Ağlayan Kahraman
Günün hangi saatiydi hatırlamıyordum. Eski bordo berger koltuğa oturup yıllarıma daldığım zaman güneş hep hatıralarımın gölgelerini dans ettiriyordu yüzümde. Bu şehir, bu oda, duvarda baba-annemden kalan saat, plaklarım, sahaflardan özenle seçtiğim kitaplarım beni sepia renkli bir filmin silik bir kadrajı gibi hissettiriyordu hep. Bunu seviyordum. İlk bakışta pespâye görünürdü bu oda, fakat seyre koyulduğunda gizli zenginliklerin, yaşanmışlıkların izleri keşfedilirdi her bir köşesinde. Fincanda yarım kalan kahveme baktım. Artık toparlanmalıydım. Pick-up’ı sevdiğim şarkıya ayarladım. Tom Waits "Green Grass" çalmaya başladı. ’..lay your head where my heart used to be...’ Saçlarımı toplamak için ellerimi kaldırdığımda bir gölge düştü yere ve duvardaki eski saate kadar uzandı. Arkamı dönmeden tanımıştım onu. Orada, kapı eşiğinde ete kemiğe bürünmüştü aşk.
"Toplama saçlarını, bırak lütfen.."
Ne kadar da özlemiştim buğulu sesini. Ayağa kalkıp usulca döndüm. Loş odayı aydınlatan gözlerinin ışıltısı ve üzerimde gezinen derin ve hasretli bakışları içimde birşeylerin sendelemesine sebep oldu. Sesime yansıyacak diye korktum ve ısrarla susmaya devam ettim. İki omuzumu da çıplak bırakan beyaz elbiseme takıldı gözleri. Severdi omuzlarımı. Yaklaştı, çok yaklaştı. Gözleri omuzumdan, boynuma, sonrada dudaklarıma doğru usul usul ilerliyordu. Boynumda yalnız bir ada gibi duran o ufacık ben, dudaklarının en iyi bildiği coğrafyaydı, ikimiz de biliyorduk. Köprücük kemiğimi işaret parmağının tersiyle severdi bir zamanlar. "Bu çukur cennetin gizli zulası, burada derin bir okyanus saklı" der başını sol omuzumun kuytusuna gömerdi. Gözlerime geldi gözleri. "bu ceylan bakışlar bir aslan ürkütecek kadar cesur ama bana asla kıyamaz" derdi. Doğru, kıyamazdım hiç.
"remember when you loved me..."
devam ediyordu şarkı.
İçimi eziyordu.
Dudaklarıma indi bakışları..
"Kadın!" diye fısıldadı..
Onun da içinde birşey sendelenmişti hissediyordum.
Bana dolu dolu kadın derdi.. Öyle bir kadın deyişi vardı ki, bir balerin gibi dimdik olurdu silüetim. Gölgem bile asil bir aristokrat ruhuna bürünürdü. Bu büyüye kapılıp gitmek istemiyordum. Bütün hücrelerim direniyordu.
"think of me as a train goes by..."
yutkundum boğazımdan tırmanan gözyaşlarımı.
"Git..!" diyebildim. Sesim çıkmıyordu.
Kim yazmıştı bu tutkulu sahneyi? Beni nasıl bulmuştu? Uzun uzun denizi seyrettikten sonra burada saatlerce müzik dinleyip kitap okuduğumu hala hatırlıyordu demek. Pencereden görünen sokaklar ne kadar arabeskse biz de o an o kadar cazdık. Beni öpmeye kalksa onu durduramayacaktım.
"Git!" dedim tekrar keskin bir sesle.
’...you’ll never be free of me...’
"Yapma meleğim.."
- git dedim!
’...don’t say good bye to me, describe the sky to me...’
"Ölüyorum sensiz ben!"
- yalvarırım git!
Bu filmi tekrar yazamazdık. Oynandı bitti, perdeler kapandı. Kuliste bütün gerçekler yalanlara gülerdi. Arkamı döndüm, sarılsaydı dayanamaz affederdim onu. Kapının gıcırtısından gittiğini anladım. Bütün duygularıma sus der gibi bi hışımla çıkardım plağı yerinden. Elime geçen başka bir plağı taktım yerine. Sezen Aksu.
Derin bir âh çektim.
"Beni hoyrat bir makasla âh eski bir fotoğraftan oydular."
Hani der ya Sezen Aksu; her insan biraz romandır, kahramandır, biraz yalandır.. İşte düşündüm de, tam da o an yaşadıklarımız yalandı, o romandı ben de kahramandım.. Ne kahraman ama! Ağlayan kahraman..
✒T.Y.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.