa, yaşlılık başlamış demektir.”
Bende anılara dönüp dönüp duruyordum şu son günlerde. Yaşlandım mı yoksa?
Hep genç kalsın, ışısın sevgiyle ruhunuz.
Emine Pişiren- Altınoluk/2016
YORUMLAR
Öncelikle bir bilgi vermek istiyorum: İnsan geçmişte yaşadığı anıyı hatırlamazmış. O anı en son andığı günü hatırlarmış aslında. Yani yaşlanmıyorsunuz, muhtemelen daha çok içe dönüyorsunuz.
Yaşlılara ayrı bir zaafım var. Aslında ölüme herkes eşit mesafede ama genel olarak en yakın onlarmış gibi hissediyoruz ya, yolun sonu, çizgiden ötesi...Ne düşünüyorlar, korkularla mı uyuyorlar, ya yarın yoksa korkusu mesela...Düşününce ne ürkütücü. Oysa hiçbirimizin yarın için senedi yok. İşim gereği onlarla çok iç içeyim. Onları seviyorum. Çok seviyorum. (Altın gününe gidip, yiyip içip eğlenip, tam mesai bitimi evlerine yollanan ve otobüste tepemizde dikilip gözleriyle psikolojik baskı yapan teyzelere biraz kızıyorum ama. Yine de yorgun argın kalkıp yer veriyorum o başka.)
İç burkan bir yazıydı. Çok beğendim. Okuyunca bir kat daha sevdim ihtiyarlarımı.
Sevgiler.
Ürküttü beni hikaye.
Gerçi biz,
hep anılarımızla yaşadık ömrümüzün çoğunu ama,
sebebi yaşlılık değil, gurbetin sevimsiz yalnızlığı idi.
Şimdi,
hayatın realitesi ile karşı karşıyayız ve anılarımıza bir başka gözle bakıyoruz galiba.
Yaşlandık mı ne?
Güzel bir hikaye.
İlgi ile okudum.