- 447 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
-FETİH VE BAĞIMSIZLIK KAVRAMLARI ÜZERİNDE DÜŞÜNMEK-
Bursa’mız ülkemizin tarihi zenginliğiyle kendini gösteren illerinden biri. Eskiçağlardan bu yana muhtelif devletleri ve devirleri idrak etmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla farklı kültürleri potasında eritmektedir.
Günümüzde de hükmünü sürdüren Müslüman Türk varlığı açısından ele aldığımızda ise iki ana takvim bizleri karşılamaktadır. 06.04.1326 ve 11.09.1922. Birincisi Bursa’nın fetih günü, diğeri ise kentimizin istiklaline kavuşması ya da bağımsızlık tarihi olmaktadır.
Fetih, bir yörenin belirli bir tarihi dönemde egemenliğiniz altına alınması ve devamında farklı bir kültürün ve değerlerin çerçevesi içerisinde dönüştürülmesidir. Yani sadece topraklarınıza katma olayı ya da sayısal bir değişken değildir.
Kurtuluş kavramında ise kentin belirli bir zaman diliminde elinizden çıkması, sonrasında ise tekrar kazanılması hüviyeti karşımızdadır. Yine sayısal bir büyüklük olmamaktadır. Çünkü belirli bir çağda fethedilmiş bu toprak yüzyıllar boyu uğruna ölünebilen bir vatan parçası hâlini almış bulunmaktadır. İşte 1922’de yaşanan da budur. Uğruna mücadele edilen ve gazi ya da şehit olunan bir vatan toprağıdır. “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” mısraları hiç kuşku yok ki söze gerek bırakmayacaktır.
Bu açıdan düşündüğümde fetih kavramını; ne işimiz vardı bizim o diyarlarda şeklinde değerlendirmeyi doğru bulmadığımı söylemeliyim. Öncelikle bir tarih atlasını elimize alıp sayfa sayfa incelemeyi öneririm. Binlerce yıldır Dünya haritası kaç defa değişmiş? Kimin kime söyleyecek sözü, yan bakacak hâli var acaba? Bugün hayatta olmayan bir siyaset adamımız ne güzel söyler. Bir Viyana seyahatinde yabancı bir gazeteci sorar, Viyana kapılarında ne işiniz vardı? Ünlü politikacımız şu veciz cevabı verir. "Haçlı seferlerinin iadei ziyaret-i".
Hele ki, ne işimiz vardı Viyana kapılarında sorusunu biz kendimize sorarsak inanın bana şu an üzerinde yaşadığımız Anadolu toprağının bizim olduğunu Avrupa’lılara anlatmakta zorluk çekeriz. O zaman Avrupa’lı zaten her zaman benliğinde taşıdığı duyguyu soruya dönüştürür ve Anadolu tarihte Bizans’tır, sizin yeriniz Orta Asya’dır deyiverir bilesiniz. Şüphesiz biz de cevabı yapıştırırız Avrupa’ya. Anadolu’nun Bizans ve Roma öncesi eski çağ tarihi çok daha uzun bir zaman dilimidir ve siz o zaman sürecine ait değilsiniz diyebiliriz.
Aslında Cumhuriyetimizin ilk dönemlerinde sahne alan eski Anadolu’cu anlayışı bu çerçevede algılamakta mümkündür. Açıktır ki, o nesil Avrupa ile mücadelenin salt askeri boyutla sınırlı olmadığını düşünmekte haksız değillerdi.
Gerçi müzelerde ancak karşılığı bulunacak tarih devirleri üzerinden dünya görüşü geliştirmek ilk bakışta garip gelebilir. Ne ki, batının Yunancı tezlerini çürütmekte o denli gerekmektedir. Hatta Ege ve Kıbrıs meselesini salt güncel askeri siyasi söylemler olarak algılamayıp gerek Avrupa gerekse Yunanistan’ın izini tarihin eski zamanlarına kadar sürmek gerekir dersem bilmem mübalağa mı olur? İşte yakın tarihimizde bu hissin uyandığı bir dönem vardır. Düşünsenize Yunan sanatçısı ve düşünürü diye lanse edilen belli başlı isimlerin önemli bölümü Anadolulu olmaktadır.
Vaktiyle izlediğim bir yabancı belgeselde Yunanistan’dan seslenen bir sunucunun programa; ben şu an sizlere niçin buradan sesleniyorum çünkü uygarlık burada başladı sözleriyle giriş yaptığı gelir aklıma. Kendi hesabıma, sen söyledin ya hemen yedik, biz de eşektik çünkü şeklinde düşünmedim değil. Tarihte bir Yunan kültür ve uygarlığı dönemi kuşkusuz var. Amma velakin bunun mit halini alması, Yunancı bir kültür emperyalizmi olgusuna dönüşmesi her zaman sorgulanmaya muhtaçtır.
