- 1595 Okunma
- 8 Yorum
- 2 Beğeni
Uzun Yıllar Sonra
21 Şubat 1950 gecesi yağan şiddetli yağmur, bu yorgun coğrafyayı öyle etkisi altına almış ki, 3. Jeolojik zamandan beridir sessiz-sakin bir hayat sürmekte olan Derecik vadisinin batı yamaçları, sabah mahmurluğunu henüz üzerlerinden atamayan yöre sakinlerinin şaşkın bakışları arasında, tutunduğu dağdan oldukça büyük bir kütle halinde kopmuş, eteklerinden deli dolu akan Sera Deresinin dar yatağının önünü tıkayıvermiş.
Böylece, yoğun yağışlar nedeni ile debisi iyice yükselen dere sayesinde, iki haftaya kalmadan, boyu 3 km, derinliği ortalama 30 m ebatlarında güzel bir göle sahip olmuş bu konuda oldukça fakir olan şehir. 1990 yılındaki büyük sel felaketinde ebadı biraz küçülse de, bu gün yapılan çevre düzenlemeleri ve mesire alanları sayesinde, gerçekten yerli ve yabancı turistler için önemli bir cazibe merkezi durumunda göl.
Kurban bayramının ilk gününün erken saatleri... Aracımı, gölün manzarasına hakim bir köşeye park etmiş, oğlum ile birlikte önümüzde uzanan güzelliği seyrediyoruz. Müthiş bir hava var bu gün Doğu Karadeniz’de. Alışageldiğimiz yağmur bulutlarından eser yok. Kaçkar doruklarından henüz kendini gösteren ve içinde bulunduğumuz bu derin vadiyi sıcacık ışınlarını ile şimdilik kucaklamaya başlamayan güneş, maharetli bir ressam misali, müthiş bir koyu mavi renkle sıvamış gök yüzünü. Ne küçük bir bulut kümesi var o engin mavilikte sere serpe gezinen , ne de bir küçük kuş... Her şey o kadar sakin, o kadar berrak, o kadar doğal ve inanılmaz dinlendirici...
Gölün kuzey kısmında, öyle aşırı şatafata kaçmayan, oldukça mütevazi ve doğaya uyum sağlamış küçük lokantaların suya doğru uzanan ahşap direkli verandalarına bağlanmış rengarenk sandallar, öyle sakince, sabırla müşterilerini beklemekteler. Hayvan sever insanların atacağı ekmek kırıntıları ile beslenmeyi alışkanlık haline getiren tembel ördekler, gölün orta kısmında yer alan iki küçük adacığa kümelenmişler, birbirleri ile şakalaşmakta, ya da sabah sporunun vücuda taşıdığı zindeliği yakalama gayretine düşmüş vaziyetteler.
Göle güney yönünden su taşıyan Sera Deresi, vadinin doğu kısmına inşa edilen betonarme kanalla ıslah edilmiş ve geriye kalan kısım da oldukça güzel bir mesire alanı olarak düzenlenmiş. Yaz aylarında insanların günlerini gerçekten doğa ile baş başa geçirebilecekleri hoş bir turistik tesis oluşturulmuş burada. Bu gün bayramın birinci günü ve sabahın erken saatleri ya, henüz kimseler teşrif etmemişler alana. Sadece etrafı temizleyen yaşlı bir görevli, elindeki kocaman süpürgesi ve ardı sıra zorlukla çekelediği kocaman çöp kovası ila gezinip durmakta ahşap çardaklar arsında.
Kardeşimin aracının korna sesi ile sıyrılıyoruz dalıp gittiğimiz manzaranın bizi büyüleyen sihirli atmosferinden. Alelacele, virajlı ,dar ve ağaçların gölgelediği köy yolundan dans eder gibi akıp giden aracını takibe başlıyor, sonrasında da aheste aheste vadinin yukarı kesimlerine doğru beraberce tırmanmaya başlıyoruz.
İnsanlar, bayram namazını ve bayramlaşma faslını yeni tamamlamış,kurbanlarını bir an önce kesme telaşına düşmüşler. O nedenledir ki; ortalıkta pek araç ve insan hareketliliği gözükmemekte. Sağda solda, bina altlarında, bahçe kenarlarında, ağaç gölgelerinde biriken küçük kümeler, aralarına aldıkları irili ufaklı danalarla mücadele içerisindeler. İnsanlar et peşinde, dana ise can derdinde yani...
