Muhayyel
Daha çok küçükken, hayal meyal hatırlıyorum, köyde henüz elektrik yoktu. Aşganada (aşhane) akşamları duvardan kurulu tahta sekinin üzerinde amcamın çocuklarıyla birlikte otururduk. Tezek sobasının yanı narlamış olurdu. İçeriyi aydınlatan gaz lambasının ürkek ışığına, sobanın tavanda dans eden yansımaları eşlik ederdi. Sobanın üzerinde kaynayan suyun yanı sıra muhakkak içinde yemek pişmekte olan bir tencere olurdu. Sekiye kurulan peşgunun (yer sofrası tahtası) üzerinde topluca yenilen yemeğin ardı sıra çaylar gelirdi. Çaylar içildikten sonra yatmak için biraz daha zamanın geçmesi beklenirdi.
İşte o zamanlarda atam (büyükbabam) biz çocukları yanı başına toplar, âşık hikâyeleri anlatırdı. Atamın anlattığı hikâyeler içerisinde büyük küçük herkesin en çok beğendiği, defalarca anlatmasını istediği Âşık Şenlik’in hikâyeleriydi: Latif Şah Hikâyesi, Salman Bey Hikâyesi… Atam Âşık Şenlik’in neredeyse bütün şiirlerini ezbere bilirdi. Hikâyelerde geçen türküleri ezgisiyle söylemesi ise herkesin en çok istediğiydi.
Bense çok küçük olduğum için atamın söylediği türkülerde geçen Arapça, Farsça sözcüklerin çoğunu anlamazdım ama hayranlıkla onu izlerdim. Böyle gecelerde anam (babaannem) hemen her defasında olduğu gibi atama çıkışır, “Yeter, a Mustafa, bırah uşahlar yatsınlar!” derdi. Ama atamın cevap vermesine fırsat vermeden biz hemen atılır, atamın hikâyeyi anlatmaya devam etmesini adeta yiyecek bekleyen kuş yavruları gibi çığlık atarak yinelerdik. O da bizi kıramaz anlatmaya devam ederdi. Ancak her zaman olduğu gibi hikâyenin sonu gelmeden hepimiz uyumuş olurduk.
O günler o kadar uzaktalar ki… Atam öleli neredeyse yirmi iki yıl olacak, anam benim dünya üzerinde en çok sevdiğim insan, öleli de on beş yılı geçti. Atam öldüğünde orta birinci sınıftaydım. (Hiç unutmam onun öldüğü günün ertesi günü Milli Coğrafya sınavı vardı, o sınavdan 9 almıştım. Gerçi ikinci sınavdan 3 gibi çok düşük bir not almıştım, fakat yine de karneme 6 gelmişti.)
Anam öldüğünde ise Muğla’ya taşınmıştık, anam bir süredir hastaydı. Cilt kanseri olmuştu, son zamanlarını hiç iyi geçirmemişti. Ölüm haberini alınca babamla annem hemen yola çıkmış Kars’a gitmişlerdi.
İlginçtir atam da anam da kara kışta öldüler. Kış oldukça soğuk geçmişti her ikisinin de öldüğü senelerde.
Her geçen zaman sevdiklerimizi bizden biraz daha uzaklaştırıyor sanki. “Geçen gün ömürdendir” diye bir türkü vardır hani. İşte öyle, sevdiklerimizle birlikte hepimiz beklenen o sona doğru gidiyoruz. Yaşadıklarımız bize bir şeyler katıyor gibi görünse de her geçen gün bizden bir şeyler alıp götürüyor. Kaybettiklerimiz, yüreğimizin kabuğunu sadece biraz daha kalınlaştırıyor hepsi o kadar.
Ne ilginçtir ki insanoğlu her türlü acıya yine de dayanabiliyor. Yıkılıp tekrar ayağa kalkıyor. Derler ki Tanrı ölümü önce dağa, taşa vermiş. Bakmış ki dağ, taş inim inim inlemekte. O zaman demiş ki ölüme ancak insanoğlu dayanır, çünkü insanoğlu unutkandır, unutur nasıl olsa. Katlanır acısına. Evet, unutuyor insanoğlu… Hem de hiç unutulmayacak olanları bile…
Daha dün gibi gözümün önünde; köyde traktörün garajının önünde bütün amca çocukları saklambaç oynayışımız, harman zamanı sapların altında köstebek gibi dolaşmamız, gölde sabahtan akşama kadar yüzmemiz... O çocukların çocukları şimdi neredeyse hepsi bizim o yaşlarımızdalar. Onların babaları, dedeleri hemen hepsi köyde değiller artık. Büyük şehrin büyüsüne kapılıp gittiler. Sonsuz çayırların, kırların ağalarıyken gelip büyük şehrin fabrikalarında boğaz tokluğuna çalıştılar. Köyde hep beraber altına girip ısındığımız yorganlar yok artık. Büyüdük, büyüdük…
Büyüdükçe sığlaştı yüreğimiz, büyüdükçe maddeleşti yaşam. Yamalı pantolonlarla basmanın üzerinde top oynayan çocuklar, sanki burnu akan o çocuklardan birinin burnunu çekmesiyle çekilip gittiler. Ama hâlâ Kayabaşı’ndan bir çocuk silueti çekip giden o çocukların döneceği yola bakıp durur. Bir gün yürekler dolusu cıvıltılarıyla onların çıkıp geleceklerini umut ederek. Kim bilir Çıldır Gölü’nün üzerindeki buzlar erimeye başlayınca, karların arasında açmış ilk kardelen görüldüğünde, kazlar dereye indiklerinde, Taşköprü köyünün güneşe sırtını yaslayan tepelerinde ilk kara göründüğünde, Kısır dağının kamburlu yamaçlarında, güneş batmak üzereyken çılgın bir at sürüsü gibi koşarak geleceklerdir.
Kim bilir belki de o çocukların her biri her gece yatağına girdiğinde çılgıncasına koşarak köprünün başına geldiklerini hayal etmektedirler. Kim bilir belki de yoldadırlar. Sobaya şimdiden birkaç tezek atsanız iyi olur. Çayı, lavaşı, çeçil peyniri hazır etmeyi de unutmayın sakın. Afiyet olsun!
16.12.2006/ Kabil