- 626 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Nezih Otel (1)
NEZİH OTEL (1)
Otobüste beş altı yolcu vardı. Günün bu saatinde Küçükköy’e gelen taşıtlar genellikle dolu, gidenler ise boş olurdu. İki kişilik koltuğun birine bavulumu ve çantamı koyup pencere kenarına oturdum. Başımı cama dayamış algılamayan gözlerle dışarıya bakarak yolculuk ederken “Şu anki vaziyetim kurbanın katiline âşık olmasına benziyor.” diye düşündüm. “Pisbıyık uğurlu ve kademli biriymiş gibi onun tavsiyesi doğrultusunda bu otobüse bindim. Allah kahretsin!.. Yine de her işte bir hayır vardır derler. Görelim bakalım kaderim beni nereye sürüklüyor?”
Aslında niyetim minibüslere binerek Veznecilere gitmek ve fakülteye yakın ikinci, üçüncü sınıf bir otelde gecelemekti. İçimdeki safraları çıkarıp da bir taşıta binecek morale sahip olunca yarım saatte bir geçen bu otobüs “bin bakalım” dercesine belirivermişti durakta. Binmeyip de başka ne yapabilirdim? Bu tesadüfün hakkımda hayırlı olacağı şeklinde bir his doğmuştu içimde. Kendi kendime “İyi ki diklenmedin Rafi!” diyordum. “Postu deldirmek de vardı işin içinde. Kazasız belasız kurtulduğun için şükretmelisin.”
Fatih’i geçtikten sonra hayalimdeki Pisbıyık’a “Sana inat Eminönü’ndeki son durakta ineceğim.” demiştim ama otobüs halin yakınından geçerken şoför “Halde inecek var mı?” diye bağırmış ve ben de “Var!” demiştim yüksek perdeden.
Her şey Pisbıyık’ın dediği gibi gelişiyordu. Durakta indikten sonra sırtımı denize verip karşı taraftaki iki üç katlı eski binaların arasındaki dar yollarda beş on dakika kadar yürüdüm. Bir bakkala girip “Burası Küçükpazar mı?” diye sordum. “Evet” cevabı alınca “Ucuz yollu bir otel var mı buralarda?” dedim.
Yaşlı bakkal “Tabelalara dikkat etmedin mi delikanlı?” diye cevap verdi. “Bu dar sokaktaki ahşap binaların çoğu oteldir.”
“Kendimi emniyette hissedebileceğim temiz bir otel tavsiye edebilir misiniz?”
“Edemem… Niçin edemem?.. Çünkü hepsi de aynıdır bu otellerin. Al birini vur ötekine! Niçin diye sorarsan… Belediye bu semte imar ruhsatı vermiyor; mülk sahipleri konforlu evlerde yaşamak için apartmanlara taşınıyor, sonra da ahşap evlerini tamir ederek otele çeviriyor. İyi de para kazanıyorlar. Gerçi Allah razı olsun, benim de çok işime yarıyor, günlük cirom ikiye katlandı bu oteller sayesinde.”
Bakkala teşekkür edip çıktım. Gerçekten de dükkânın bulunduğu caddede boydan boya iki üç katlı bir sürü ahşap bina vardı ve binaların çoğunda da ışıkları yanıp sönen küçük tabelalar asılıydı.
“Dokuzuncu otel.” diye mırıldanarak yürüdüm. Ömrüm boyunca hiçbir uğurunu görmemiştim ama yine de bu rakamın uğurlu sayım olduğuna inanıyordum. Sağlı sollu binaların önünden geçerken tabelalardaki otel isimlerine zihnimden birer numara veriyordum. Dokuzuncu sıradaki otele girecektim. Sağdaki Köşk Palas bir numaraydı, soldaki Seyran Oteli iki numaraydı. Otel Arkın, Bizim Otel, Ada Palas derken dokuz numaralı otelin önünde durdum: Nezih Otel… İsmi hoşuma gitmişti ama dış görünüşü yönünden diğerlerinden pek farkı yoktu. Zemin dâhil üç katlı, küçük pencereli, ahşap bir binaydı.
“Kökünü alacak değilim ya!” diye mırıldanarak yürüdüm, aralık kapıyı ayağımla itip içeri girdim. Hemen girişte, sol tarafta, kapısı olmayan, kömürlükten bozma bir odacık vardı. Odacıktaki bir peykede dudaklarındaki sigara tütmekte olan oldukça yaşlı, tepe saçları dökülmüş, avurtları çökmüş zayıf bir adamcağız uyukluyordu. Adamın başını yasladığı duvarda üzerinde “Recepsiyon” yazan bir levha göze çarpıyordu. Gülmemek için kendimi zor tutarak hafifçe öksürdüm; ihtiyar adam gözlerini açarak:
“Ne istemiştin?” diye sordu.
“Boş odanız var mı bey amca?”
“Var.”
“Ücreti ne kadar?”
