- 490 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
-BİR ROMANIN PENCERESİNDEN-
Bir romanı okurken elbette konusunun ilgimizi çekmesi kadar edebi lezzet boyutunda yoklarız. Açıkçası damak tadı ararız. Şüphesiz içinde bulunduğumuz halde önemlidir. Sözgelimi insanın psikolojik yönden kötü bir devresinde iyi gidebilecek romanlardan da söz edildiğini duymuş olmalısınız. Böyle bir dönemde sürükleyicilik aranmayabilir. Durağan bir atmosfere sahip, başka bir zaman olsa sıkıntıdan patladım diyeceğiniz bir roman kafa dağıtmak için ideal hale gelebilir. Şüphesiz bu istisnai bir durum olmalı. Genellikle akıcılığı, damak zevkimize uygunluğu önemseriz elbet. Ayrıca daha önceden bilip, tanıdığımız ve beğendiğimiz bir yazarın yeni bir romanı olması da rehberlik edebilir.
Son zamanlarda okuduğum bir romanı bu anlamda ele aldığımda yazarı açısından benim için bildik bir eser değildir. Açıkçası tavsiye edilmesi üzerine okuduğumu söylemeliyim. Ve okur profilime uyduğunu da. Bilal CİVELEK tarafından kaleme alınan "Boris’in Sırrı“ adlı eseri tarihi roman kapsamında değerlendirebiliriz. 2’inci Dünya savaşı döneminde Balkanlarda, Makedonya ve Bulgaristan coğrafyalarında geçen bir olaylar zinciri karşımıza çıkmaktadır. Savaşın ilk yıllarında Nazi İşgali esnasında, son zamanlarında ise Sovyet Rusya’nın giderek bölgede hakimiyetini arttırması sırasında Türklerin ve Müslümanların yaşadıkları konu edilmektedir.
Roman kahramanlarına baktığımda da; Derman Baba hem Veli hem de organize edici kimliğiyle çok değerli bir kişilik. Selçuklu ve Osmanlı devri Erenleri ve Evliyaları misali bulunduğu bölgeyi ve insanını hareketlendiren, deyim yerindeyse yaşadığı ortamı içten canlandıran bir karakter. Derman Babanın müspet çalışmaları zaman geliyor Boris gibi iflah olmaz bir karakteri bile ıslah ediyor. Başlarda Boris’in üvey oğlu olarak gördüğümüz Yusuf’un ilerleyen bölümlerde öz evlat olduğu ortaya çıkmaktadır. Yusuf, ailesinin Hıristiyan olmasına karşın öteden beri kendisini Müslüman olarak tanımlar. Ancak bilgi eksikliği de duymaktadır. Derman Baba vasıtasıyla bu eksikliğini giderir. İlerleyen dönemlerde Bulgar yönetimine karşı verdiği mücadeleler sebebiyle Belene kampına gönderilir. Kendisi gibi buraya gönderilen ve yıllar öncesinden tanıdığı doktor Selçuk’la karşılaşır. Önceleri Bulgaristan’da Komünizme ve partiye hizmet eder görünen doktorun tam tersine Müslümanlığa ve Türklüğe yönelik destekleyici çalışmalar yaptığı anlaşılır. Şüphesiz romanın final anlarında Yusuf’un evine varmasına karşın ailesine önemli ölçüde kavuşamadığı, doktor Selçuk’un ise Belene kampında hayatını kaybettiği görülecektir.
Belene kampının vahşeti bana Sovyet döneminin ünlü Rus romancısı Soljenitsin’i de hatırlatmıyor değil. Stalin dönemi çalışma kamplarını konu edinen "İvan Denisoviç’in Hayatında Bir Gün" ve "Gulag Takımadaları" romanları da bizlere fikir verebilir. Elbette Sovyet çalışma kampları ve Bulgar Belene kampının paralel özellikler dairesinde konumlandığını da söylemeliyiz.
Bu hakikaten akıcı anlatıma sahip güzel eseri okurken duygulanmamakta mümkün değil. Bir yandan da bana anımsattığı hususlardan söz edebilirim. Büyük şairimiz Yahya Kemal’in "Açık Deniz" adlı şiirini hatırladım bir an. "Elveda Rumeli" dizisini düşündüm. Aslında o sahneleri düşünmekle değil hissetmekle idrak edebileceğimizi düşünmekteyim. Bilirsiniz Ziya Gökalp’in çok anlamlı bir sözü vardır. Oğuz Han’ın tarihte yaşamış biri olup olmadığını sorarlar. Fert olarak öyle biri var mı, yoksa Oğuz Han gerçekte Türk milletinin kollektif şuur altı mı? Ziya Gökalp cevaben "İlim bilmez onu gönlüm tanır benim" der. Elbette destanları ilim kanalıyla araştırabiliriz. Ancak bu bize yalnızca ansiklopedik bilgi sağlar. Nüfuz etmemizi dolayısıyla idrak etmemizi mümkün kılmaz, kılmayacaktır da.
