- 563 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Emek Sürgünü
Saat sabahın beşi...
Her sabah aynı işkence...
Uykusunun en tatlı yerinde çalmaya başladı alarm zilinin kulakları tırmalayan sesi. Duymazlıktan gelerek birkaç dakika daha uyumaya çalıştı fakat alarm acı acı çalmaya devam ediyordu. Sanki selası okunuyordu. Nasıl olur! Daha biraz önce koymuştu başını yastığa! Erken kalkmak vakitsiz ölmekten zordu. Gözlerini uykudan vazgeçiremediğinden, yılların alışkanlığı el yordamıyla kapattı alarmı. Dışarda çıt çıkmıyordu. Sessizliğin derin uğultusuyla büyülenmiş gibiydi sokaklar. Uyuyan bir ejderha gibi korkunç ve soğuktu karanlık. Odanın içinde ise mis gibi evlat kokusu yayılıyordu genzine. Yanlarında yatan küçük kız çocuğuna baktı usulca. İtinayla dizilmiş yasemin halkaları gibi kıvır kıvır demetlenmiş saçlarını burnuna dolayıp ömrünün en hayati nefesini çekti ciğerlerine. Yüreğine ince bir sızı saplandı. Yanında melekler gibi uyuyan evladını ne kadar çok özlediğini anımsadı. Her sabah onu uyandırmaya kıyamadığından, doyasıya koklayıp sevememenin marazıyla gidiyordu işine. Akşam işten eve döndüğünde ise uykudan önce sadece bir iki saati vardı doyabilmek için gıdısından yayılan ?evlat kokusu’na...
Ağır hareketlerle yataktan kalkarken, yığıldığı yerden doğrulmaya çalışan bir boksörü andırıyordu. sakallarını kaşıyarak lavaboya yöneldi. Bir avuç kış suyuyla yüzünü yıkadıktan sonra her sabah yaptığı gibi gözleriyle onu motive edercesine baktı aynadaki adama. Saçlarındaki aklara yenileri eklenmişti. Sakallarının ardındaki naif adam, rüzgârın ve zamanın tokadını yiye yiye nasıl da asi bir emek savaşçısına dönüşmüştü! Üzerine toprak kokulu pantolonuyla askerlikten kalma kamuflâj parkasını giyerek dışarıya çıktı. Elinde dün akşamki yemekten arta kalanlardan oluşan azık çantası ve sokağın sağır sessizliğinde ciğerlerine tutuşturduğu sigarasıyla tam donanımlı bir işçi görünümüne bürünmüştü yine. Avuçlarına hohlayarak, ısıtmaya çalıştığı ellerini cebine sokup yüreğinin dumanını üflerken, ?’Emekçinin güneşi evden uzakta doğar’’ dedi kendi kendine ve ağır ağır yürüyüp karanlığın uzak ufkunda kayboldu...
Lefkoşa’daki üç sınır geçiş kapısından bir tanesi olan Ledra Palace sınır kapısı Çağlayan’daki evlerine 10 dakikalık yürüyüş mesafesindeydi. O saatte sadece bilmesi gerekenlerin bildiği derme çatma bir seyyar büfenin etrafına üşüşen diğer işçiler gibi ayaküstü kahvesini içerken dünkü maçtan falan konuşup hükümete küfrettiler. İsyankâr mırıltılarla yola koyulduklarında ara bölgenin ıssız bucaksız suskunluğunu dinlediler. İnsanın vatanından uzaklara gitmesini ifade eden ?gurbet’ olgusunun sadece 200 metre ilerideki geçiş kapısının ardında bulunması gibi bir ironiyle şiirleşen hayatlarının hikâyesini kendilerinden başka kimsenin anlamasını beklemiyordu ayni kaderi paylaşan Kıbrıslı Türk işçiler...
Lakatamia...
