- 419 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
"AYININ KIRK TOMBASI, ACI BİR PANTA İÇİNDİR”
Bu atasözümüze “Orda Bir Köy, Ardanuç-Yolağzı” kitabını hazırlarken rastlamış ve bir çocukluk anım belleğimde canlanmıştı. Yöresel birer kelime olan “tomba”ayının sırt üstü yuvarlanmasına,”panta” ise dağ armuduna denir. Çocukluğumda,1950’lerin ilk yıllarda henüz köylerden kentlere akın başlamamıştı. O zamanlarda tarlalarda, çayırlarda ve otlak alanlarında cıvıl cıvıl bir yaşam sürer, köylü ekmeğini toprağından çıkarırdı. Ardanuç, Çadır Dağı eteklerinde olan Yolağzı Köyü’nde de durum aynıydı. Köy iki mahalleden oluşmuştu. Daha büyük olan Merkez Mahallede ilkokul ve köy cami bulunmaktaydı. Tek bir aileden oluşan diğer mahalle ise Demirciler Mahallesiydi ve köyün doğu sınırında Irmaklar Taşı üstünde düz bir alana kurulmuştu. Merkez Mahalle ise bir vadide kurulmuştu. Mahallenin olduğu yamaçta tarlalar, karşı tarafta ise genelde çayırlar bulunmaktadır. Vadinin ortasından ise dağlardan, otlaklardan ve çayırlardan toplanan yağış ve pınar sularının oluşturduğu Kontrom Deresi şelaleler oluşturarak geçer. Irmaklar sınırında Demirciler Deresi ile birleşip Irmaklara doğru akar, giderdi. İlkbaharda tarlalara arpa, buğday, mısır, patates, fasulye gibi ürünler ekilirdi. Dere kıyısındaki bostanlara ise çeşitli sebzeler dikilir ve dere suları ile sulanırlardı. Ekim işleri tamamlanınca sığır ve koyun sürüleri köyün batı ucundaki köy yaylasına çıkarılarak tarlalar, çayırlar koruma altına alınırdı.
Yaz aylarına doğru tarlaları yeşil bir örtü kaplarken çayırlar da geri kalmaz; yükselen yeşil otları içindeki çeşitli renk ve irilikteki çiçekleri ile yarışa girer ve böylece köy doyumsuz bir manzaraya kavuşurdu. Her evde çeşitli yaşlarda 5,6 çocuk vardı. Çocuklar köyde harman yerlerinde, yaylada düz alanlarda koco, mila gibi çelik çomak ile saklambaç oyunları oynar; sağa sola koşmaları, bağırıp çağırmaları yaşama renk katardı. Bunlara bir de sağılmak ve yavrularını emzirmek için çobanları tarafından getirilen ineklerin, koyunların yavruları ile hasret gidermeleri eklenince yerleşim yerinde tatlı bir hengâme başlardı. Hele yaz kış birlikte olunan serçe, saksağan, karga ve güvercin gibi kuşlar dışında karakuş, kuku, kartal, leylek ve turnalar gibi göçmen kuşlarının gelmeleri doğaya daha başka bir hava verirdi. Ağaçlardaki kuş cıvıltılarını dinlemenin dışında sulak yerlere konan leylek ve turnaları uzaktan izlemek biz küçük çobanların büyük zevklerindendi. Bazen de arkadaşımız Rahmi Yüksel bir elini şakağına dayar:
Uçun turnalar, uçun
Dağ, bayır geçin
Yârimi seçin,
Benden selam edin.
Turnalar, telli turnalar…
Diye bir türkü tuttururdu. Bir başka taraftan da Celal Pehlevan Ağabeyimiz kavalına üflemeye başlar, kavalın yanık sesi zil ve tanko seslerini geride bırakarak taşlarda, kayalarda yankılanırdı.
