- 830 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
AŞKIN DİĞER ADI
‘Gece ile gündüzü birbirine karıştırtacak kadar sarhoş edip, var ile yok arasında kalan; güneşte denizlere, gölgede ormanlara gözlerinin rengini veren Ey Sevgili’ diye yazar ilk satıra…
Beyaz sehpanın üzerinde birkaç dosya kağıdı, bir paket sigara, bir kültablası ve bir fincan sade kahve; kalemin kağıt üzerinde hareketiyle, kelimelerin kolkola girip dans etmesini bekler sanki.
‘Bir gün, çıkıp gel uzak yollardan
Benim can yaramı sarmak için
Çünkü, bir nefes ki aşk sana benzer.’
İki elinin arasına aldığı başını kaldırıp, sesin geldiği yöne bakar. Televizyonda son günlerin en popüler sanatçılarından biri olan Koray Avcı, Nurettin Rençber’in sözlerini yazdığı ‘Aşk sana benzer’ adlı şarkıyı seslendirmektedir.
‘Aşk sana benzer’ der sessizce. Öyle ya, aşk değil midir Yıldız ile Yiğit’i birbirine bağlayan o görünmez güç? Aşk değil midir, onca mücadelenin sebebi ve aşk değil midir ülkenin iki yakasında iki ayrı kültürde ve iki farklı yaş gurubunda biri sarışın diğeri esmer iki insanı bir araya getiren?
Şarkı yeni bir efkar bulutu salarken yüksek tavanlı salona, elleri istemsizce bu ara günde üç paket içmeye başladığı sigaraya uzanır.
‘Gökte, parlayan ay
Kalpte, incinen söz
Çölde, ışıldayan su sana benzer...’
Şarkıyı tekrar tekrar dinlemeye başlar You Tube’dan. Ve içinden ‘İnsan farklı siyasi fikre sahip olsa da duygular aynı oluyor. Ne garip! Sanki bizim bu günlerimiz için yazılmış’ diye düşünür.
İçeride bu puslu hava yaşanırken, dışarıda ise yağmur toprağı acımasızca dövmektedir. Ve yağmurun, camlara attığı yumruklar yankılanır kulaklarında Yiğit’in. Küçük su birikintilerinde yaşam savaşı veren karınca kadar çaresiz, karınca kadar sessiz ve karınca kadar yalnız hisseder kendini.
‘Bulutlar gözlerimi mesken mi tutmuş? Kara gözlerim yağmur dolu bulutlara mı dönüşmüş? Ve seninle ilgili her hatıra karşısında kendini uçurumlardan aşağı bırakan sular misali yanaklarım neden şelale olur? Yanaklarım neden yıkanıp durur gözyaşlarımla her olur olmaz zamanda?’ diye mırıldanır elindeki telefonda kayıtlı olan Yıldız’ın fotoğraflarına bakarken.
Yiğit, iyice kapatmıştır kendini Yıldız’ın gidişinden sonra. Çocukları da İstanbul’a ayrıldığı karısının yanına gidince evden çıkmaz olmuş, ihtiyaçlarını bakkaldan siparişle getirtmeye başlamıştır. Günlerdir evde lambaları yakmamış, televizyonun ekranından ortalığa yayılan ışık dışında aydınlık bir alan bırakmamıştır. Yediği ise, akşamları iki dilim karpuzla bir dilim beyaz peynir ve çeyrek ekmek olmuştur. Yıllardır kendisini rahatsız eden 8-10 kiloluk göbeği de bu sürede erimiş, tıraşı da terk etmesiyle top sakalı artık kaybolmaya başlamıştır.
Fiziği gibi ruhunda da ciddi değişiklikler başlar uzun saçlı, sakalı bıyığı birbirine karışan adamın. Bilinmez bir geleceğe adım atıp atmamak arasında gel-git’ler yaşar olmuştur artık. İman ile isyan arasındaki o kıl çizgide yürürken, dünyada yaptığı hatalarla hayatı maddi manevi çökmüş, orta yaşı bulurken sermaye olarak elinde avucunda hiçbir şeyi kalmamıştır. Bir an arkadaşlarını düşünür. Hepsinin bir şeyleri vardır. İçinde lüks yaşayanları çoğunlukta olduğu gibi kendi yağında kavrulanlar da evlerinde, işlerinde belli bir standartta hayatlarına devam etmektedirler.