Çok zaman geçmiyor, oldukça dik bir rampada duruyor, araçlarımızı yolun sağına park ediyoruz. Yolun dikliği oğlumu telaşlandırmış olmalı ki, inip bir kaya parçası buluyor hemen ve aracın arka tekerinin altına yerleştiriyor. Bu hareketini gülümseyerek takip ediyorum. On altı yıldır, doğduğu ilk günden beri benimle arabam ve onun böyle, geri kaymak gibi nahoş bir olaya sebep vereceğine hiç ihtimal vermiyorum. Öyle çok güvenim var bu yaşlı takaya yani.
Dar ve oldukça eğimli bir patikadan, tek sıra halinde ve dikkatlice iniyoruz yokuş aşağıya. Öyle böyle bir yokuş da değil hani. Bir yuvarlansan, vadinin nihayetinde akan dereye kadar tutunamazsın bir yere vallahi. Bereket ki sık bitki örtüsü ile, kocaman Karaağaçlarla kaplı arazi. Yoksa buralarda ev kurmak, çiftçilik yapmak, çoluk-çocuk yetiştirmek gerçekten zor iş.
Küçük ve oldukça eski bir serender karşılıyor ilkin bizleri. Hartama çatısı ve fındık dallarından yapılan kafes şeklindeki havalandırma bölümleri oldukça ilgimi çekiyor. İçine de bir göz atmak istiyorum ama, kapısına asılan asma kilidin üzerini kaplayan pas, uzun süredir kullanılmadığını ve bu günden sonra da muhtemelen hiç kullanılmayacağının acı realitesini anlatıyor bakışlarıma. Bir burukluk kaplıyor içimi. Yeniler, çok modern, çok kullanışlı, çok rahat belki ama, eskilerin de sihirli bir güzelliği var, değil mi? Şimdilerde sayıları gittikçe azalan ve mevcut olanların, varlıklarını koruyanların da mahzun bir yalnızlığa terk edildiği güzelliklerimiz... Hatırlarımızı, inatla, ısrarla hala kucaklarında büyük bir fedakarlıkla yaşatmaya devam eden değerlerimiz...
Kurbanımız, kurban ortaklarımız, kasap, alet-edevat, kısacası gerekli olan her bir şey tastamam. Gerekli vecibeleri yerine getiriyor ve kurbanımızı kesiyoruz. Kestiğimiz kurbanı, derisini soymak ve diğer işlemleri tamamlamak için, komşu evin avlusundaki genç kiraz ağacının dalına ayağından asmasına yardım ediyoruz kasabın. O, maharetli bıçak darbeleri ile çalışmaya devam ederken, bizler de oldukça hoş bir bayram muhabbetleri dalıyor; eski günlerden kalan güzel hatırların, sohbeti seven bu neşeli insanların dudaklarından tebessüm ettiren cümle kümeleri halinde ardı ardına dökülüşüne biraz hayranlık, biraz da şaşkınlıkla şahitlik ediyoruz.
Yeşili çok, toprağı az, yaşamanın meşakkatli olduğu bu gizli yurt köşesinde dünyaya gelen çocukların en büyük ideali ve hedefi, şüphesiz ki iyi bir tahsil yapmak, hayatını kazanabilmek için devlette bir vazife edinebilmek olmuştur. O nedenledir ki, ebeveynler toprağa karıştığında, genellikle baba ocağını tüttürecek kimse kalmaz köyde, o sıcacık ve sevimli ahşap evler, yalnızlığın sevimsiz realitesinin koynunda zamana ve doğanın acımasızlığına yenik düşer, usuldan usula yıkılıp giderler. Senenin birkaç özel günü açılan kapısı, temizlenen odaları, aktarılan çatısı ve çocuk sesleri ile şenlendirilen atmosferi, asla onun bedbaht alın yazısını yaşamasına engel olamaz, her seferinde biraz daha bitkin, biraz daha yorgun, biraz daha çökmüş vaziyette karşılar sevdiklerini.
Kasabın bıçak şakırtıları ve insanların gürültülü muhabbetleri arasından kendimi sıyırıveriyor, sevimli köy evinin epeyce bir zamandır insan ayağı değmeyen bahçesini sarmış yabani çalılıklar, sarmaşıklar arasında öylesine gezinmeye başlıyorum. Bahçede yer alan küçüklü büyüklü tüm ağaçları üzüm asmaları sarmış. Yöreye özgü siyah kokulu üzümün tam olgunluk mevsimi, her taraf salkım saçak... Biliyorum, bu kez de hasat eden olmayacak, Allah’ın bizlere bahşettiği bu güzellikler, bu yıl da dalında çürüyüp dökülecek. Oysa çocukluğumuzun en güzel anlarından birisi de, yemek sonralarında yer soframıza annemizin getirdiği kokulu üzüm tepsisine şevk ve iştahla saldırmak, neşe içinde kendimize üzüm ziyafeti çekmek değil miydi?
