KANLI KONTES...(BİYOGRAFİK ÖYKÜ)*********
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Avrupa’nın siyasi rengini I. Elizabeth, Korkunç İvan, XIII. Louis ve III. Murat gibi güçlü hükümdarların belirlediği bir dönemde, kıtanın gözlerden uzak bir yerinde, halen eski batıl inançlardan kurtulamamış bir ülke bulunmaktaydı: Transilvanya. Osmanlı İmparatorluğu’nun etkisi altındaki bu topraklarda kan, gizem ve terör kokan garip gelişmeler yaşanıyordu. Bu küçük ülke, adeta bir sır kutusuydu. Tarihin ücra köşelerinde uzanan bu toprakların, en az kendisi kadar gizemli bir efendisi vardı: Elizabeth Bathory. Ya da icraatları sebebiyle kendisine yakıştırılmış ve gerçek isminden daha fazla bilinen lakabıyla Kanlı Kontes...
Tarih kitapları Elizabeth Bathory’nin bir ‘vampire’ olduğunu yazmaktaydı.
Vampir, günbatımı ile şafak arasında dirilerek mezarından çıkıp insanların kanını içen mitolojik bir yaratığa denildiğine göre, Elizabeth Bathory bir vampir değildi elbette; o, 7 Ağustos 1560 tarihinde Macar Krallığına mensup Bathory ailesinin kızı olarak doğmuş ve çocukluğunu Ecsed şatosunda geçirmişti. Macaristan’ın Osmanlılar ve Avusturyalılarla gerçekleştirdiği savaşların yaşandığı bu dönemde Elizabeth Bathory iyi bir Protestan genç kız olarak yetiştirilmişti. Son derece zeki bir kızdı; öyle ki Transilvanya Prensi’nin bile zar zor okuma yazma bildiği bir zamanda o Macarcadan başka Yunanca, Latince ve Almancayı akıcı bir şekilde konuşabiliyordu.
Öte yandan o, tam 650 insanın kanını içmişti. Doğup yaşadığı Transilvanya’da onun kurbanı olan ‘kanı çekilmiş’ cesetleri bulan halk, bu vahşeti yaratanın bir insan değil, ancak bir vampir olabileceğine inanıyordu.
Mevsimler ard arda gelip de asırları çoğalttıkça kendisi ve kurbanları toprak olmuş, ama o uğursuz isim: Elizabeth Bathory, ya da daha çok bilinen şekliyle, ‘Kanlı Kontes’, bir çok vampir hikâyesine ilham kaynağı olmuştu. Bram Stoker de 1897’de yazdığı ünlü ‘Kont Drakula’ isimli romanında onun yaşamından esinlenmişti.
Günümüzde pek çok vampir öyküsünün temelinde ‘Kabil ve Lilith’ olduğu söylenir. Onların öyküsü ilk vampir öyküsüdür. İlk insanlar ve ilk vampirler… İkisi de aynı dönemde yaratılmış. Ve tabii ki, günümüzde aramızda ellerini kollarını sallayarak dolaşmaktadırlar. Vampir avları düzenlenen 1730’lu yıllarda ünlü filozof Voltaire bu konuya şöyle bir yorum getirmiştir: “Gerçek kan emiciler mezarlarda değil, aramızdadır. Borsa spekülatörleri, tüccarlar ve işadamları halkın kanını her gün emmektedirler. Bunlar kesinlikle ölmüyorlar ama yaşarken çürüyorlar.” Karl Marx’ın konuya yaklaşımı da benzer biçimdedir: “Sermaye ölü emektir. Ancak canlı emeğin emilmesi ile vampirlere özgü biçimde hayat bulur. Ne kadar emerse o kadar hayat bulur.”
Biz asıl efsanelerin öykülerine dönelim:
Adem ve Havva’nın ilk oğulları olan Habil (Abel) ve Kabil’in (Cain) hikayesine göre Tanrıya adak adayan iki kardeşten yalnızca Habil’in adağı kabul görür, bunun üzerine Kabil duyduğu kıskançlıkla kardeşi Habil’i öldürerek lanetlenir.
"Sen ve senin çocukların, bu diyarda gezdiği sürece karanlığa tutunacaklar. Sadece kan içecekler. Sadece kül yiyecekler. Bir ölü gibi yaşayacaklar, fakat ölmeyecekler. Son günlere kadar dokunduğunuz her şey yok olacak!"