Sadece kendisi gibi olanların hissettiği bir ruh haliyle avazı çıktığı kadar haykırıp isyan etmek ister yüreği. ‘Kaybettin. Buraya kadarmış. Şimdi ölüm zamanı’ diye Şeytanın fısıldamaları kulaklarından eksilmez, ölümüyle de kimseye yük olmak istemez aslında. Yıldız’ın gidişinden sonra sadece bir gece üst kattaki odasında yatmak istemiş o gece sabaha karşı gelip yattığı mor kanepeden de bir daha ayrılmamıştır. İlaç kutusundaki hapları içip gece vakti ölümün kollarına bırakmak ister kendini. ‘Vakit geçince arayan soran da olmaz zaten’ diye düşünür.
Hoş, gündüz de iki kızından başka arayan yoktur aslında. Onlar da, olabilecekleri tahmin ettiklerinden mi, yoksa duydukları suçluluktan mı bilinmez, her gün arayıp ‘Babacığım nasılsın’ diye sorarlar. Yiğit, bu soruyu kim sorsa hep, ‘iyiyim’ diye cevaplardı önceden. 40 yıldır bu böyleydi onun için. Artık, ‘Sağol, sen nasılsın’ diye cevaplıyordu bu sorulara muhatap kalınca. İyi değildi çünkü. Ve yalan söylemek istemiyordu dillere pelesenk olmuş bir soruda bile olsa insanlara.
Hapları attığının ertesi günü geceye kadar aranacağını biliyordu Yiğit. Kendisinden cevap alınamadığı için çocuklar telaşa kapılıp halalarına durumu bildirecek, onlar da küçük erkek kardeşini arayarak eve yönlendireceklerdi.
Kardeşi Hüseyin ile Yiğit’in karakterleri birbirine hiç benzemezdi, tenlerinin ve yüzlerinin benzemediği gibi. O, daha dindar, daha içe kapalı ve daha kuralcıydı. Alkol kullanmaz, işi dışında evinden dışarıya pek çıkmazdı. Dünya zevkleri siyah ile beyaz kadar tezattı iki kardeşin. Yiğit’in babasıyla arasındaki meselelere de müdahil olmamış, zaten bu kadar sıkıntı yaşayan abisini de bir kere bile olsun aramamıştı bunca zamandır. Ama Yiğit ölünce en büyük yük, Hüseyin’in omuzlarına binecekti ve bundan kendisinin henüz haberi yoktu.
Cesedinin evden en kolay çıkarılma şeklini düşünüyordu Yiğit. Üst katta ölse, daire şeklindeki dar ve dik merdivenler yüz kiloluk bedenini indirenleri oldukça yoracak, yorgana ya da battaniyeye sarılacak cesedi düşürülürse de taşıyanlar vicdanen çok rahatsız edecekti. O sebeple üst katta ölmemeliydi. Mor koltuk en iyi yerdi aslında. Ya daire kapısı nasıl açılacaktı? Açık bırakamazdı. En iyisi kilitlememeliydi. Böylece omuzlasalar da kapıya fazla zarar veremezler, çabucak tamir edilebilirlerdi. Ölümünden sonra ailesine bırakacağı manevi yükün dışında maddi yükü de hesap ediyordu nedense. En kolay taşınmayı, en kolay bulunma yollarını ince ince hesap ediyordu. Belki de Yunus Emre’nin dediği gibi ‘Üç gün sonra duyalar / Soğuk su ile yuyalar’ olacaktı sonu.