Salkımları dahi koparmadan, siyah ve dolgun taneleri bir bir topluyor, biri gelip de engel olacak telaşı ile alelacele mideye indiriyorum. Öyle ya, ne kadar yersem kardır bana. Karnım doyunca da, gözüm doymamış olacak ki, geriye kalanları üzgünce süzüyor, isteksizce sohbet alanına geri dönüyorum. Bu arada, bu güzel ve eski köy evinin fotoğrafını çekmeyi , memleket güzellikleri albümüme karmayı da ihmal etmiyorum.
Kasap, ustalıkla icra ettiği işini bir süre sonra tamamladı; hayvanın derisini yüzdü;iç organlarını çıkardı; gövdeyi de altı ana parçaya ayırdıktan sonra, alet edevatını topladı, hak ettiği ödemeyi de aldı ve yeni kurban kesim adresine doğru acele ile seğirtti.
İnsanlar, avlunun çeşitli köşelerinde ikişerli gruplar oluştururken, birer alçak oturak bulup, kiraz ağacının gölgesine kurulduk oğlumla beraber. Hayvanın tüm organlarının yedi eşit parçaya bölünmesi gerekiyor artık. Hem beraberce bu kesme işini yapıyor, hem de anatomi üzerine hararetli bir muhabbet yapıyoruz. Kaslar, lifler, ciğerler, kalp, dalak, kafa, göz,beyin, vs... Enteresan bir gurup çalışması çerçevesinde, neşeli ve güzel anları paylaşıyoruz oğlumla. Çoktandır böyle güzel vakit geçirmediğimizi fark ediyorum beraberce. Eee!...Normaldir artık! Ergenlik çağında nede olmasa...
’Baba!’ diyor oğlum. ’Hayvanın her organını yedi eşit parçaya ayırdık ama, şu kenarda duran küçük parçaya hiç birimiz dokunmadık. Neden?’
Merakla işaret ettiği yöne başımı çevirdiğimde,yılların ötesinden kopup gelen hoş bir tebessüm esintisi yerleşiveriyor dudaklarıma. Susuyor ve hatıraların haz veren realitesinde, çocukluğumun o müthiş huzurlu anlarını yeniden hissetmeye çalışıyorum.
’Neden sustun? Çaktırmadan gülüyorsun bir de! Ne oldu?’
’Bırak o parçayı da, aklıma gelen hoş bir anımı anlatayım sana, gel!’
İtiraz etmeden dikkat kesiliyor anlatacaklarıma. Zira, alışıktır böyle hikaye seanslarıma zevkle kulak vermeye o. Bir taraftan eti ve kemikleri parçalamaya devam ediyor, bir taraftan da hikayeyi güne taşıma gayreti içine giriyoruz. Ben anlatıyorum, oğlum pür dikkat dinliyor. Çevremizdekiler de, ’Bunlar böyle hararetli ne konuşuyorlar acaba??’ diye meraklar içine düşüyorlar.
’Sene kaçtır hatırlamıyorum. Sanırım on yaşlarında flandım. İki odalı küçük evimizde, yedi nüfus, yarı aç, yarı tok yaşayıp gidiyorduk. Reji’de hademe olan babamın çok yüksek bir maaşı olmadığından olsa gerek, öyle evimize et flan girmezdi bizim. Kurban da kesemez, eşin-dostun getirdiği kurban payları sayesinde midemiz yılda bir kez olsa da bayram ederdi. Annemizin kocaman tencerede yaptığı bol soğanlı kavurmanın pişmesini sabırsızlıkla bekler, sonra da bakır sağanlara boca ettiği andan itibaren mısır ekmeği lokmalarını dört bir koldan şevkle bandırarak iştahla yerdik.
İlçenin haftası Salı günü kurulurdu yine zamanımızda olduğu gibi. O gün pazara inene annemiz, kasaptan eti sıyrılmış kemikleri alır, yemeklerinde et lezzeti olsun diye içine katardı. En büyük zevklerimizden biri de, bilhassa kış fasulyesinden yapılan yemeğin içinden çıkan o kocaman kemiklerde kalan minicik et parçalarını yalamaktı. Bir de kemiğin iliğini mideye indirmek tabi ki... Bu gün, bu yaşımda hala çok sağlıklı olabilmemin nedenini, çocukken yediğim o kemik iliklerine bağlamışımdır her zaman.