Bu lanetle Kabil acı bir çığlık atar, gözlerinden kan gelir. Kanı bir kabın içine doldurur ve içer. Böylece Kabil ilk katil ve ilk ölümsüz olarak dünyayı dolaşır. Kabil’in çocukları da olur, bir şehir kurarak ona oğlu Hanok’un adını verir. (Günümüzde bu şehrin Urfa olduğuna inanılıyor.) Kabil daha sonra Adem’in ona boyun eğmeyi reddettiği için sürgün edilen ilk karısı Lilith ile birleşir ve Kızıldeniz civarında Nod adında bir kente yerleşir. İblislerin anası olan Lilith, hiçbir şey yiyemeyen Kabil’i hayatta tutmak için ona kendi kanından verir ve böylece kendi soylarının ilk vampirlerini oluştururlar. (Bu Lilith’in en son kocası ise SAMİ HOCA VE ALKARISI isimli öykümde anlattığım gibi SAMİ EMEKLİ’dir.:. www.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=156196 )
Bir diğer vampir efsanesi de M.Ö. 1800’lü yıllara, Babillilere dayanıyor; fakat, sadece folklorik tarihsel araştırmalara konu teşkil ediyordu.
Benzer şekilde antik çağa ait ‘Delphi Yazıtları’’nın bir bölümü vampirlerin nasıl ortaya çıktığına dair bir aşk öyküsüydü.
Bunlardan başka M.Ö. 700 yılları civarında yazıldığı tahmin edilen, orijinali Sanskritçe’den pek çok dile ve yerel Lehçeye çevrilen ‘Vikram ve Vampir’’de, Hindistan’da kimi kadınların uyurken kana susamış yaratıkların saldırısına uğradıkları anlatılıyordu.
Yine, 1001 Gece Masalları’nda dişi vampirlerle ilgili öyküler yer almaktaydı.
Keza Gine’nin Camma kabilesinde Ovengua adlı yaratık, ya da Borneo adasındaki Dayak kabilesinde Buau adlı yaratık da benzer inanışlara dayanıyordu.
Asıl vampir efsanesi ise Orta Çağda, 1200’lü yıllarda İngiltere’den başladı. Galli rahip Walter Map, bir vampirin bütün bir köy ahalisinin kanlarını emmek suretiyle öldürdüğünü iddia etti. Map’ın iddiasına göre köyde sağ kalan son kişi kılıcını çekip kana susamış vampirin kafasını ensesine kadar ikiye bölmüş ve tehlikeyi sona erdirmişti.
Bütün bunlar gerçekliği kanıtlanmamış birer efsaneydi. Gerçekliği belgelere dayandırılan ve belgeleri halen Macaristan devlet arşivinde saklanmakta olan ilk vampir vakası ise Elizabeth Bathory’nin hikayesiydi.
Her ne kadar halk arasında insanların kanını içtiğine inanılarak bir vampire olduğuna inanılsa da, hizmetçilerine ve çalıştırdığı kızlara inanılmaz işkenceler yapan ve 650 genç kızı öldürmekle suçlanan bu kadın, aslında tarihin en kanlı sadistlerinden biriydi.
Oldukça zengin ve ülkedeki en güçlü Protestan ailelerden biri olan garip bir aileye mensuptu. Bathorylere mensup birçok savaş kahramanı, bir kardinal ve geleceğin Polonya Kralı bulunuyordu. Öte yandan, Elizabeth Bathory’nin kimi akrabalarının da sicili pek parlak değildi. Söz gelimi Elizabeth Bathory’nin amcalarından birinin Satanist ayinlere düşkün bir simyacı olduğu biliniyordu. Halası Clara hizmetçilerine işkence yapmaktan zevk alan, tanınmış bir lezbiyen ve cadıydı. Erkek kardeşi Stephan ise ayyaş bir cinsi sapıktı. Yine çocukluğundan beri onunla ilgilenen bakıcısı da kara büyüyle uğraşan ve ayinlerinde küçük çocukları kurban etmekten çekinmeyen biriydi. Ailesindeki pek çok insan çeşitli ruhsal hastalıklardan muzdaripti. Çevresinde öyküneceği yeterince kötü örnek olan Elizabeth Bathory’de de çocukluğundan beri birtakım anormallikler vardı. Acımasızlığıyla şöhret kazanan kuzeni Transilvanya prensi Stephen gibi Elizabeth de çocukluğundan itibaren ani öfke nöbetleri geçirmekteydi ve cinsel kimlik bozukluğuna sahipti. Elizabeth Bathory’nin bu durumda bir seri katile dönüşmemesi neredeyse imkansızdı.
Henüz altı yaşındayken, kişiliği üzerinde derin izler bırakacak bir olaya şahit oldu. Şatoya eğlence için bir grup Çingene çağrılmıştı. Bunlardan biri, çocuklarını Türklere satmakla suçlanarak ölüm cezasına çarptırıldı. Tek derdi, çalgısıyla ekmeğini kazanmak olan adamın, kulakları sağır eden feryatları Elizabeth’in dikkatini çekmişti. Şafak vakti dadısından kaçtı ve adamın nasıl cezalandırıldığını görmek için şatonun dışına çıktı. Dışarıda yere yatırılmış bir at vardı. Askerler atın karnını yarıp ölüm cezasına mahkûm edilen adamı, sadece kafası dışarıda kalacak şekilde, can çekişmekte olan hayvanın içine soktular. Sonra da atın karnını diktiler! Hem at hem de zavallı adam, çığlıklar içinde çırpınarak öldü. Elizabeth bu olayı baştan sona izlemiş ve içindeki tuhaf mekanizma işlemeye başlamıştı. Böylece küçük yaştan itibaren, asi köylülerle başa çıkma yolunun acımasızlıktan geçtiğini öğrenmişti. Akranlarına terbiye, saygı gibi kavramlar öğretilirken, Elizabeth şiddet konusunda hiçbir sınırlamayla karşılaşmamıştı.
