- 423 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Göçe Göçe-İnekleri Güderken-45
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Ninem beni uyandırdığında ortalık aydınlıktı, ama galiba güneş henüz doğmamıştı. Annem ve kardeşlerim uyuyorlardı. Gürültü etmeden giyinip odadan aşevine geçtik. Bir bardak sıcak süt içtim. Ninem, kendi eliyle dokuyup diktiği yeni, rengarenk bir heybeye bir ekmek, suda haşlanmış bir yumurta, küçük bir çömlek işimik(ekşimik), bir baş soğan ve bir de bıçak koydu. Ocaktaki ateşin üzerini külle örttükten sonra feracesini giydi, heybeyi boynuna astı ve dışarı çıktık.
Eline bir sopa alıp, sayanın eski, kir içindeki kapısını gıcırdatarak açıp içine girdi. Az sonra da önden kara inek, arkasından da sarı inek sayanın kapısında göründüler; en arkada da ninem...
Avludan yola çıktık. Her taraf toz toprakla karışmış hayvan dışkısıyla doluydu.. Ninem beni uyardı:
-Dikkat et, pisliklere basma!
-Ne olmuş buraya böyle?
-N’olacak? Te orada giden bok arabasından dökülmüş.
Gerçekten de Kosvolu’nun Kahvesinden az ileride tepeleme hayvan dışkısı doldurulmuş bir at arabası, üzerindekileri etrafa saça saça gidiyordu. Sürücüsü tabii ki arabanın üzerinde değildi; elindeki kamçıyla yerden hayvanları haydayordu Meğerse, ürünlerden daha fazla verim almak için köylüler, hayvan dışkısını gübre olarak kullanırlarmış.
Biz arabanın geçtiği yoldan fazla gitmedik; çünkü Topçu Çayır’ından sağa döndük. İnekler iki tarafa sallana sallana yürüyorlardı. O sırada Akiş’in de bizimle geldiğini gördüm. Nineme söyledim:
-Elleşme gelsin, ekmek ona da (y)eter, dedi.
Köy odasının yanından geçip Sığır Yolu’na çıktık. Bu yol Kızılpınar’daki en geniş yol olmalıydı. Nineme sordum:
-Ö(y)le... dedi kısaca.
Köyün sığırları sabahleyin erkenden bu yolda toplanırmış. Bazılarını sahipleri buraya getirirmiş bazıları da kendi gelirmiş hayvanların. Hepsinin toplandığını anlayınca, sığırtmaç hayvanları meralara doğru götürürmüş. Akşam hava kararmadan da sürüyü gene buraya, yani Sığır Yolu’na getirip bırakırmış. Her hayvan buradan evine, sayasına kendi başına gidermiş. Ninem de geçen sene inekleri sığırtmaça vermiş, bu sene kendim güderim diye düşünmüş. Çünkü sığırtmaç her hayvan başına, para ya da belli miktarda ekin alırmış.
Sığır yolu olduğu için her tarafta bolca tezek vardı. Kurumuş olanlar ve dumanı tütenler... Bu yolda dakikalarca yürüdük. Ta İkiztepeler görünene kadar. Ama biz İkiztepeler tarafına değil de sağa dönerek yola devam ettik. İleride bir kuyu vardı. Yanına gelince aklıma su geldi:
-Nine, biz su almayı unuttuk. Dedim.
-N’apcaz suyu? Da(ğ)da her taraf su... Deyip kuyudan su çekti. Biraz içtim. Elimi yüzümü de yıkadım. Kuyunun başına gidip içine baktım, çok derindi, dibindeki su kıpır kıpırdı. Hem korktum hem de hoşlandım kuyunun içini seyretmekten. Ninem bıraksaydı da biraz daha kuyu başında kalsaydım.
Güneş çıkmış ve ortalığı ısıtmaya başlamıştı. İnekler, yolun kenarındaki otları yeyip, sallana sallana yürüyüşlerini sürdürüyorlardı. Kara inek her zamanki gibi gene açgözlülüğünü gösterdi. Yerdeki otları yerken, bazen ani bir hareketle başını yanındaki tarlaya çevirip bir mısırı koparıyordu. Ninem bu hareketini görünce, elindeki sopayı fırlattı. Sopa ona vurmadı, ama kara inek mesajı almış olmalı ki tarlanın yanından uzaklaştı.
Sabah güneşi, yükselmeye başladı. Otların üzerindeki su damlacıkları parlıyor; ben artık bunun gece yağan çiy sonucunda oluştuğunu biliyorum. Bir at arabası son sürat geliyor. Bir delikanlı elindeki kamçıyı bazen havada sallıyor, bazen de bununla atlara vuruyor. Atların ayakları ve arabanın tekerlekleri ortalığı toza boğuyor. Ninem ortalığı toza bürüyen arabaya kızgın; söyleniyor, hatta homurdanıyor. Gözlerimi ovuşturuyorum giren tozları çıkarmak için; çıkmıyor, daha beter oluyor, gözbebeğim acıdığından ovuşturmayı bırakıyorum. Ağzıma bile toz girmiş; dişlerim gıcır gıcır ediyor; defalarca yere tükürüyorum tozlar çıksın diye. At arabası gözden kayboldu bile.