Bunun gibi fetih ve istiklâl kavramlarını da bu bağlamda ele aldığımız takdirde mevzuyu uzun tarih devirleriyle mukayese edilemeyecek kadar kısa dönemli ve dar çerçeveli tartışma alanlarına sokmayalım derim. Bugün Üsküp, Niş, Saraybosna ya da Musul, Kerkük, Batum, Bakü gibi kentler elimizde olsa idi oralarında kurtuluş gününü kutlamayacak mıydık? Yoksa buralar sehven elimizde kaldı deyip geri mi verecektik? Kaldı ki, Musul ve Kerkük gibi kentleri Cumhuriyetin ilk dönemlerinde elimizde tutmak için uğraşmadık mı acep? Lozan’da çözülemeyen sorunun 1924’de Milletler Cemiyeti görüşmelerinde de çözülememesi aklımıza gelebilir. Bu süreçte mücadele ettiğimiz İngiltere’nin gözü bölgenin petrol yatakları üzerindedir. Bu yüzden Türkiye devletinin bölgede Referanduma gitme isteğini İngiliz tarafı reddeder. 1925’de çıkartılan doğu isyanının sonuçları arasında Musul’un kaybedilmeside ilginç değil mi?
Bütün bu sözlerden sonra şunu açıklıkla söylemeliyim: Fetih kavramını algılamadan veya dışlayarak kurtuluş kavramını ya da İstiklale kavuşmayı anlayamayacağımız gibi, bağımsızlık savaşı takvimlerimizi değerlendirmeden ve özümsemeden de bugünkü varlığımızı sağlıklı bir zemine oturtmamız ve ifade edebilmemiz mümkün görünmemektedir bana.
L.T.
11 Eylül 1922 Bursa’nın Bağımsızlık Gününün sene-i devriyesinde bize bu anlamlı günü armağan eden vatan evlatlarımızı saygı, rahmet ve şükranla anıyorum...
YORUMLAR
Efendim, varlık bir bütündür, medeniyet ruh ve beden gibi iki cephelidir, doğu medeniyeti dünya medeniyetenin ruhi vechesini (Ağırlıklı olarak TÜRK medeniyeti), batı medeniyeti ise zahiri vechesini temsil eder. Ruhi ve zahiri vechelerin dengede olması dünya barışını simgeler, Ruhi cephe herkese hayat verirken (Ruh maddi dünyada bedensiz yaşayamaz), Zahiri cephe maddi şehvetin aldatıcı zevkiyle dünyayı kaosa sürükler, Haçlı seferi ve Viyana kapısına bu gözlükle de bakmakta yarar vardır diye düşünüyorum,
Anlamlı yazınızı tebrik ederim.
levent taner
Katılım ve katkınız ne büyük bir onur bahşetti
Yüreğinize, emeğinize, kaleminize, kelamınıza bereket
Saygı ve selamlarımla...
levent taner
Katılımınız dolayısıyla onur duydum
Saygı ve selamlarımla...
Üstadım, popüler bir gazeteci, geçenlerdeki bir yazısında, "...biz her zaman buradaydık. Bir vakit Asya steplerine kadar gitmişiz. Sonra oradan geriye dönenler olmuş. Ayrıca buradan ayrılmayanlar da olmuş..." mealinde yazıyordu...
İnternet okumalarımdan anlayabildiğim kadarıyla, Anadolu coğrafyası bir sirkülasyon coğrafyası... Bu durum, Bizans çağında zirve yapmış; onlarca milletten paralı askerler getirilmiş buraya... Bu hetorojen yapının hikayesinin Hititler çağına kadar gittiği de belli... En son olarak Türkler Türklük damgasını vurunca, bu coğrafya-tabiri caizse-bir kimlik, kişilik kazanmış...
Ne var ki, bu nokta güçlü yanımız olduğu kadar, zayıf yanımız da... Dezenformasyon odaklarının zalimliklerini sergiledikleri nokta da burası...
Yazmadan geçilemeyecek bir nokta da şu: Farklı inanç gruplarının, etnik toplulukların, Türklüğün ve Müslümanlığın, hatta Müslüman Türklüğün kuşatıcı ve kucaklayıcı niteliğine ve gelişimine rağmen asimilasyondan söz etmeleri, buradaki insan kaynağını hedef alan yıkıcı odakların değirmenine su taşımak olduğunun bilinmesi gerek... Türkiye için yapılan ümitvar projeksiyonların sağlam temeli de başka şey değildir sanıyorum... Zaten bu da en özlü şekliyle formüllendirilmiş: Tek vatan+Tek millet+Tek devlet+Tek bayrak...
Selam ve saygılarımla.
levent taner
Katılım ve katkınız ne büyük bir saadet bahşetti
Yüreğinize, emeğinize, kaleminize, kelamınıza bereket
Saygı ve selamlarımla...