Yine Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın "İstanbul-Fetih Destanı" adlı eserindeki şiirleri düşünüyorum. Fazıl Hüsnü bu kitabını 1953’de yayınlar. Yayınlandığı takvimde önemli. Fethin beş yüzüncü yıldönümüne karşılık gelir. Ünlü şairin asker kökenli bir kimliğe sahip olduğu da hatırlanabilir. Bunu şu açıdan söylüyorum. Türklerin siyasi ve askeri tarihini bilmektedir. Kendi kuşağının şairlerinin önemli bir bölümü güncel konular üzerine hiciv ve sosyal yergi şiirleri yazarken o Türk tarihine dönük destanlar yazar. Üstelik Dağlarca İstanbul’un Fethi şiirlerinde destan formatını yakalıyor ve fetih olgusunu kavramsal olarak anladığını, doğru anladığını gösteriyor. Öyle ki, döneminin bu duruma çok müsait olduğu da söylenemez.
Açıkçası Cumhuriyetin kurulduğu dönemler Yeni-Eski karşıtlığı da yaşanmaktadır. İster istemez Osmanlı’nın radikal düzeyde tenkide uğradığı siyasi şartlar hakimdir. Bu durumu ortaya koyan güzel bir örnek dönemin ünlü eleştirmenlerinden Nurullah Ataç’ın bir sözüdür. İstanbul-Fetih Destanı adlı eserin yayınlandığı dönemde Ataç, bizim Fazıl Hüsnü’de son zamanlarda iri iri kelimeler sarf ediyor demektedir. Neden, çünkü Fazıl Hüsnü’nün bu çalışmasını yayınladığı dönemde hakim aydın düşüncesi fetih olgusunu tarihsel zeminde bile olsa sıcak karşılamaz. Nurullah Ataç bir bakıma bu sıkıntılı ruh haline tercüman olmaktadır. Bu nokta etrafında bir kanaatimi de şu şekilde belirtmek isterim. Maalesef münferit isimler dışında modern dönemde aydın yapımız Cemil Meriç’in deyişiyle "Cavalacozlar Kafilesi" olmaktadır. Ben bunu derken objektiflikten uzaklaşmadığımı düşünmekteyim. Kemalist, sosyalist, liberal, muhafazakar, milliyetçi, islamcı, vs. her ideolojik yapıda kontenjan tanırım. Fakat bir zümre olarak aydın kitlemiz halktan kopuk bir yapılanmaya sahiptir dersem acep mübalağa mı ederim?
Bu arada romanda İkinci Dünya Savaşı döneminin iki ayrı evresinin de başarıyla işlendiğini söylemeliyim. Nazi Almanyası ve Bolşevik Rusyanın işgali devreleridir bu. Benzeri yapılanmanın Kırım Türklerine de yazgı olduğu söylenebilir.
Ne ki, Balkanlarda Nazi işgali Bulgar ırkçılığına aradığı fırsatı vermemektedir. Bu durumun oluşmasında Türkiye devletinin diplomatik girişimleri de rol oynamaktadır. Halbuki Sovyet işgali Bulgar ırkçılığına aradığı bu imkânı fazlasıyla vermektedir. Bunun nedenini bence tarihsel bazda Türk-Alman ve Türk-Rus ilişkileri arasındaki farklı yapılanmada aramak gerekir. Almanya ile 19‘uncu yüzyıldan itibaren kısmen de olsa politik dostluk düzeyli ilişkilerimiz bulunmaktadır. Halbuki Rusya ile ilişkilerimiz özellikle 18‘inci yüzyıldan itibaren problemli bir çizgiye oturur. Açıkçası, Rusların bizim lugatımızdaki karşılığı Moskof olarak şekillenecektir.
Bu noktada eski Türkçü yazarlarımızdan Selahattin Ertürk’ün bir bahsinden de özellikle söz etmek isterim. Türkiye’de anti-komünizm büyük ölçüde anti-Rus ve anti-Sovyet olma durumudur, der. Belki tartışılabilir. Türk milletinin İslam temelli değerleri de anti komünist anlayışın yaygın bir durum olmasını kaçınılmaz kılar. Ancak Selahattin Hocanın konuyu özellikle tarihi Osmanlı-Rus savaşları ve 20’inci yüzyılda da Stalin’in Türkiye’den toprak talepleri ve Bolşevik Rusya’nın Orta Asya ve Balkan Türklüğüne karşı izlediği zulüm politikası temelinde aldığını düşünüyorum. Yani Komünizmin dinsiz bir ideoloji olmasından öncelikli öge Rusya’nın Türkiye’yi ve Türk dünyasını tarihsel açıdan işgal hedefleridir belirleyici unsur. Başka bir deyişle Rusya dinsizliği veya Hristiyanlığı’da benimsese Türk Dünyasına karşı bakışı değişmeyecektir. Tabi bu dediklerimin ötesinde Komünizmin genel din algısı ve felsefesi her zaman tenkit edilebilir. Ancak bu durum ayrı bir değerlendirme yapmayı gerekli kılmaktadır.
Nihayet, eserin ele aldığı hususlar etrafında duyarlılığımızı arttıracağını ya da mevcut duyarlılığımızı tazeliyeceğini de söylemeliyim.
L.T.
YORUMLAR
Teşekkürler sayın hocam bilgi dolu irdeleyici yazınızı beğenerek ve ilgiyle okudum...Saygıyla.
levent taner
Varlığınız ve katılımınızla şeref bahşettiniz
Çalışmalarınızda başarılar dilerim
Saygı ve selamlarımla...