Önümüzde bir koyun sürüsü var. Hızımızı yavaşlatıyoruz sürü gitsin diye. Koyunların en arkasında çoban, boynunda kocaman bir torba asılı, elinde sopası var; onun yanında da iki tane iri çoban köpeği görüyorum. Köpekler durup arkalarına bakıyorlar. Akiş’i farkettiler demek ki. Akiş de onları görünce benim arkama geçti. Çoban köpekleri kulaklarını dikleştirip bize doğru gelmeye başladılar, amaçları Akiş’e saldırmak. Akiş, onlara hırladı, belini biraz kamburlaştırdı, yüz hatları gerildi ve iri keskin dişleri göründü. Oldukça çirkinleşmişti. Aynı hareketleri çoban köpekleri de taklit etti. Restleşiyorlardı. Bilhassa Akiş’in blöf yaptığını düşünüyordum. Öyle ya hem benim arkama saklan hem de kabadayılık tasla... Olacak şey mi! Yanılmışım, çünkü Akiş aniden öne doğru fırladı; kavga etmeye karar vermişti. Köpeklerden biri Akiş’in üzerine atladı, boğaz boğaza bir dövüş başladı. Yerdeki tozlar havalandı; öyle ki hangisi Akiş, hangisi çoban köpeği ayırt edemez oldum. Dikkat kesildim ve Akiş’in bu köpeği altına aldığını, burnunu ısırdığını gördüm.
Köpeklerin canhıraş sesleri hem üzücü hem de rahatsız edici ve hem de korkutucuydu. Dövüş yerinden biraz uzaklaştım, geriye doğru gittim. Öteki köpek de kavgaya katıldı. O da Akiş’in üstüne çıktı. Akiş’ten gelen acı çektiğini belirten sesler daha da arttı, buna rağmen bir köpeğin bacağını kapmış; bırakmamak için direniyordu. Diğerleri de ona ölümüne saldırmaya devam ediyorlardı. . Tam bu sırada ninem köpeklerin üzerine yürüdü, sopasıyla vurmaya başladı. Çoban köpekleri Akiş’i bırakıp birkaç metre geri çekildiler, ama kaçmadılar. Birinin burnundan diğerinin de alnından kan akıyordu. Akiş’in de sol kulağı, karnı, sağ bacağının üstü yaralıydı, kan süzülüyordu yaralarından... Çoban köpekleri tekrar saldırmaya hazır görünüyorlardı, sahipleri geldi ikisini de götürdü. Ninem, çobanın arkasından bir hayli söylendiyse de adam hiç umursamadı.
Tarlalarda mısır, gündöndü, ekin ve bostan var. Bazı tarlalar sürülmüş, ama ekilmemiş boş duruyor; bunlar nadasa bırakılmış olmalı. Bazıları da ne ekili ne de sürülü; yani keleme olmuş. Ninem, anlatmaya başladı:
-Bak bu tarla Cambazoğulları’nın, keleme olan Afiler’in, onun yanındaki ekin ekili yer Kunçuoğulları’nın, bostan Molla İbra(h)im Oğulları’nın, tee o yamadaki Topçular’ın, sa(ğ)daki gündöndü Pati Samiler’in, patos olan yer Kafalılar’ın, onun yanı Yarenler’in, Durbaklar’ın da bir yeri olacaktı burada ama galiba geride kaldı, tobu da A(h)met (H)İlmiler’in Salisinin, öteki patostan dere çatağına kadar olan yerler de (H)alil Aga’nın....
Ninem neredeyse bütün köyü sayacak; oysa ben bu insanları nereden tanıyacağım! Aslında çok konuşan bir kadın değildi ninem ama şimdi durmadan bu tarla sahiplerini bana anlatıyordu. Bir yerden sonra ben de artık dinlememeye başladım. O konuştu, konuştu...
Yolun sağ tarafında çayırı bol ve geniş bir yer var. Hayvanlar o tarafa yöneldi; biz de. Burada kalacağımız süre uzun olacak gibi. Büyük bir meşe ağacının gölgesine, çimenlerin üzerine oturduk. Burada dikkatimi çeken, her tarlada en az bir ağacın ekili olmasıydı. Ağaçların hemen hemen hepsi de tarlaların kenarındaydı. Böylece ağaç yüzünden tarladan ekili alan kaybedlmemiş oluyordu. Ağaçların altında yemek yiyorlar ya da dinleniyorlardı. Nefis bir koku geldi burnuma. Kekikmiş kokan. Etrafta kekik doluydu; mor çiçekleri vardı. Kokusu hoşuma gitti; derin derin nefes aldım.