Elizabeth oldukça hızlı gelişiyordu. Uzun simsiyah saçları ve bembeyaz yüzüyle olağanüstü bir güzelliğe sahipti. Kehribar rengindeki gözleri bir kedininkileri andırıyordu.
Erkek giysileri giymeyi ve erkek oyunları oynamayı seviyordu.
Bu esnada bir köylüyle masum bir aşk yaşamaya başlamış ve ondan hamile kalmıştı.
Onu hamile bırakan köylü acımasızca işkenceden geçirilerek öldürüldükten sonra, babasız olarak dünyaya gelen kızı, Elizabeth’in yaşamı boyunca bir daha ortaya çıkmamak şartıyla bir köylüye verilmişti. Elizabeth bu sırada henüz 12 yaşındaydı ve sevdiği erkek elinden alındığı için artık o bir canavara dönüşecekti…
Devam edecek…VAMPİRLER ŞATOSU …
Kanlı Kontes, köylü sevgilisinin işkence edilerek öldürülmesinden dolayı hiç üzülmemişti aslında. Onun kızgınlığı, zevk alarak vakit geçirdiği bir oyuncağın elinden alınmasındandı. Hızla o oyuncağın yerine ikame edecek oyuncaklar edinmeye başladı. Artık istediği herkesle, her yerde birlikte oluyordu.
Kanlı Kontes’in kişiliği narsisizm ve sadizm etkisindeydi. Bu ruhsal bozukluğundan dolayı kendini çok büyük görüyor, çok özel bir insan olduğuna, özel haklarla donandığına inanıyor, kendine hayranlık duyuyor, dış görünüşleriyle çok ilgileniyordu. Güzelliğiyle etrafa nam salmış olan Kanlı Kontes, zamanını aynaların karşısında geçiriyordu. Güzelliğiyle övünmeyi çok seviyordu ve günde neredeyse beş defa kıyafet değiştiriyordu.
Eleştirilmeye ya da yenilgiye çok büyük bir kızgınlıkla tepki veriyordu. Kızgınlığını genelde cezalandırma yöntemiyle gösteriyordu. Sadizmin acımasızlığıyla kızdığı insanlara işkenceler yapmaktan çekinmiyordu da…
1575’te, henüz 15 yaşında iken, Macaristan’da ‘Kara Şövalye’ ismiyle nam salmış, zalim ve merhametsiz savaşçı 21 yaşındaki Ferencz Nadasdy ile Varanno Şatosu’nda evlendi. Görkemli bir düğün yapıldı. Kocası Ferencz Nádasdy’nin evlilik hediyesi olan Csejte şatosuna yerleşti. Küçük Karpat dağlarının kayalıkları üzerinde bir kartal yuvasını andıran devasa şatoyu kanlı partileri için kullanmaya başladı. Şato, etrafındaki birbirine bitişik 17 köy ve tarım arazileriyle çevriliydi. Kocası sürekli savaşta ve evden uzakta olan Kanlı Kontes’in ruhsal bozukluklarına uygun eğlencelerini sürdürebilmesi için uygun bir yerdi.
Güzellik için zaman harcamaktan ve kaçamaklarından artakalan zamanını lezbiyen halası Kontes Carla Bathory ile geçirmeye başlamıştı. Burada güzel kızlarla lezbiyen ilişkiler kurmaya başladı. Böylece erkeklerden başka kızlarla da ilişkiler kurarak sayısız âşık edindi. Bu arada bakire genç kızlara eziyet etmekten çok büyük bir zevk aldığını da keşfetmişti. Onunla yatmayı göze alarak şatoya gelenlerin bir daha şatodan çıkabilme şansı olmuyordu. Bunun yanısıra büyüye de ilgi duymaya başlamıştı. Dorothea Szantes isimli büyücü cadı, Kanlı Kontes’in hayatına girdikten sonra sadist eğilimleri sınır tanımaz biçimde artmaya başladı. Babasından ve kocasından öğrendiği acımasızlığı ve bu cadıdan öğrendiği acı çektirme yöntemlerini şatodaki hizmetçilere göstermesi en sıradan yaşam biçimi olmuştu. Ruhundaki karanlıktan aydınlığa çıkardığı sadizmi yaşadıkça azıtıyordu.
