- 1690 Okunma
- 10 Yorum
- 1 Beğeni
SON DURAK SOFYA
Üsküp’ ten 13.10’ da ayrılıyoruz. Güzel bir şehirdi Üsküp. Atalarımızın ayak izlerini gördüğümüz bir şehir olduğu için belki de çok beğendim o şehri. Ortadan geçen Vardar nehri ayrıca bir güzellik katıyor. Bulgaristan’ın başkenti Sofya’ ya akşam saat on dokuz sularında giriyoruz. Rehberimiz yine bilgiler veriyor şehir girişinde. Yemeğin zenginliğinin Makedonya’ da, eğlencenin ise Bulgaristan’ da olduğunu söylüyor. Hakikaten de Makedonya’ da yediğimiz etin tadı damağımda kalmıştı. Bakalım eğlencenin tadı damağımızda kalacak mı? Merak içindeyim. Fakat hiç neşeli değilim nedense.Diş ağrılarım buna sebep, durmadan zonkluyor. Ramada oteline eşyalarımızı bırakıp, tavernaya gitmek üzere otobüsümüze biniyoruz. Akşam yemeğini de tavernada yiyeceğimiz söyleniyor. Fakat ben evimdeki yemekleri özledim. Hatta soğan ekmeğe bile razıyım. Yağ kokuları midemi mahvediyor. Tavernaya giriyoruz. Üç grup var salonda. Sahnede çingene olduğunu tahmin ettiğim bir klarnet ustası var. Güzel üflüyor enstrümanını. Oldum olası severim klarneti. Müziğin ritmine kapılıyorum. Eşim grip olduğu için keyfi yok. Bir de o kokuyu alıyor. Yani domuz etinin kokusunu. Benim burnum tıkalı olduğu için çok etkilemiyor beni. Kuzu eti ile yapılmış bir yemek geliyor önüme. Önce salata geliyor balkanlarda, üzerine beyaz peynir rendelenmiş şekilde. Onu yiyoruz. Arkasından yemek geliyor aç kalmamak için birkaç lokma yiyorum gerisi gelmiyor. Midem almıyor. Yan masalarda Bursa’ dan gelmiş olan bir tur var. Onlarla otelde de karşılaşmıştık. Eğlence başlıyor. Değişik kültürlerin oyunlarını seyretmenin heyecanı sarıyor. Aa çok şaşkınım. Bir ekip çıkıyor. Bulgar oyunları galiba diyorum. Seyrediyorum. Onlar terk ediyor sahneyi. Ardından bir ekip daha geliyor ama o kadar tanıdık ki müziğin ritmi ve oyunlar bizden ç/alınma. Ege bölgesinin efe oyunlarını oynuyorlar. O kadar taklit ki inanamıyorum. Ardından da Karadeniz oyunları çıkıyor sahneye. Hayal kırıklığı yaşıyorum. O kadar yol tepip, kendi oyunlarımızı bize parayla servis ediyorlar. O zaman gururlanıyorum ülkemle. Ne kadar geniş bir kültüre ve değerlere sahip olduğumuzun ayrımına varıyorum bir kez daha. Sonra klarnet ustası tekrar çıkıyor sahneye. Yanında dansöz var. Masaları dolaşıyorlar. Amaç bahşiş toplamak. Fakir bir ülke bana göre Bulgaristan. Eğlenceyi ve içkiyi seviyorlar. Tavernanın içi votka kokuyor. Sonra insanlar kendini sahneye atıyor. Ben de dahil olmak üzere. Bulgar müziğinin ritmine kaptırıyoruz. Sırf meraktan ben de giriyorum zincire. Müzik evrensel bir halka oluyor. Bulgarlar da var eğlence de. Haç kolyelerden anlıyorum. Biz onlara uyuyoruz. Onları taklit ederek savuruyoruz sola sağa. Saatin ne çabuk on ikiye geldiğini anlayamıyoruz. En son “ Ankara’ nın bağları” ile kapatıyoruz. Bulgar gecesi mi ? yoksa Türk gecesi mi olduğu karışıyor. Ne önemi var ki! Yatağa başımı