Yiğit, ölümden korkmamıştı hiç. Gençlik yıllarından beri uzun yaşamayı hayal etmemiş, 40’lı yaşlarda ölmeyi istediğini söylemişti hep arkadaşlarına. Öyle de olsun istiyordu. Gerçi en büyük hayali Şehit olmaktı, ama olamamıştı. Büyük kızı Mübeccel’in diline doladığı ve şakalarında çok sık kullandığı ‘Hayaller ve hayatlar’ deyimi geldi aklına. Hayali şehit olmak olan adamın hayatı intiharla bitecekti. Ne garip bir çelişkiydi bu. Ve, İrlanda asıllı Arjantinli Devrimci Che Guevara’nın bir sözü geldi aklına, ‘Ölüm; ne zaman ve nereden gelirse gelsin, hoş gelir, sefa gelir.’ Che bu sözü söyledikten birkaç yıl sonra 39 yaşında ölmüştü. Ee o da 40’lı yaşlarda gitmemiş miydi? Aklındaki tek soru ölüm sonrası sonsuzluktu aslında. İmanı güçlü, ameli zayıf insanlardan biriydi Yiğit. Allah’tan korkar, O’nun Peygamberinden her duasında şefaat dilenirdi. İntihar edince Peygamberin şefaatine ulaşamayacağı gibi Allah’ın cehenneminde de ebedi olarak kalacaktı. Bu soru kafasını kurcalayıp duruyordu. Ebedi cehennem mi, bir dönem cehennem mi? İnternetten sorunun cevabını araştırmaya başladı. Birçok dini sitede ‘ebedi cehennem’ denirken esprili konuşmaları ve vaazlarıyla son yıllarda büyük beğeni toplayan Cübbeli Ahmet Hoca da aradığı cevabı buldu. Cübbeli Hoca, kişinin Allah’ı ve O’nun Peygamberini, inkar etmemesi halinde ebedi cehennemde olmayacağını, diğer günahlarda ise cehenneme girileceğini ancak mutlaka cennete dönüleceğini söylüyordu. ‘İşte bu’ diye sevindi içinden. Ama Cübbeli Hoca cehennemi ayet ve hadislerle anlatmaya başlayınca, ‘Ulan bu tarafı berbat ettik. Orayı da mı berbat edeceğiz’ diye düşünmekten kendini alamadı. Hoca, intihar konusunda insanların genellikle cinnet geçirerek bu eylemi yaptığını, bu durumda olan bir insanın yaptığı eylemden sorumlu tutulamayacağını, bilinci yerinde olan bir kişinin ise durumunun böyle kabul edilerek; yıkanma, kefelenme ve defin işlemlerinin yapıldığını, anlaşılır bir şekilde anlatıyordu.
Ne işi, ne eşi ne de ailesi vardı yanında. Peki, bu neydi? Cehennem hayatı değil miydi şimdi yaşadıkları?
Televizyon ekranındaki görüntüleri görmüyor çalan şarkıları duymuyordu dikkatine o yöne vermezse. Düşünüyordu. İşi kötü olsa, eşi teselli ederdi. Kucağına yatar saçlarını parmaklarının arasına bırakır, ondan aldığı destekle hayatla savaşa devam edebilirdi. Ya da eşiyle sıkıntısı olsa, işinde müşterileri ile yaptığı ticaret, gelen giden dostlarıyla edeceği siyasi sohbet veya güncel meseleler ile ilgili fikir tartışmaları içinde bulunduğu ruh halinden uzaklaştırırdı kendisini. Veyahut iki tarafta da sıkıntısı olsa, bir inanı ailesi teselli ederdi. İki tarafı değilse de bir tarafı düzeltmeye çalışırdı en azından. Onlar da sırt dönmüştü. Haftalardır ne arayan ne de soran olmuştu.
Yalnızlığın en karanlık koridorlarında tek başına yürüyor içine düştüğü girdapta kaybolmamak için mücadele ediyordu işin aslı. Takatı kalmamıştı. Ne eskisi gibi mücadeleci yönü vardı artık ne de hayatla savaşmak için bir sebebi. Sanki arzın temelindeki taşlardan biriydi. En dipte ve en karanlık yerdeydi.
‘Ey sessizliğin de sahibi, şu sessizlikte sana sığınıyorum. Çıkamıyorum işin içinden. Sen bir çıkar yol göster. Yaşamam hayırlı ise, beni bu sıkıntılardan kurtar ve hayırlı ömürler ver. Yok, eğer sana şirk koşacaksam, isyan ya da intihar edeceksem bir an önce ruhumu al yanına. Beni daha fazla imtihan etme, bu kadar çok yoklukla. Yüreğime bıraktığın bu aşk yakar kavurur beni. Beni sevdiğimle birlikte et Ya Rabb’ dedi, titreyen dudaklarına eşlik eden birkaç damla gözyaşıyla.
Uzun saçlarını parmaklarıyla karıştırdı, karıştırdı ve birden fırladı ayağa. Biraz temiz hava almak için balkona çıkmalıydı, dar geliyordu kocaman salon bedenine. Olanca hışmıyla yağmaya devam eden yağmuru seyretti bir zaman. Gecenin karanlığı yerini gündüzün aydınlığına bırakıyordu yavaş yavaş. Her gece tekrar eden gece ile gündüzün savaşında şimdi gece kaybediyordu, yeniden kazanmaya başlayana kadar. Kızıl bir gün doğumu belirmeye başlamıştı ufukta. Rüzgar, nereye gideceğini bilemeyen sarhoş insanlar gibi bir oraya bir buraya dönüyor, yağmur taneleri de bir o yöne bir bu yöne atıyordu kendilerini ve biliyordu Yiğit, hiçbir yağmur tanesi diğerine değmeden toprağa düşerdi. Ne ince bir hesaptı bu. Ve ne kadar güçlüydü bu hesabı yapan varlık!