Kendine özel geliştirdiği işkence tekniklerini kocasıyla da paylaşıyordu. Karı koca acı çektirme keyfinde adeta birbirleriyle yarış halindeydi. Kara Şövalye’nin ondan biraz daha merhametli (!) olduğunu söyleyerek hakkını teslim edelim, zira o karısı gibi öldürmüyor, sadece acı çektirmekle yetiniyordu.
Hizmetçilerine ve düşürdüğü diğer kızlara yaptığı işkencelerle kötü bir şöhret kazanmış, şatosunun adı köylüler arasında ’Vampirler Şatosu’ olarak isimlendirilmeye başlanmıştı.
Bir narsisist ve sadist ruh yapısına sahipti. Ünlü bilim adamı Kohut’a göre narsisistik kişilik bozukluğu gösteren insanlar, çocukluklarında kişilik bütünlüğünün oluşturulabilmesi ve korunabilmesi için çevreden belirli tepkiler alınmasına ihtiyaç duyulan gelişim döneminde takılmış kişilerdir . Ebeveynlerinden gereksinim duydukları ilgi ve empatiyi alamayan bu çocuklar diğerlerinin sadece onların narsisistik ihtiyaçlarını doyurmak için varoldukları düşüncesiyle büyümektedirler. Narsisistik kişilik bozukluğuna sahip olanlar başkalarına bağımlı olmayı reddetmektedir. Kohut, narsisistik hastalarda görülen saldırganlığı ikincil bir fenomen olarak değerlendirmekte ve idealleştirme ile yansıtma ihtiyaçlarının karşılanmamış olmasına bir tepki olarak yorumlamaktadır. Çocuklarına gerçekçi olmayan büyüklük hislerini aktaran narsisistik ebeveynlerin çocuklarında bu kişilik bozukluğunun gelişmesi olasılığının yüksek olduğu ve narsisistik kişilik bozukluğu olan kişilerin çoğunun gerçekte güzel, zeki ve yetenekli kişiler oldukları belirtilmektedir. Tam da Elizabeth ile örtüşen bir tanımlama…
Kanlı Kontes, kocası Kara Şövalye ile çok nadir bir araya geldikleri için, evliliklerinin ilk on yılında çocukları olmadı. Ama Elizabeth daha sonraları dört çocuk dünyaya getirecekti. Kendi çocuklarına çok düşkün bir anneydi.
Kendisi gibi sadist kocası Kara Şövalye, 1603’te zehirlenerek öldürüldü. Ancak onun ölümü Kanlı Kontes’in hiddetini arttırmaktan başka bir şeye yaramadı. Kocasını kaybetmesinin ardından yaşadığı ölüm korkusu onu, daha da çıldırttı ve işi ‘kan içmeye’ kadar vardırdı.
Yaşlanmakta olduğunu fark ettikçe cildini yenileyebilmek için farklı büyüler deniyordu. Yanına aldığı ikinci cadı olan Anna, ona birçok yeni büyü ve işkence teknikleri öğretti. Ancak ne yaparsa yapsın, sürekli artan kırışıklıklarını önleyemiyordu. Aynaya her baktığında, gördüğü kırışıklıklardan daha çok nefret ediyor, nefreti arttıkça akıl hastalığı da artıyor, işkence yöntemlerini giderek daha çok acımasızlaştırıyordu. Şatosunu bir işkencehaneye çevirmişti.
Bir gün saçıyla ilgilenen hizmetçisi saç modeliyle ilgili bir tavsiyede bulunmaya kalkıştı. Kendine adi bir hizmetçinin akıl vermeye kalkışmasından öfkelenince kıza elinin tersiyle öyle bir çaktı ki, kızın burnundan akan kan eline bulaşıp da, elinin üstündeki kırışıklıkları giderince (ona öyle göründü) kızın kanıyla yüzünü yıkayıp aynaya baktı ve bir mucizenin gerçekleştiğini sandı: Kan yüzündeki çizgileri yok ediyordu…
Hemen yanıbaşındaki cadısı bu fırsatı kaçırmadı: "Genç bedenlerin kanını alırsan, onların fiziksel ve ruhsal özellikleri de sana geçer!"
Arzu ettiği gençliğine tekrar kavuşmanın sırrını bulmuştu işte!
Kanlı Kontes, uşağına emir vererek kızın bütün kanını bir küvete doldurtup "kan banyosu" yaptı.
Daha sonra yardımcılarına emretti: "Bana çok sayıda hizmetçi genç kız bulun!"