Zaman su gibi akıp gider, yaz aylarının sonuna gelinirdi. Artık tarla ve çayırlardaki yeşillikler yerini sarımtırak bir renge bırakmaya başlardı. Çayırdaki otun, tarladaki ekinin hasat zamanıdır. Hummalı bir çalışma ile sonbaharın bol yağışlarına kadar hasat tamamlanırdı. Köyün çevresindeki sarımtırak örtü de kaybolmuş, sonbahar yağmurlarına kadar köy, bozkır halini alırdı. Ancak Kalçar ve Çadır Dağlarının tepelerindeki beyaz örtünün eteklere doğru uzanmaya başlaması ve otlaklarda Şaşort Kovan çiçekleriyle donanması kar yağacağının habercisi olur, yayladan köye inilirdi. Köyün çevresi henüz bozkır olduğundan hayvanları orman içlerine götülür, oralarda otlatılırdı. Hayvanlarımız ağaç gölgesinde kurumamış otlarlarla beslenirken bizlerde soğuktan korunurduk. Ancak bu sahalar; kurt, ayı ve domuz gibi yabani hayvanların da barınak yeriydi. Bu bakımdan biz küçük çobanların çekindiği yerlerdi.
Anlatacağım olay işte böyle bir ortamdaki bir sonbahar gününde geçmektedir. Olaydan bir gün önce dedemin amcasının oğlu Veysel Yüksel Amcamız, bize sakal tıraşı olmak için gelmişti. Ben leğen güğüm getirmiş, havlu omzumda ellerine su döküyordum. Cebinden kibrit kadar beyaz bir şey çıkardı ve yüzüne sürmeye başladı. Usturayı kılavlamakta olan babama “İskender sabun nasıl da köpüriyer, goriyersin? Sabunu iç yağdan ben yaptım” dedi. Gerçekten kile hiç benzemiyor, kısa zamanda yüzü köpükle kaplanmıştı. Babam tıraş etmeye başlayınca sabunu beğendi ve iç yağ temini için bir ayı avlamada anlaştılar. Ertesi günü oğlu Rahmi’nin yerine davara kendisi tüfeği ile gelecek, babam da ayının içyağını almak için gereken bıçak ve çuval götürecekti. Ben de yardımcı olmak için beraber gidecektim. O akşamı nasıl sabahladığımı hatırlamıyorum. Ancak bir ayının avlanmasından çok kilden kurtulacağımıza seviniyordum. Çünkü çamaşır yıkanması ve kendi temizliğimizi kil denen özel toprak ile yapıyor ve iyi bir netice alamıyorduk. Sabunun eve girmesi bir devrim niteliğinde olacaktı.
Ertesi günü sabahleyin köy sırtından Nennar Çayırlığına, oradan da Çuruspil Ormanına doğru sürüyü yönlendirdik. Orman içinde ağaçların seyrek alanlarında sürüyü yaydık, otlamaya başladılar. Öğle vakti geçtiği için bizde peynir ekmekle pınar başında karnımızı doyurduk. Ben yamacın alt tarafında, babam geldiğimiz tarafta, Veysel Amca da ormanın sık olduğu diğer yanda sürüye nezaret etmeye başladık. Veysel Amca silahını eline alarak köpeği ile birlikte ormanın içine giriyor, dolaşıyor, sonra tekrar yerine geliyordu. Gözlerimle koyunları izlerken kulağım silah sesine kilitleniyor, Veysel Amca’yı boş görünce üzülüyordum. Hayli zaman geçmiş ve umudum kaybolmaya başlamıştı. İkindi olmak üzereydi artık davarları toplayıp köye doğru yönelmemiz gerekiyordu. Birden Veysel Amca’nın köpeği havlayarak aşağı doğru koşmaya başladı. Veysel Amca da silahı elinde eğilerek köpeğin peşinden koşmaya başladı. Bu arada babama bazı işaretler yapıyordu. Babam köpeği geri çağırdı, ona ekmek yedirirken Veysel Amca benim hizamdan aşağı gitti. Ben de onu taklit ederek peşinden koştum. Bir