Ninem, heybeden bıçağı çıkarıp biraz ileriye gitti, toprağı eşelemeye başladı. Geri döndüğünde elinde havuca benzeyen, beyaz renkli bir yumru vardı. Eliyle bunun üzerindeki toprağı temizleyip bana verdi. Aldım. Elimde tutuyorum, bir yandan da ona bakıyorum. Hafifçe gülümsedi:
-Yesene! Keçi memesi o, ye! Dedi.
Yemeğe başladım. Oldukça lezzetliydi. Bitirdikten sonra bir tane daha istedim, ninem aramaya başladı. . Başka bulamadı, ama eli boş da dönmedi. Bu sefer elinde yeşil yapraklar vardı. Bu da kuzukulağıymış. Tadı hafif ekşi bir ot. Sabah erken kalktığım için uykumu alamamıştım. Esnemeye başladım. Ninem anladı, hemen feracesini yere serdi yatmam için. Kekik kokuları içinde uyudum. Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum. Uyandığımda güneş henüz tam tepemize gelmediğine göre fazla uyumuş sayılmazdım. Akiş yanıbaşımda duruyordu, bir tehlikeye karşı hazırlıklı olmak ister gibiydi. Bir yandan da çoban köpeklerinin açtığı yaralarını yalıyordu.
Biurada biraz daha oyalandıktan sonra yola koyulduk. Bir rampanın başına geldik. Burasının adını söyledi ninem ve de uyardı:
-Bura Abdulla(h) Yama; çok diktir. İnerken dikkatli ol, sakın koşarak inme!
İnekler rampayı inmede tecrübeliydi. Yavaş adımlarla gidiyorlardı; kaymaya başlarlarsa duruyorlar ve dört ayaklarını fren gibi kullanıyorlardı. Daha sonra gene yürümeye devam ediyorlardı.
Birden ninem beni yol ortasından kenara çekti. Ne olduğunu sonra anladım. Yokuş aşağı bir eşek arabası geliyordu. Kırık dökük bir arabaydı. Bir adam eşeklerin yularını eline alıp, arabanın en önüne geçmiş, hayvanların hızını azaltmaya çalışıyordu. Bunu yapabilmek için bazen boyunduruğu geriye doğru iteliyor bazen de elindeki sopayla eşeklerin kafasına vuruyordu. Adamın bir ara düşeceğini sandım, son anda düşmekten kurtuldu. Düşseydi, belki de üzerinden geçen arabanın altında can verirdi. Düşüncesi bile rahatsız ediyor...
İnekler arabanın sesini duyunca mı yolun kenarına kaçtılar, yoksa bir şeyler yemek için mi, bilmiyorum. Ama o sırada ikisi de yolda değildi. Arabanın içinde oturan feracesi sırtında bir kadın vardı. Bu kadın, araba sağa sola savrularak giderken aşağıya düşmemek için arabanın kenarlarındaki kanatlarından birine sıkı sıkıya tutunmuştu.
Eşek arabası yanımızdan geçerken Akiş havlamaya başladı. Eşekler ürkünce hızlarını artırdılar. Ninem Akiş’e kızdı, sesini kesti. Sağa sola yalpa yapan bu döküntü arabanın parçalanacağını zannettim. Beklediğim olmadı.
Eşek arabasını yokuşun sonuna ininceye kadar heyecanla takip ettim. Neyse ki sağ salim aşağıya ulaştı. Orada rampanın başladığı noktada, yukarı çıkmak için bunun inmesini bekleyen ekin demeti yüklü bir at arabası vardı. Kırık dökük araba yanından geçince, bu yavaş yavaş yokuşu tırmanmaya başladı. Sürücü arabanın yan tarafında yürüyor, atlara komutlar veriyordu. Atlar yokuşu çıkmada oldukça zorlanıyorlardı; bazen durur gibi oluyorlar, sürücünün bağırması ve kırbaçlamasından sonra bir gayretle tekrar yürümeye başlıyorlardı.
Biz de rampanın sonundaki küçük bir köprüye kadar geldik. Bundan sonrası rahattı. Dilediğimiz gibi gidebilirdik. Köprüyü geçince sağa doğru ayrılan bir yol daha vardı, biz buraya dönmedik doğru devam ettik.
(Devam edecek...)
YORUMLAR
Trakya havası..inekler,Yılanlı kuyu,Tekke sırtı ve hayvanları gütmek....
Ve bütün bunlar benim çocukluğum...Hem de 60'lı yıllar.
Hayat ve geçen yılllar.Bir an geçmişe yolculuk ettim okurken...Selamlarımla.
Ömer Faruk Hüsmüllü
Selam ve sevgilerimle...
Ders çalışmalarım yoğunlaştı(8 ders= 7 haftam var)... aklımı derse verince, göstermelik yorum yazmak istemiyorum...
Sağlıkla Kalınız... aklım hep yazılarınızda; bilginize.
kadiryeter 2016
w.edebiyatdefteri.com/158064-goce-goce-inekleri-guderken-45/
Ömer Faruk Hüsmüllü
Selam ve sevgiler...