Kurbanlarının kanında sonsuz gençliğin iksirini aramaya başladı. Uygulamalar için ısrarla genç kızları, en önemlisi de köylü kızları seçiyordu. Elleri kanlı sadık hizmetçilerinin yardımlarıyla, bölgede, savaştan dolayı çaresiz kalmış, tecavüze uğramış köylü kızlarını himayesine alarak, diğer soyluların yanında çalışan hizmetkar kızları iyi ödeme vaatleriyle kandırarak, ya da civar köylerdeki kızları kaçırtarak şatoya getirtiyor, sonra da mahzene kapatıyor, bedenleri tanınmaz hale gelene dek ölesiye dövüyor, çivilerle işkenceye uğratıyor, açlığa terk ediyor, kışın dışarıda üzerlerine su dökerek donmaya bırakıyor, yüzleri, kolları ve cinsel organlarını ısırıyor, tecavüz ettiriyor, lezbiyen ilişkiye giriyor, sonra da vücutlarından kanlarını çıkartarak öldürüyor, cesedi yakıyor ya da parçalatıyordu. Artık gençliğini koruyabilmek amacıyla, "Genç bedenlerin kanını alıyor” ve yıkanırken banyosunu su ile değil, bakire kızların kanlarıyla yapıyordu. (Bu söylentiler onun uzak bir akrabası olan Wallachia prensi Vlad Tepeş -Kont Drakula- gibi bir vampir olduğuna inanılmasına yol açmaktaydı.) İşkencelerini yaşlı hemşiresi İloona Joo, hizmetçisi Johannes Ujvary ve genç bir cadı olan Anna Darvula’nın yardımlarıyla sürdürüyordu. Dehşet, acı ve ölüm Kanlı Kontes için heyecan verici şeylerdi. Kurbanları acı içinde kıvranırken onların yüzlerini görmekten çok büyük bir haz duyuyordu. Ayrıca bakire cesetlerini ormana atarak kurt adam ve vampir söylentilerinin çıkmasına neden olarak da köylülerin korkusuyla eğlenmeyi seviyordu.
Hakkında yazılmış pek çok kitap, çekilmiş pek çok film bulunan Kanlı Kontes’in oralarda anlatılan birkaç işkence olayını buraya aktararak vahşetin boyutunu daha iyi algılamanızı sağlamaya çalışayım:
Emirlerini aksatan hizmetçilerin tırnaklarının altına iğne yerleştiriyordu. Eğer yemek saatine kadar o yemekte giyeceği kıyafeti yetiştirilemezse, iğne işkencesinden kurtuluş yoktu.
Bir defasında kıyafetin gecikmesine neden olan aksaklıkları anlatmaya çalışarak kendini savunan genç bir terzisinin ağzını parmaklarıyla ayırdı. Yine kıyafetlerini güzelce ütüleyememiş genç bir terzisinin yüzü kızgın bir demirle dağlayarak hayatı boyunca silinmeyecek bir iz bıraktı.
Hizmetçileri arasında şatodan kaçmaya kalkışanlar da oluyordu. Fakat yakalandıkları taktirde, bunun cezasının işkenceyle öldürülmek olduğunu bildiklerinden ancak bunu göze aldıklarında kaçmaya kalkışıyorlardı. Bunlardan Pola her ne kadar kaçmayı başarmış olsa da peşine düşenler tarafından yakalanıp geri getirilmişti. Hani günümüzün illüzyon gösterilerinde bir sandığın içine kızın birini sokup sandığın altı kenarındaki deliklerden kılıçlar sokulur ve az sonra kılıçlar geri çekildikten sonra sandığın içindeki kız ölmemiş olarak dışarı çıkar ya, işte o illüzyon gösterisinin ilhamı Kanlı Kontes’in bu kızcağıza uyguladığı işkenceden doğdu. Kanlı Kontes genç kızı çırılçıplak soyup içine ancak ikiye katlanarak sığabildiği delikli bir silindirin içine soktu ve silindirin deliklerinden yüzlerce çiviyi cücesi Fiezko’nun bir makara sistemiyle çevirdiği silindire çakmaya başladı. Kızcağız zaten daracık olan silindirin içinde çivilerden sakınamıyordu ve vücuduna batan her çivinin verdiği acıyla çığlıklar atıyordu. Sonunda Pola’nın vücudu çivilerle delik deşik olarak ölürken Kontes de kafesten akan kanlarla duş aldı. Bu yöntemi daha sonraki duşlarında yüzlerce defa kullandı. Nasıl ki sandıklı, kılıçlı illüzyon gösterisine bu işkence uygulaması ilham verdi ise, günümüzde banyolarda kullandığımız süzgeçli duşların da bu işkence uygulamasından ilham alınarak icad edildiğini söyleyebiliriz. Her duşa girdiğinizde tepenizdeki duş süzgecine bakıp Pola’ya teşekkür etmeyi unutmayınız.