Oldukça soğuk seyreden bir kış mevsiminin, sevimsiz bir günüydü. Evimizin saçaklarından ve penceremiz önündeki erik ağacının dallarından sarkan buz sarkıtları ve karşıdaki ’Salari’ tepelerini kaplayan yağış yüklü bulutların kasvetli manzarası hala gözlerimin önünde cap canlı duruyor. Sanırım hafta sonuydu. Okula flan gitmemiş, geç saatlere kadar uyumuştuk kardeşlerimle.
O sabah, burnuma gelen müthiş güzel bir et kızartması kokusu ile uyandım. Önce rüya görüyorum zannettim ama, ağabeyimi de yatağının içinde doğrulmuş, burun deliklerini maksimum seviyede açarak odanın kirli havasını zevkle solumakta olduğunu görünce olayın gerçek olduğu kanısına vardım. Bir tuhaflık olduğunu fark edince acele ile kalktık, bizim gürültümüze uyanan tüm kardeşlerimle birlikte paldır küldür bitişik odaya hücum ettik. Orası hem mutfağımız, hem de ebeveynlerimizin yatak odası idi. Babam yoktu tatil günü olmasına rağmen. Sanırım bir ara iş kovalamaya, zar zor geçindirdiği evine üç beş kuruş daha katkı sağlayabilmek için çalışmaya gitmişti. Belki de asla stok yapmayı başaramadığımız yakacak odun tedariki peşindeydi.
Enteresan bir manzara... Odanın ortasına yayılan genişçe sofra bezinin üzerine yine ahşap sinimiz kurulmuş, üzerine de klasik kahvaltı malzemelerimiz yerleştirilmiş... Dedemin zeytinliğinden topladığımız ve annemin salamura yaptığı tuzlu, kurtlu zeytin... Yaz aylarında yaylaya çıkan baba dostlarından tedarik ettiğimiz ve annemin tuzlayarak bir yıl boyunca muhafaza etmeyi başardığı tuzlu İmansız Peynir... Evimizin hemen yanı başında yetişen ve komşuya ait olan kocaman bir Patlıcan İnciri ağacı vardı. Her yıl meyvesini satın alırdı babam. Zira, herkes bilirdi ki, zaten bizden başkasına asla nasip olmazdı o meyveler; olgunlaşmaya yüz tuttu mu, kardeşlerden birinin midesine iniverirdi anında. Bu şekilde, haram yememizi de önlemiş oluyordu babam. İşte o incir ağacından toplanan meyvelerle yapılan incir reçeli... Kuzinede annemizin pişirdiği taze mısır ekmeği... O zamanlar çok revaçta olan margarin yağ... Bakır maşrapalardan oluşan çay bardaklarımız... Kuzine sobanın kenarına iliştirilen kocaman demlikten yükselen buharın alışageldiğimiz hoş manzarası... Ve de ateşin üzerindeki küçük tepside kızartılmakta olan küçük bir et parçası... Ha!... Bir de lambalı radyomuzdan yükselen Neşet Ertaş türküleri...
Hepimiz acilen sofranın başına kuruluyor, bu enteresan sabah kahvaltısından pay alabilmek için gerekli pozisyonumuzu alıyoruz. Her zaman aynı sahandan yemek yediğimiz için, elini çabuk tutmayanın aç kalması gibi bir gerçek vardı maalesef ve küçük büyük her birimiz bunun farkındaydık. Refleksleri en güçlü olan, karnı en çok doyandı bizim evde. Bazen annemiz oyuna dahil olur, küçükler aç kalmasın diye onlara takviyede bulunurdu.
Her zaman adil olan annemiz, bu kez hiç alışık olmadığımız bir şey yapıyor ve o leziz yemeği sadece benden küçük kardeşimin önüne koyuyor. ’Bunu sadece o yiyecek, siz yemeyeceksiniz!’ diyor. ’Allah Allah yav!... Annemiz neden böyle bir şey yaptı ki? Oysa her birimize küçük bir parça vermesi gerekiyordu normalde. Bu kez kardeşime inanılmaz bir torpil geçti, bu güzel ziyafeti sadece ona sundu.’
