BAŞTAN AYAĞA HÜZÜN KESİLEN ADAM
İçliydi ve sırf bu sebepten onu anlamak derinlemesine olmalıydı, yüzeysel değildi. Suyun yüzeyiydi ama içinde neler saklıyordu öğrenmek için o suya balıklamasına dalmanız gerekiyordu. Dumanlı bir havaydı, ardında ne vardı bilmeniz için o dumanın içine girmeniz lazımdı. Onu ilk gördüğümde gözlerindeki hüznü hemen okumuştum.
Kimse bu denli hüzünlü bakamazdı.
İşin tuhaf yanı hüzün ona çok yakışıyordu.
Ayrı bir hava katıyordu.
Ondan etkilenmemek elde değildi.
Onun çekim dairesine girdiniz mi bir mıknatısın demir parçasını çekmesi gibi kendinizi onda bulurdunuz birden.
Silahı gözleriydi, hem de hüzün dolu.
Şarkısı, güle aşık ama gülün yüz vermediği bir bülbülün çaresizliğiydi.
Dilinden eksik olmazdı bu şarkı.
-Nasılsın, dedim ona bir gün.
- İyi, dedi "tıka basa hüzünlüyüm."
- Nasıl oluyor bu? dedim
- Sonbaharı severim. dedi. "Bana benziyor."
- İyi olman hüzünden dolayı anladığım kadarıyla.
- Gök karalarını giymezse güneş doğmaz.
- Yarana tuz basmak yaranı iyileştirir mi demek istiyorsun.
- Bile isteye hüzne aşina olan, baştana ayağa siyaha bürünen ve ömrünü hazana kiralayan bir adam nasıl mutlu olmaz.
- Değişik bir tavrın var.
- Değişik bir tadım...
- Nedir senin adın?
- Kaybeden adam desem hüzne demir atmış ve yelkenlerini indirmiş.
- Öyle olsun, gözlerin bunu ispatlıyor zaten.
- Şiir okuyayım sana, dedi.
- Olur, dedim hem şiiri çok severim.
- Güzel, dedi ve okumaya başladı.
" kaç gece kahrettim yokluğuna
kaç gece ah ettim derdin bu denli çokluğuna
yalnızlığın soğukluğuna,
insanların bozukluğuna
hüznün sonsuzluğuna
kaç gece ağladım karanlığın koynuna
kaç gece su taşıdım hüznün kuyusuna
yusuf oldum kenan iline de
dinmedi yakubumun gözyaşları
sabret allah büyüktür şüphesiz
her dert dermanına gebedir
her kış baharına müjdedir"
-Tesirli bir parça, yüreğinde infilak eden bombanın parçaları hem de. Beni duymadı bile. Sözlerinde hüzün yağıyordu. Nasıl gözyaşları dökülür ya gözlerden öylesine de ağzından söz yaşları dökülüyordu sağanak sağanak.
"kaç gece ilmik ilmik sardım acıyı yüreğimin örekesine
kaç gece aşkın tezgahında geçtim öylesine
adımız mecnun’a çıktı, halimiz iyileşmez bir hastalık sanıldı
aklını bir güzele kaptırmış ve delirmiş denildi
bir iyileşmez dertle hemhal olmuş,
hiçbir tabip çare olmamış, hiçbir ilaç iyileştirmemiş
diye ahirde kâbe’ye götürüldüm şifa niyetine
dua ettim derdin çoğalmasına, gözümdeki yaşların çağlamasına,
içimin ağlamasına...
kaç gece sana uyudum deliksiz
kaç gece sana uydum kayıtsız şartsız
ömrün baharı seni sevmekmiş
sana takılmakmış bir gölge gibi
sana yanmakmış bir cehennem gibi
pervane olup dört dönmekmiş etrafında
sende yanıp kül olmakmış, rabbe kul olmakmış."
- Kim bu denli yanmış ki? Kim bu kadar sevmiş ki? Tarihe karışmış eski sevdalar. Seni anlayan var mı acaba ey baştan ayağa hüzün kesilen adam?
Öyle bir ruh haline bürünmüştü ki!
Kıyamet kopsa farkında olmaz.
"kaç gece daha geçecek böyle, takvim yetmez
dertler gecenin karanlığına karanlık ekler
sesler kesilir, el ayak çekilir
ve hüznün koynunda bir adam ağlar
göğe yağmur olur düşer, gönle kahır olur damlar
ve bir bina gibi en hafif depremde çöker
enkazında kalır aşkın toz toprak içinde
enkazında kalır aşkın gözyaşı içinde ıpıslak"
Şiirini bitirdi ve uzunca sustu. Sonra ileriye doğru baktı; güneşin battığı ve karanlığın sökün ettiği yere. "Gitmem gerek, gece beni bekliyor. Her doğum bin acıya bedel, bu gece de belli ki çok sancılı olacak ama belki de o yâr gelecek." dedi. Karanlığın en koyusuna doğru yola koyulup kayboldu.