Hasta olduğu için o günkü hizmetini aksatmış bir hizmetçinin, hastalık numarası yaptığını düşünerek çok kızan Kanlı Kontes, kızcağızın ayak parmaklarının arasına doladığı bez parçalarını kandil yağına bulayıp tutuşturmuştu. Ve öteki hizmetçilere, “bundan böyle hasta olduğunuzda göreceğiniz ceza budur!” diye seslenmişti. O günden itibaren hiçbir hizmetçi hasta olup hizmetten kaçmayı göze alamamıştı. Yine de hasta olmadığını gizleyemeyen birkaç istisnada da hastalanan hizmetçi aynı cezayı çekmekten kurtulamamıştı.
Hizmetçilerinin hastalığı bir yana, kendisinin hastalığında bile onu bu güzelleştirme işkencelerinden alakoyamıyordu. Böyle durumlarda kızlara yatak odasında öyle işkenceler yapkıyordu ki akıttığı kanları kaplarda toparlayak kan banyolarını aksatmıyordu. Bir keresinde bakire bir kızı bacaklarından astırıp, boynunu kestirerek altına girip akan kanla duş aldı.
Bu konuda mahkemede ifade veren bir tanık bakın ne demiş: "Hasta yatağından doğruluyor, kendisine getirilen kurbanın yanaklarını ve omuzlarını vahşi bir köpek gibi dişleyip ısırıyordu. Çok ses çıkartan olursa da ağzını dikiyordu, "
*
Kanlı Kontes, önceleri sadece köylü kızlarını katlederken, yanına büyücü Erzsi Majorova’yı yeni cadı olarak aldıktan sonra, onun “kurbanların asil bir soydan gelmeleri gerektiğini” telkin etmesi, bu seri katilin soyluların kızlarına göz dikmesine de sebep oldu. Fakat soylu kızları bu tuzağa düşürmek, zavallı köylülerde olduğu kadar kolay değildi. Görgü ve terbiye öğrenmeleri için şatosuna kabul ettiği birkaç kız da sırra kadem basmıştı. Bir seri katil olarak çok da becerikli sayılmazdı. Sosyal statüsünün onu kanun önünde dokunulmaz kıldığını düşünüyordu. Kendine güveni, aklını gölgelemeye başlamıştı. Bir asil olmasının güvencesiyle fütursuzca davranıyor, işlediği cinayetlerin üzerini örtmek konusunda da yeterince titiz davranmıyordu. Fütursuzluğu o kadar ileri götürdü ki, öldürdüğü kızların cenazesi için dini tören düzenlemeye bile kalkıştı. Dini merasime eşlik etmesi için getirilen papaz ise işkenceyle öldürülmüş, kanı çekilmiş bir kızla karşılaşınca, bu merasimi yönetmeyi reddederek gitti. Yüzlerce genç kızın etlerini ’Vampirler Şatosu’ nun pencerelerinden dışarı savurmaya başlamıştı. Şatonun etrafı cesetlerle doluydu. Çürüyen insan etinin ağır kokusu tüm çevrede duyulmaya başladı. Bu arada şatoda yaşanan garip olaylarla ilgili söylentiler de ceset kokuları gibi hızla yayılıyordu. Artık kurban yakınlan da yavaş yavaş seslerini yükseltmeye başlamıştı. Kanlı Kontes için tehlike sinyalleri çalmaya başlamıştı...
Kanlı Kontes’le ilgili şikâyetler nihayet Macar Parlamentosu’nun gündemine gelmişti. Kanlı Kontes köşeye sıkışmıştı. Kutsal Roma İmparatoru II. Arşidük Matthias, Kanlı Kontes’le ilgili şikâyetler kulağına kadar geldiğinde bizzat kendisi, Kanlı Kontes hakkında bir soruşturma başlattı. Eğer suçlu bulunursa tüm mallarına el konulacaktı; en önemlisi de Kanlı Kontes’in Kral’dan o dönemde geri almaya çalıştığı alacakları geçersiz sayılacaktı. Bunu sağlamak için Kanlı Kontes’i yok etmeye kararlıydı. Eğer Kanlı Kontes suçlu bulunursa kendi mallarına da el konulacağından korkan Bathory ailesi, güvenliklerini tehlikeye atacağını düşündükleri Kanlı Kontes’i gözden çıkarmaya karar verdiler.
Elizabeth’in parlamento üyesi kuzeni Kont György Thurzo, Kral Matthias’dan hiç beklemediği bir emir aldı: "Bana o kadının kellesini getirin!"
Bu aşamadan sonra kralın emriyle görevlendirilen kuzeni György Thurzó 1610 yılının 30 Aralık gecesi şatoyu bastı. Kanlı Kontes ona, "Bu saygısızlığının bedelini ödeyeceksin" diye bağırdığında Thurzo, "Maalesef hanımefendi, ben hizmetçilerinizden biri değil, bu lanetli mekâna adalet getiren Macaristan prensiyim!" karşılığını verdi. Kanlı Kontes’in adamları da yakalandı.
Şatonun 50 metre altında yer alan hücrelerin girişine ulaştı. Yapılan aramada, kanla dolu kovalar, yarı canlı, işkence görmüş genç kızlar ve elliden fazla ceset bulundu.