sırtı aşınca çalıların arasına yavaşça girdi ve silahını ileri doğru uzattı. Ben de başka bir çalılığa girdim ve neler oluyor diye merakla bakınırken gözlerime inanamadım. İri yarı bir boz ayı bir panta ağacı gövdesine tırmanıyor, tırnakları ile tutunduğu kabuk soyuluyor ve ayı sırt üstü yere düşüyor, doğruluyor homurdanarak tekrar çıkmaya çalışıyor, ama yine düşüyor. Bu durumu görünce korkunun yanında bir de için için gülmeğe başladım. Ağzımı elimle kapadım, ses çıkarırsam bir sandık inciri değil ama bir sandık sabunu berbat edebilirdim. Veysel Amcanın azarlaması dışında babamın dayağı da vardı. Ayının çabasını izlerken kulağım tüfek sesindeydi. Herhalde ağaca çıkmasını bekliyor diye düşündüm. Ağacın gövdesi yarıya yakını soyulmuş, ayna gibi parlıyor ve ayı hala çabalıyordu. Nasıl olduysa bir budağı kavramış olacak ki kabuk soyulmadı ve koca gövdesini ağacın çatalına oturttu. İnce dalları kendisine çekerek meyvelerini midesine indiriyor, bu arada birçok meyve de yere dökülüyordu. Tüfek sesini beklerken orman tarafından başka bir homurtu duydum, o tarafa baktığımda başka bir ayı iki palağı ile pantaya doğru geliyordu. Ağacın dibinde yavrular oynaşırken anaları yerdeki pantaları yemeye başladı. Sansımız açılmıştı, bir tane beklerken dört adet ayı vuracaktık. Üstelik kuyruklarını da İlçe Tarım Müdürlüğüne verilince 12 adet mermiyi ücretsiz alacaktık. Ancak Veysel Amca hala ateş etmiyordu. Bu arada babamın bana seslendiğini duydum, cevap veremeyince yüksek sesle bağırdı. Yerdeki ayı palaklarını alarak, ağaçtaki ayı ağaçtan zıplayarak orman içine kaçtılar. Veysel Amca üzgün vaziyette çalılar içinden çıktı, yukarı doğru yürümeye başladı. Babama ses verirken ben de peşinden koştum. Yanına vardığımda merakla sordum:
-Amca niçin ateş etmedin, sabunsuz kaldık. Birden durdu, geri döndü ve gözlerimin derinliğine bakarak:
-Senin ananı, babanı öldürseler, sen ne yaparsın? Diye çıkıştı. Benim merakım giderilmişti, ama yine üsteledim:
-Ama onlar yabani ve zararlı hayvanlar diye söylendim. Veysel Amca adımlarını daha hızlandırdı ve sinirli bir şekilde:
-Olsun. Onların da yaşama hakkı vardır. Sana zarar dokunmamışı öldürürsen katil olursun, katıl, diye bağırdı.
Başka bir şey demedim, koşarak yerime gittim. Sinirimden ağlamak üzereydim. Bütün hayallerim suya düşmüştü. Babam durumu anlamış olacak ki bana kızmadı. Koyunları topladık ve evin yolunu tuttuk. Uzun süre Veysel Amca’ya kızgınlığım geçmedi.
Ancak büyüklerim aralarında konuşurlarken; Veysel Amca’nın Seferberlikteki göç sırasında 8,9 yaşlarındayken babasını kaybettiğini, Merzifon’da bir yetimhaneye verilen iki kardeşinden hala bir haber alamadığını öğrenince O’na hak vermiştim. Küçük yaşta o zamanki hayat şartlarına göğüs gerebilmiş bu muhterem kişiye saygım daha da arttı. Nur içinde yatsın.
Yakacık,08.11.2010
YORUMLAR
kutlarım efendim..veysel amcaya parada verseler öldüremezdi..çünkü böyle insanlar kücücükken büyüyen koca yürekli insanlardır ve günümüzde azaldı sanırım...yetim ve öksüzlüyün acısını ancak yaşayan bilir...gül diyarından selamlar