koyar koymaz uyuyorum. Ertesi sabah son gün olduğu için biraz daha geç ineceğiz kahvaltıya. Onun rahatlığı ile iyi uyumuşuz. Sabah telefon çalıyor fakat sanki rüyamda çalıyor sanki telefon. Şaşkınlıkla bakıyorum telefona. Ses tanıdık geliyor. Arayan Emine Hanım. Epey geç kalmışız kahvaltıya. Aceleyle kahvaltıya iniyoruz. Kalvaltı sofrasında yok yok. Evdeki çayı özlüyorum. Yine sallama çay. Ne yapalım. İdare edeceğiz. Saat dokuzda otelden ayrılıyoruz. Belli bir noktada otobüsten iniyoruz. Önde rehberimiz arkada biz. Deli Petro’nun heykelini resimliyoruz. Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık yan yana ve çok sade binalar. Deli Petro’ nun öyküsünü anlatıyor rehberimiz. Osmanlı düşmanlığı her yerde çıktığı gibi yine çıkıyor karşımıza. Deli Petro deniz amirali fakat er gibi çalışıyor. Çok çalışarak donanmayı güçlendiriyor ve Osmanlıyı mağlub ediyor. Onun anısına bir kilise yaptırıyorlar. Anıt yaptırıyorlar. Diğer arkadaşlar kiliseyi geziyorlar. Benim dikkatimi bit pazarı çekiyor. Bir şey almak şart değil . Yeni ilgi alanım olan yağlıboya tablolar dikkatimi çekiyor.Yerel ressamlar, el emeklerini sergilemek için stant açmışlar. Bir ressam standının arkasında bir tablo üzerinde çalışıyor. Uzaktan onu seyrediyorum. Dil bilmemenin kötü tarafı bu işte. Sohbet etmek istiyorum ama dil sorunu var. Başka bir stantta harika tablolar var. Alamayacağıma göre bir çare bulmalıyım. İşaret diliyle resim çekebilir miyim diyorum. Adam gülümsüyor ve başını sallıyor. Sanatçı olma anlayışı içinde mutlu oluyor. Bütün sanat dallarında olan paylaşma, beğenilme isteği var. Kendi dilimde tebrik ediyorum ve gezmeye devam ediyorum. Kendimi öyle kaptırmışım ki, grup üyelerini unutuyorum. Az uzaktan eşim sesleniyor. Gidiyor muşuz artık. Oysa öyle kaptırdım ki kendimi tablolara. Kitaplara kaptırdığım gibi. Bit pazarına gelmeden önce bir kadın görüyoruz. Ulu bir ağacın altında, kaldırımda oturuyor. Altına serdiği mukavva kutuların üzerinde ve her yerinde güvercinler tünemişler. Bizden korkmuyorlar bile. Kadın bir tabak koymuş önüne. Parayı koyuyorsunuz, o da size bir avuç yem veriyor. Güvercinlerle bütünleşmiş adeta. Onu fotoğraflıyorum. Güzel bir veri. Hem hikayesi, hem de resmi yapılabilir. Şehir turu bittikten sonra Sofya’ dan ayrılıyoruz. Yolda yemek molasının ardından İskender’ in babasının şehri olan Filibe’ de otobüsle şehir turu yaptıktan sonra Kapıkule sınır kapısından Türkiye topraklarımıza ulaşıyoruz. Kapıdan girişte dalgalanan ay yıldızlı bayrağımızı görünce içim rahatlıyor. Nihayet vatanımızdayız. Allah kimseyi vatansız bırakmasın diyorum içimden. Ne kadar güzel olursa olsun, kendi vatanın değerini ve güzelliğin yerini tutmuyor. Gidiş amacım aslında köklerimin yaşadıkları yerleri görmek. Gidiyorum, geziyorum, dönüyorum. Neyleyim güzeli, güzel benim olmayınca… NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE !
Nermin KAÇAR
20.09.2016