Her sokağında alın teri vardı Kıbrıs Rum kesimindeki bu şirin kasabanın. Burada demircilik de yapmıştı, alt yapı işinde de çalışmıştı. Şimdi de bir apartman inşaatında sıvacı ustası olarak çalışıyordu. Kıbrıslı Türk olduğu için horlandığı da olmuştu, en donanımlı sofralara baş tacı edildiği de. Bir keresinde altyapısını yapmak için yollarını kazdıkları bir sokakta yazın en sıcak günlerinde çalışırken bir Rum kadın onlara buz gibi soğuk ve lezzetli, ev yapımı limonata ikram etmişti. Bir ağacın gölgesinde lezzetli limonatalarını yudumlarken sohbet etmeye başlayan işçilerin Türk olduğunu anlayan Rum kadın, öfkeyle koşarak işçilerin ellerindeki bardakları geri alıp evine girmiş ve kapıyı büyük bir gürültüyle yüzlerine kapatmıştı. Bu olayı izleyen diğer Rum işçiler de limonatalarını içmemişler ve kadının kapısının önüne bırakarak onu kınamışlardı.
Hal bu ki bu olayın birkaç gün öncesinde elinde Türkçe sözlük olduğu halde yanlarına yaklaşan başka bir Rum kadın, sözlükteki kelimeleri itinayla seçerek ve gözlerinden samimi sevgi bakışları süzerek ?’hepimiz kardeş çünkü hepimiz Kıbrıs!’’ demişti yarım yamalak ama samimi Türkçesiyle...
Hava aşırı soğuktu. Yol kenarındaki gömeçlerin üzerinde kırağının izleri vardı. Rüzgâr hafifçe esse bile sert bir tokat gibi çarpıyordu yüzüne. Çalıştığı apartman inşaatının beşinci katında dış cephe sıvalarını yapıyorlardı. Dış cephede çalışmak epey zordu. En zor olanı da her şeyden önce binanın dışına iskele demirlerinin kurulmasıydı. Bu işlem zor olduğu kadar tehlikeliydi de. Şimdiye dek iskele demirinden aşağıya düşerek sakatlanan hatta hayatını kaybeden birçok işçi vardı. Bir an önce işi bitirmek için adeta birbirleriyle yarışırcasına hızlı çalışırlardı. Çıraklar ustalara harç yetiştirmek için zorlanıyorlardı.
Öğle yemeği saatine az bir sürekalmıştı. Beşinci kat dış cephesi neredeyse bitmek üzereydi. Malayı kolunun bir uzantısı gibi ustaca kullanabiliyordu. Hızla harç kovasındaki son harcı da duvara sıvayarak harç kovasını almak için eğildiği bir sırada, çok hareketli çalıştığı için gevşeyen iskele demirinin rayından çıkmasıyla birlikte dengesini kaybederek bir anda kendini acının derin boşluğuna düşerken geçen o birkaç asırlık zaman diliminde keşkeleriyle yüzleşirken buldu. ?’Keşke son bir kez daha sarılabilseydim. Koklayabilseydim!...’’
Büyük bir gürültü ile yere çakılmasıyla iç sesinin sözü kesilmiş gibi derin bir sessizliğe gömülmüştü. Garip bir rahatlama hissi ile kaplanan bedeninde hiç acı duymamasına anlam veremiyordu. ?’Yoksa öldüm mü?’’ diye soruyordu kendi kendine...
Etrafında toplanan kimisi Rum kimisi Türk ama hepsi de telaş içinde yardıma koşan insanların bağırtılarını sanki uzağındaymışlar gibi güçlükle duyabiliyordu.
Beşinci kattan aşağıya çok kötü bir şekilde düşmüştü. Düşme esnasında geçen birkaç saniye içerisinde yaşamak koşusunun yan kulvarında ölümün yolunu görmüş sanki. Ne var ki zihnine kazınan küçük kızının görüntüsü yaşamaya ağır basmıştı. Yerde yarı baygın ve yavaş yavaş kendini göstermeye başlayan tuhaf bir acı içinde yatarken ?bu nasıl olur’ diye mırıldandığı isyan, sıkılmış bir kurşun gibi yankılanıyordu beyninde.
Düşerken sürekli iskele demirlerinin kalın latalarına çarptığı için düşme hızı yavaşlamış fakat bu durumda da sağ bacağı, kolu ve beli kırılmıştı. Canı o kadar çok acımaya başlamıştı ki ne yüzüne vuran soğuğu, ne de başında toplanan kalabalığın uğultusunu hissedemiyor, duyamıyordu artık...