Ağlamalarımız, sızlanmalarımız, tepinmelerimiz işe yaramıyor. Nuh diyor, Peygamber demiyor annem. Bizler kös kös klasik kahvaltımızı yaparken, küçük kardeşim gözümüzün içine bakarak, biraz da sırıtarak kızarmış etleri mideye indiriyor. Daha sonraki zamanlarda da o günü sık sık hatırlatıp, bizlere hava atmaktan, dalga geçmekten geri kalmıyor.
Daha sonraki yıllarda annem anlattı tabi ki bizlere olayın aslını. Ama önce büyümemizi ve aklımızın her şeye ermesini bekledi doğal olarak.
Küçük kardeşim, yatağını ıslatma konusunda bayağı inatçı idi. Büyük yaşlara kadar bu alışkanlığından vazgeçmedi, o konuda anneciğime bayağı zahmetler verdi. Garibim, o kadar bıkmış ve yorulmuş ki olaydan, gezmediği doktor, baş vurmadığı kocakarı ilacı kalmamış. Ne yapsa, ne çare bulsa etki etmiyor, her sabah uyandığımızda bizimkinin yorganı yatağı banyoya taşınıyor, ardından da kurusun diye bahçedeki limon ağacının dalına asılıyor.
Bir gün, birisi akıl vermiş çaresizlik içinde kıvranan anneme, ’Bu oğlana koç testisi yedir, şıp diye keser altını ıslatma olayını.’ diyor. O da tereddüt etmeden uygulamaya koyuyor olayı. Sonuç alıp almadığını bilmiyorum doğrusu ama, o sevimsiz hatıra aklımda hiç unutulmayacak şekilde kazındı benim. Biz kurtlu zeytine talim ederken, o koç testisi ile ziyafet çekti kendine.’
Anlattıklarımı ilgi ile dinleyen oğlumun dudaklarında da beliriyor o güzel tebessüm hikaye bittiğinde. Çaktırmadan dönüp duvar dibinde duran hayvanın testisine bakıyor ama hiç soru sormuyor bir daha.
İşimiz uzun sürmüyor. Pay işlemi tamamlanıyor ve veda ediyoruz kurban ortaklarımıza. Memleketin bu saklı köşesindeki güzelliği isteksizce terk ediyor, ilçe dahilindeki sevimsiz apartman yaşantımıza geri dönüyoruz.
Böylece, uzun yıllar sonra, kendi memleketimde bir kurban bayramı sabahına merhaba diyorum ailem ve yakınlarımla. Hasretin, insanın yüreğini acıtan realitesini yaşamıyorum.
Emekliliğin tadını çıkarıyorum.
Bir Tutam Hayat
15.09.2016
Trabzon
YORUMLAR
"Eskilerin de sihirli bir güzelliği var, değil mi?
Şimdilerde sayıları gittikçe azalan ve mevcut olanların, varlıklarını koruyanların da mahzun bir yalnızlığa terk edildiği güzelliklerimiz...
Hatırlarımızı, inatla, ısrarla hala kucaklarında büyük bir fedakarlıkla yaşatmaya devam eden değerlerimiz..."
Bir tutam hayat sunuldu hemde bizlere çok geniş açılı al alabildiğine, anla anlayabildiğin kadar hemde. Neden bu denli yazabildiğinizin resmidir yaşamak hiçte öylesine değil derinden içten ve samimi sıcak yaşamak hasret sevgi içtenlik ne ararsan ara hayat alabildiğin kadardır. Hayatı teğet geçilmemiş bir dün, özlemle çekilmiş bugün, yarınlara bir zamanlar iyiki varlardı yaşamışlardı dedirtmiş anlamlı dizeler yine şanslı ve anlamlı kılmakta yaşamı herşeye rağmen. Kalem yüreğin dilidir sizde bu dili harikulade yansıtmışsınız. Öykünüzde çocukluklarımızdan kesitleride buluvererek keyifle okuyoruz. Daim olun.
Bir tutam hayat
Aslında ne hoş şeyler var yaşadığımız ama,
insanın aklından uçup gidiyor hepsi.
Bir vesile ile hatırlatılması gerek.
Uzun gölü gidip yaşamış olmak şanslı olduğum bir eylemdi....(Erzincan'da görevliyken gitmiştik)...onunla aynı yaşlarda olduğumu da bu yazınızla öğrenmiş oldum (1.1.51 doğumluyum) Kurban bayramı da işte geldi, işte gidiyor... geride bu hatıraları bırakarak anımsatacak kendini... güzel paylaşımdı... paylaşımlar siyasi kaygılardan uzak, o meyanda sataşmalardan arınmış olunca keyifle okunuyor... Kurban bayramınız mübarek olsun. Saygılar
Bir tutam hayat
Trabzon'a, yaklaşık 90 km uzakta, Çaykara ilçesi sınırları içinde orası.