Sabahın serinliğinde yağmurun ıslattığı topraktan yayılan, o bilinen ve sevilen toprak kokusu, güne erken başlayanlara ‘Günaydın’ der gibiydi sanki. Bir sigara daha yakarak ciğerlerini büyük bir nefesle doldurdu. Ağzından dışarıya saldığı gri dumanlar gökyüzüne doğru belirsiz şekillerle dağılmıştı. Her nefeste Yıldız’ın bir resmi canlanıyordu gözünde. Ne güzel bir kadındı Yıldız. Sarı saçlı, mavi gözlü, beyaz tenliydi ve ay gibi parlak yüzü vardı. Ne zayıf ne de şişmandı. Kadınlara göre orta boyun üzerinde bir boyu vardı ve giydiği her kıyafetle ayrı bir güzellik abidesi gibiydi. Çok bakımlıydı. Girdiği ortamlarda çok dikkat çeker ancak dik duruşu ve insanlarla arasına koyduğu mesafe ile kimsenin kendisine istemediği kadar yaklaşmasına izin vermezdi. Yiğit en çok da bu huyunu severdi. Geçmişte yerel bir televizyonda spikerlik de yaptığı için, konuşması net anlaşılırdı. Sakaryalı olduğu için şivesi de yoktu. Kelimeleri dikkatlice seçer manalarına da dikkat ederek konuşurdu. Televizyondan sonra bir dönem yerel bir gazetede makaleleri yayınlanmış, bazı sosyal ve siyasi konularda yaptığı röportajlar yayınlandığı dönemlerde konu muhataplarının dikkatini çekmişti. Gaziantep’e gelince Yiğit’in uzun zamandır yazdığı gazetede üç tane yazısı yayınlanmış, üniversitede yüksek lisans eğitimi almaya başlayınca yazılarına son vermişti.
Aşkın diğer adıydı Yıldız. Ve Yiğit hiçbir kadını sevmediği kadar çok sevmişti onu. Hayatına giren her kadını aldattığı halde Yıldız’a hiç ihanet etmemişti. Hep sadık kalmıştı ilk günden beri. Yiğit kadınları etkileyebiliyordu. Ve istediği her kadını elde etmiş, ama kısa ama uzun bir zaman bir ilişki yaşamıştı. Yıldız hayatına girdikten sonra yaşça küçük, büyük tüm kadınlara ‘kardeşim’ sıfatıyla konuşmuş, zaman zaman kendisine yaklaşmak isteyen kadınlara ise eşini ne kadar sevdiğini anlatarak kendisinden uzaklaştırmıştı. Bu konuda düşüncesi netti. Yıldız’ın geri dönmesi zordu ama kendisi hayatına gecelik ya da ömürlük hiçbir kadını almayacak, ölünceye kadar sevdiği kadına sadık kalacaktı. Bu da onun imtihanı olacaktı. Bugüne kadar hep kaybeden Yiğit, bu imtihanı kaybetmeyecekti.
Köşe başındaki bakkaldan sonra, evin karşısındaki sucu ile berber de dükkanlarını açmış sabah sohbetine başlamışlardı kaldırımda. Evin balkonundan caddeyi ve gelip geçen tramvaylarla, hareketlenmeye başlayan arabaları seyretti bir süre. Kendisini fark eden sucu ve berber ile selamlaştı balkondan. Hem üşüdü sabahın serinliğinde hem de çekindi dedikodudan. Sonuçta Yıldız’ın evden ayrıldığını esnaf görmüş, duymuştu. Kendisini ise bir süredir eve hapsettiği için mahallede dikkat çekebileceğini ve bu saatte balkonda durduğu için kendisi hakkında konuşulacağını biliyordu. İçeri girmek en iyisiydi. Mor koltuğa uzandı. Üzerini örttüğü pikeyi yüzüne doğru çekerken kararını verdi.
Sakarya’ya gidecek, hem Yıldız’la hem de ailesiyle görüşecekti.
Kendisini ve duygularını ifade etmeden Yıldız’ın dönmesini beklemek saflık olurdu. Hem ailesi bu olaylar hakkında ne düşünüyordu? Ailesinin kendisini ne kadar sevdiğini biliyordu Yiğit ve Yıldız’ı kazanmak için bu sevgiye ihtiyacı vardı. Akşam yola çıkmaya karar vererek uyumaya çalıştı zira gideceği uzun bir yol vardı.
DEVAM EDECEK...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.