Gözlerini açtığında başucunda, defalarca ağlamaktan gözleri şişen karısını ve babasının uyuduğunu, birazdan kalkıp onunla oyun oynayacağını sanan küçük kızını gördü. Neler olduğunu biliyor ama gerisini hatırlayamıyordu. Burası neresiydi? Şu anda kuzeyde mi yoksa güneyde miydi? Bilmiyordu.
?’Su’’ diye inledi karısına. Yürek sızgını gözleriyle kocasının uyandığına sevinen kadın ona bir yudum su verdi. Ve her şeyi tane tane anlatmaya başladı ?’neredeyim ben?’’ diye soran kocasına. Olanları duydukça ruhu bedeninden daha fazla acıyordu sanki. Yıllarca yanında çalıştığı adam onu sigortasız çalıştırıyordu. Bu kazanın ardından adam paniğe kapılmış, hastaneye götürürken fikir değiştirerek onu Ledra Palace sınır kapısına götürüp yaralı bir şekilde ortada bırakmıştı. Sonra vicdanıyla muhakeme yapmış olacak ki geri dönüp onu arabasına alarak tekrar hastanenin yolunu tutmuşlardı. İlk müdahaleleri Rum hastanesinde yapılmış, sonra da Türk tarafına nakledilerek devlet hastanesine yatırılmıştı...
Uzun tedavi süresi boyunca yürüyemiyor, eskisi gibi hareket edemiyor ve dolayısı ile de çalışamıyordu. Sabahın yorgun savaşçılarından habersizdi sanki devlet. Bütün bu olanlar onu üvey evlat gibi hissettiriyordu. Hangi kapıyı çalsa geri çevriliyordu. Kimse sakat bir adamı işe almak istemiyor, sigortası ve maaş bordrosu olmadığı için de hiçbir şeyden faydalanamıyordu. Evin elektriği ve suyu borçlarından dolayı kesilmişti. Ev kirasını da ödeyemediklerinden evden çıkarılmışlardı. Kayınbabasının evine sığınmışlar fakat yine de geçim sıkıntısı çekiyorlardı. Küçük kızını ana okula yazdırırken ihtiyaçlarını konu komşu karşılamıştı. Ailesinin geçimini sağlayabilmek için yıllarca en ağır şartlarda çalışarak emeğini ve alın terini esirgemeden evine ekmek taşıyan birisi için bu çok ağır bir trajediydi. İşten eve döndüğünde, kapıdan kahramanına bakarcasına kucağına koşup sarılan kızına nasırlı elleriyle çikolata uzatan adam artık tuş olmuş bir pehlivan gibi çökmüştü dizlerinin üstüne.
Saat sabahın beşi...
Belli ki henüz aydınlanmamış olan bu dünyanın daha da aydınlanacağı yoktu artık. Yanında melekler gibi uyuyan kızını koklayarak öptü. Karısına mahcup bakışlarla yürek süzdü. Sonra da sanki çok zor bir iş yapıyormuş gibi birkaç hamlede çıkabildi yataktan. Ağır aksak adımlarla, ayağını sürüyerek lavaboya gitti. Uzun zamandır utandığı için bakamadığı aynadaki adama son bir kez baktı. Birbirlerini tanıyamamışlardı. Gözlerinden koca bir mevsim döküldü. Yüreğinde daha fazla yorgunluğa yer kalmamıştı. Üzerine, atmaya kıyamadığı toprak kokulu pantolonuyla askerden kalma kamuflaj parkasını giydi. Kapıya çıkıp öylece sokağın sağır sessizliğini dinledi. Güneşin geceyi boğuşuna tanıklık etti. Gözlerini kapayıp bir sigara yaktığını hayal etti. Derin bir nefes çekip, ?’Emekçinin güneşi ayazına yar değil’’ dedi kendi kendine. Sokak kapısını ses çıkarmadan yavaşça açıp sabahın karanlık kuytusunda kayboldu...