Yaklaşık 300 kişilik bir tanık ordusunu dinledikten sonra korkunç gerçekle yüzleşildi. Kanlı Kontes’in bu korkunç işkencelerini 1585 yılından 1610’a kadar gerçekleştirdiği ortaya çıkmıştı. Suzanna adlı bir kadının verdiği, Kanlı Kontes’in el yazısından çıkmış bir listeye kaydedilen kurbanların sayısı 650’yi buluyordu. Bu vampir ruhlu kadın, tüm kurbanlarını kayda geçirmişti! Suç ortağı hizmetçileriyle birlikte sapık fantezileri ve ebedi gençliği uğruna, 650 genç kız işkence ile delik deşik edilip kanları çekilerek öldürmüştü.
Kanlı Kontes’in hala hükümet arşivlerinde saklı olduğuna inanılan günlük ve mektupları suçlarını delillendirmeye yetmişti. Mahkeme aşamasında, cinayetleri bizzat işlettiği yardımcıları korkunç cezalar alırken, bir soylu olduğu için mahkemenin hâkimi onu yargılamadan, mahkûmiyet kararını Kanlı Kontes’in yüzüne karşı şöyle haykırdı: "Sen vahşi bir hayvansın. Hayatının son aylarını yaşıyorsun. Sen bu dünyada ne nefes alıp vermeyi ne de Tanrı’nın ışığını görmeyi hak ediyorsun. Bu dünyadan gitmeli ve bir daha geri dön memelisin. Gölgeler seni karanlığa gömecek ve yaşadığın bu yabani hayattan pişmanlık duyman için orada fazlasıyla vaktin olacak." Kendi şatosunda, çıkamaması için kapısı tuğlayla örülen küçük bir odaya, müebbet hapse yollandı.
Ömrünün kalan 4 yılını bu odada geçirdikten sonra Kanlı Kopntes’in kan üzerine inşa olmuş sefil hayatı, 31 Temmuz 1614’te, henüz 54 yaşındayken hücresinde bir başmayken sona erdi. Daha cesedi çürümeden, günümüze kadar ulaşacak vampir hikâyeleri dört bir yana yayılmaya başlamıştı...
Öldüğünde odasında el sürülmemiş pek çok kap kurtlanmış, kokuşmuş yemek bulunmuştu.
Önce Csejte kilisesinin bahçesine gömülen cesedi Csejte’li köylülerin ayaklanması sonucu Ecsed’deki Bathory aile kabristanına defnedilmek üzere buradan taşındı ve bundan sonra kontesin adını anmak bile yasaklandı. Kanlı Kontes’in kanlı geçmişine şahit olan Csejte Şatosu’nun kalıntıları, halen Slovakya sınırları içindedir. Şato, Kontes’in ölümünün ardından bir daha iç kullanılmadı.
*
Hz. Muhammed, “Her doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan, Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5)” der. Çok basit bir gerçeği yansıtan bu hadisi dinci istismarcılar, Kur’an’ı okuyup anlamaktan aciz kafalara, her insan Müslüman olarak doğar, (yani Müslümanlık dinine mensup olarak doğar) şeklinde empoze etmişlerdir. Oysa hadiste kastedilen bu değildir.
Allah, “O halde (Habibim) sen yüzünü bir muvahhid olarak dine yönelt. Allah’ın insanları yaratmasında esas aldığı o fıtrata uygun hareket et.” (Rum Sûresi, 30/30) ve “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene” (Şems Suresi, yedinci ve sekizince âyetlerde) buyurmuştur. Bu âyetler, peygamberimizin “her insan İslâm fıtratı üzere doğmuştur, ” hadisiyle birlikte düşünüldüğünde anlaşılması gereken şey: “insanın yaratılışı güzel ahlâk üzeredir”, şeklinde olmalıdır. Fıtrat, (yani yaratılıştaki durumu) itibariyle her insan lekesiz ve tertemizdir.
Peygamberimizin, “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” hâdisini de göz önünde tutarak, İslâm fıtratı üzere doğan çocukları batıl inançların, menfi ideolojilerin yahut sefahat odaklarının eline düşmekten koruma konusunda anne babaya ve topluma düşen büyük görevi ve sorumluluğu anlamak gerekir, çünkü çocuk lekesiz, bembeyaz, üzerine her şey yazılabilecek bir kağıt gibidir.. 5-15 yaş grubu çocuklara ne anlatırsanız, onlar hemen onu hafızalarına kaydedip, kalp dünyalarına onu yerleştirirler. Yani yaratılışta temiz olan fıtrat, sonradan kirletilebilir. Fıtratın ilk baştaki hali korunmaz ve bunun için gerekli tedbirler alınmazsa, insanın inançsız, kişilik bozukluğu ve hastalıklı olması veya aklınıza gelebilecek her türlü cereyanlarından birisine yem gitmesi mümkün ve muhtemeldir.