Bu bahis konusu olan ise Sera gölü. Trabzon'a 10 km uzaklıkta, Akçaabat ilçesi sınırları içinde.
Küçük bir göl.
Uzun Göl gibi olamaz tabi ki.
Güzel yorumunuza teşekkür ediyorum dostum.
Merhaba...
Şair Baudelaire (Bodler okunurmuş) "Bende mutlu anlarımı yad etme sanatı var."derken ne kadar da haklıymış...
Etin kokusu da yüzlerce km'ye geldi.
Bitmekte de olsa güzel bayram dileğimle.
Bu arada "Uzungöl"ün benimle yaşıt olduğunu da öğrenmiş oldum.
Nostalji,özlem,çocukluk,fakirlik ama mutluluk hepsi var yazıda.Keyifliydi...selamlarımla.
Bir tutam hayat
Ama, insan içindekini tam anlamıyla anlatamadı mı tadı olmuyor işin.
O küçük hikayeyi anlatacaktım aslında ama,
güzel kurban kesme anımızı da çıkarmış olduk aradan.
Uzungöl, Çaykara ilçesi sınırlarında ve Trabzon'a yaklaşık 90 km uzaklıkta.
Sera Gölü ise, ile 10 km mesafede ve Akçaabat ilçesi sınırlarında.
Her ikisi de heyelan sonucu oluşmuş.
Sera gölü, küçük bir göl. Uzun Göl kadar olamaz tabi ki.
sabri ayçiçek
Bak yeni bir şey de öğrenmiş oldum.Uzungöl başka,Sera gölü başkaymış.Sağ ol.
sabri ayçiçek tarafından 9/15/2016 4:18:12 PM zamanında düzenlenmiştir.
Dünyanın en güzel manzaralarını, doğal ortamlarını yeryüzünün uzak coğrafyalarında ararız, Doğu Karadeniz yaylalarından vadilerinden bihaber
Kartpostallık manzaralardan habersiz karta kaçmış düşünceler, hisler içerisinde yalpalıyoruz, manzarayı ranzamızda uzandığımız yerden izlemek istiyoruz
Trabzon ise hele tarih ve doğa membaı
Görmüşlüğüm ve bir ölçüde gezmişliğim var da kifayet etmez neme lazım
Geçen hafta Osmanlıspor Trabzonspor'u yendi, hemde evinde
Kendi kendime düşündüm
Bir başka takım olsaydı Osmanlı tokadını yedi derdim
Oysa Trabzonspora diyemem bunu
Vurdu mu, Trabzonspor'un Osmanlı tokadı vurduğu bir neslin evladıyım ne de olsa
Kendim farklı bir taraftarlığa sahip olsamda ne gam
Bende halimce o ulvi coğrafyaya bir selam çakıyorum
Nihayet Hocam
Kurban Bayramınızı tebrik ederim
Yüreğinize, emeğinize, kaleminize, kelamınıza selam ve saygılarımla
Bir tutam hayat
Bizler de küçük bir gezinti yapmış olduk onun sayesinde.
Zigana'yı devirdik yani sizin anlayacağınız.
Allah'ım, ne güzelliklere sahibiz aslında.
Trabzon'a gelenlerin,
muhakkak bu Zigana'ya çıkması gerekli bence.
Vatanımızın ne değerli ve güzel köşeleri olduğunu öğrenmeleri lazım.
Kardeşim Amasya'da yaşıyor.
Komşuları bu yıl İtalya'ya gideceklermiş gezmeye.
Trabzon'a geldiler mi diye sordum?
Gelmediler karşılığını verdi.
Git onlara söyle dedim,
kendi vatanındaki güzellikleri bırakıp,
başka ülkelere gidenlerin hiç mi hiç söz söyleme hakkı yoktur.
Önce buraları gelip görsünler.
Bir de sitemkar selamlarımı söyle.
Trabzonspor,
bu yıl kümeye düşmesin yeter bize valla.
Bir şey beklediğimiz yok.
Osmanlıspor'a gelince,
biz de gururla takip ediyoruz onu.
Ve de hemşerimiz Akçay'ı tabi ki.
Güzel yorumunuza teşekkür ediyorum efendim.