O sabah erkenden uyanmıştı küçük kız. Baba kokusunun eksikliği onu uykusundan etmişti. Annesine sürekli ?’Babam nerede anne?’’ diye soruyordu. Annesi de bahçede olabileceğini birazdan geleceğini söylüyordu fakat babası bir türlü gelmiyordu. Ağlamaya başladı küçük kız. Sanki bir şeyler hissediyor gibiydi. Bu durumda evdekiler de meraklanarak eğri de olsa büğrü de olsa evlerinin direği olan adamı aramaya başladılar. Hiç kimse onu görmemişti. Sanki yer yarılmış içine girmişti. Küçük kız sürekli ağlıyordu. Toz kaldıran rüzgârın hengâmesinde nereye gitmiş olabilirdi ki?
Odada koltuk değnekleri, aylarca yürümesi için destek verdikleri adamı beklercesine koltuğun kenarında, ilaçlar görevini başaramamış askerler gibi mahzun bir şekilde komodinin üzerinde duruyorlardı. Küçük kız gözlerinden yürek sızgını sessiz yaşlarını dökerken kapıda bir polis arabası durmuştu. Kapıyı sanki incinecekmiş gibi yavaşça çalarak beklediler. Küçük kız ?’Babam geldi!’’ diyerek kapıya koşup hızla açtı fakat karşısındaki babası değil, iki polis memuruydu. Adamın karısı ömrünün en çetin yolculuğunu yaparcasına zorlanarak yürüdü üç beş adımlık odayı. Kapıya vardığında yüreğindeki bütün karabulutların şimşekleri çakmaya başlamıştı. Neler olduğunu anlamaya çalışan meraklı gözlerle baktı polislere...
Sessizliğin hükmünü bozan Kuran sesleri ince ince nakışlanıyordu odaların küflenmiş anılarına. İki yanında ellerini tutan kadınlarla, ağlamaya takati kalmadığı için boşluğa bakarak ömür akıtan kadın kocasının cesedini teşhis ettiğinden beri ruhen yaşamıyordu sanki. Küçük kız da annesinden farklı değildi. Babasının bir daha gelmeyeceğini duyduğundan beri ağzını bıçak açmıyordu. Sanki söyleyecek sözü kalmamıştı hayata. Kadın avuçlarındaki mektubu sıkı sıkı tutuyor ve kızgın, kırgın, üzgün ama delicesine bir özlemle boşluğa bakarak titrek hareketlerle ince ince ağlıyordu. Küçük kızın ağzını bıçak açmıyordu...
Adam ayaklarını sürüye sürüye sabahın karanlık kuytusunda kaybolmuştu. Gittiği yer en son iş başvurusu yapıp sonuç alamadığı bir işyerinin yüksek binasıydı. Yangın merdivenlerinin kapısındaki asma kilidi kırarak yukarıya çıkmıştı. Güvenlik görevlileri onu fark ettiğinde çoktan binanın en yüksek yerine ulaşmıştı. Polis karakolu yakında olduğu için polislerin gelmesi de uzun sürmemişti. Herkes adamı bu dönüşü olmayan yola adım atmaması için ikna etmeye çalışıp dil döküyordu. Ne var ki adam ruhunu çoktan teslim etmişti ve hiçbir dünyevi gürültüyü duymuyordu artık. Kollarını iki yana açıp kendini boşluğun derinliğine bıraktı. Sanki küçük kızına ve sadık karısına sarılırcasına buluştu ölümle. Parkasının cebinde kızına ve karısına yazdığı veda mektubuyla, bir de şiir bulundu...
İŞÇİ
Ağzında dişi
Uykusunda düşü eksik
Yası sakalının ardında saklı
Yüzü solgun, isyankâr, marazlı...
Akşamı sabahına küs ve kindar
Başında ciğeri beş para etmez hükümdar
Emeğinden başka sömürülecek nesi var
Yüreği nasırlı işçilerin...
Taziyeye gelen takım elbiseli ve keskin parfümlü birkaç adamdan en havalı olanı kadına başsağlığı diledi, küçük kızın yanağını okşadı. Kadına maaş bağlanacağı, küçük kızın devlet tarafından okutulacağı sözünü verdi ve ?’Merak etmeyin! Devletimiz her zaman vatandaşının yanındadır!’’ dedi...
Küçük kızın ağzını bıçak açmıyordu...
İsmail Boyraz
Ocak 2005
Kuzey Kıbrıs
Lefkoşa
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.