Her çocuk gibi Elizabeth Bathory de lekesiz ve tertemiz geldiği dünyada kötü yönlendirilmelerin sonucunda bir canavara dönüştürülmüştü.
YORUMLAR
1/https://sertunsuzler.wordpress.com/2008/09/14/kanli-kontes-pelin-batu/
2/http://yasamoyunu.blogspot.com.tr/2011/03/elizabeth-bathory-vampir-kontes-1560.html
3/https://tr.wikipedia.org/wiki/Elizabeth_B%C3%A1thory
4/https://foyuk.wordpress.com/2014/07/23/bakire-kaniyla-banyo-yaparak-genc-kalan-kadin-elizabeth-bathory/
Bu hikaye bu linklerden verilseydi daha iyi anlaşılabilirdi. Özgünlüğü bakımından yani.
Hürmetler
Kemnur
Bir insanın bu derece canavarlaşabilmesi akıl alacak şey değil.
Öyle sanıyorum ki evet cani ruhlu bir kadınmış bu kontes ama yine de zaman içinde olaylar nesilden nesile aktarılırken içine çok fazla yeni masallar katılmış.
Öyle ya da böyle güzel bir yazı.
Günün yazısını ve yazarını can-ı gönülden kutluyorum
Selam ve sevgilerimle.
Coğrafyanında belirli bir etkisi olduğunu düşünüyorum
Dikkat edersek olayların geçtiği yer batı, orta veya güney Avrupa değil
Kıtanın muhtemelen en ücra köşesi
Bataklık bitkileri türemiş adeta
Bazı toprak çalı çırpıdan, yabani ottan başka bitki üretmez
Bunun gibi arz ettiğiniz bölge de; ıssız, neredeyse kuş uçmaz kervan geçmez kıvamda hani
Yine "Elizabeth Bathory" kişiselliğiyle bana bazı zehirli canlıları çağrıştırıyor
Kimi rengârenk bitki ve hayvanların korkunç zehirli olması misalidir
Bazı denizanası, yılan, kurbağa öyledir ya
Dokunanı ya da dokunduğunu tarifsiz acılara boğar
Kusursuz bir güzellik ve müthiş bir zekânın sahibide çevresindeki insanları ay ışığında şeytanla valse davet ediyor
Nihayet Hocam
Yine turnayı gözünden vurduğunuzu görüyorum
Güne gelen yazınızı kutlarım
Yüreğinize, emeğinize, kaleminize, kelamınıza bereket
Saygı ve selamlarımla...
levent taner tarafından 9/7/2016 9:26:44 AM zamanında düzenlenmiştir.
Kemnur
levent taner
Tasvir mahiyetinde arz ettim zaten
Yoksa toprağın veya yörenin ekonomik yapısı değil söz ettiğim
Zaten yazınızda çiftçi ve köylülerden söz ediyorsunuz
Yinede mecaz yaparken caz yaptı isem affola
Tabi latife yapıyorum
Sizin gibi güzide bir hocamızdan feyz almakta güzel
Saygılarımla...
Kemnur
yani kabaca bakarsak bütün bunların sebebi güzel olmak isteği.. allahtan çirkinim de güzelleşeyim diye kimselere maliyetim yok.. bu ne ayoll
Kemnur
Kemnur
BU hatunun yaptıklarını biliyorum evet okumuştum yanılmıyorsam filmi de var ya da konu edilmiş ancak
öğretilmiş çaresizlik mi desem aptallık mı bilemedim.
Kemnur
İnsanlar koyundur. Bunun en açık göstergelerinden biri de bu olay. Tek bir şato, yüzlerce işkence görecek kadın erkek hizmetçi. Canları pahasına statükoyu (canlarını) korumak için çırpınıyorlar. Bu bir kadının katliam güncesi olduğu gibi bu tarih dangalaklığın da tarihidir. Hizmetkarların tümü yanına kadar sokulabildiği halde kontesi öldürmeye cesaret etmemiş olması akıl almaz gibi görünse de değil. Başta söylediğim gibi insanlar koyundur. Etrafı altı üstü çitlerle çevrili bir alanda tepegözün kendilerini yemesini bekleyenlerin hikayesiyle büyüdük. Kaçmadılar da direnmediler de, toplama kamplarında kuzu kuzu fırınlara giren iki milyon yahudiyi yazdı tarih, direnmediler, gidip öldüler. Oysa küçük bir kıvılcım, küçücük bir isyanla her şey bambaşka olabilirdi. Hocam şu anda edilmemiş bir isyanın sonuçlarını yazıyor aslında. Teşekkürler hocam.
Kemnur
Ne ürkütücü bi kadın Elizabeth Bathory ..
Korku filminden farksız.:) Bu kadarda olmaz, tüm hizmetçiler bir olup linç etmeliymiş bu kadını. :)))