“İki kişilik oda yirmi beş, dört kişilik yirmi, altı kişilik ise on beş…”
Pisbıyık haklı çıkmıştı. Bir paket sigaranın altı lira olduğu bir zamanda, İstanbul gibi bir şehirde on beş yirmi liralık otel ücreti çok cüzi bir meblağ sayılırdı. Zihnimden “Tek veya üç kişilik oda yok mu bu otelde?” diye geçirirken:
“Dört kişilik odada kalayım.” dedim.
“Kaç gece kalacaksın?”
Şimdilik bir gece… Memnun kalırsam bir ay, belki de üç ay…”
“Ver bakalım kafa kâğıdını.”
Nüfus cüzdanımı uzatırken: “Bey amca, ben üniversitede öğrenciyim; ilk defa bir otelde kalacağım. Aynı odayı paylaşacağım diğer müşteriler neyin nesi, kimin fesi biliyor musunuz? İtle kopukla aynı odaya verme beni.” dedim.
Peykenin sağ çaprazında; üstünde, biri açılmış dört paket “Üçüncü” sigarası, kibrit, kül tablası ve kalınca bir defter olan bir sehpa vardı. Sehpayı kendinden yana çekip yaprak uçları kıvrılmış defterin sayfalarını çevirirken:
“Madem bu gece misafirimizsin, önce kendimi tanıtayım evlat.” dedi. “Bana bey amca falan deyip durma. Benim adım Ali. Namıdiğer Zifir Ali… Bana herkes Zifir dayı der. Gelelim ikinci hususa… Bak evlat; burası Dingo’nun ahırı değildir, adı gibi nezih bir oteldir. Biz hiç kimseye “bastır parayı, kap yatağı” demeyiz. Gördüğün gibi her müşterinin kaydını kuydunu yapıp nüfus bilgilerini defterikebire yazarız. Sonra da kanunların gereğini yapar, müşteri bilgilerimizi emniyet müdürlüğüne iletiriz.”
İçile içile iyice küçülen sigarası dudaklarını yakmış olmalıydı ki izmariti üfleyerek ayaklarının dibine düşürdü, üstüne basıp ezerek söndürdükten sonra yeni bir sigara yaktı. Bu yaşlı adama “zifir” lakabını boşuna takmamışlardı; her nasılsa dökülmeden kalan birkaç ön dişi, üst dudağının ortası, bıyıklarının burun deliklerinin altındaki kısmı ve hatta burnunun tepesi kirli nikotin sarısıydı.
İşletme defterindeki aradığı sayfayı bulmuştu nihayet. Boynuna asılı gözlüklerini takarak nüfus bilgilerimi deftere yazmaya başladı. Fakat bu iş çok uzun süreceğe benziyordu zira önce nüfus kâğıdıma, sonra deftere bakarak harfleri tek tek yazmaya çalışıyordu. Gözleri cüzdanla defter arasında âdeta mekik dokuyordu. İnanılacak gibi değildi; okuma yazması olmayan yaşlı bir adam otel resepsiyonunda kayıt yapıyordu. İçimden “Ya sabır!” çekerek öylece dikiliyordum. Soyadımdaki “m” harfini ters yazınca dayanamayıp:
“Zifir dayı, bırak da ben yazayım, on saniyede hallederim.” dedim.
Başını hafifçe kaldırıp gözlüklerinin üstünden bakarken:
“Sana bir soru…” dedi. “Söyle bakalım, eski Türk töresinde kaç kanun vardı?”
İçimden “Ne alaka, kel alaka…” diye geçirdikten sonra: “Bu da nerden çıktı Zifir dayı?” dedim. “61 Anayasası’nı sor, söyleyeyim.”
Blöf yapmıştım; anayasamızda kaç madde olduğunu ben de bilmiyordum aslında, “söyle” deseydi “iki yüz kırk beş” deyip çıkacaktım işin içinden. Zifir Ali oralı bile olmadı.
“Gördün mü ya, bilemedin.” dedi. “Sen hangi mektepte talebesin? Branşın ne?”
“Edebiyat Fakültesinde Tarih bölümü öğrencisiyim” diyemezdim tabii. “Vatan Mühendislik’te Metalürji okuyorum.” dedim.
“Madem bilemedin, ben cevap vereyim de öğren. Eski Türk töresinde iki kanun varmış evlat, sadece iki kanun.”
“Neymiş onlar?”
“Birinci kanun: Herkes haddini bilecek. İkincisi ise: Herkes üstüne düşen vazifeyi yapacak… Mesela şimdi ülkemizin hâlini düşünelim. Ünversite talebeleri haddini biliyor mu? Hayır… Sen talebesin; ders çalışacaksın kardeşim, hükümetin işlerine karışmayacaksın. Şimdi de hükümete göz atalım; hadlerini biliyorlar mı? Hayır… Vazifelerini yapıyorlar mı? Hayır… Ey Bakanlar, ey milletvekilleri! Talebelerin işine karışmayın yahu! Ünversitelerden çıkın, talebelere yatak, yemek, kıyafet verin. Haklı mıyım delikanlı?”
“Haklısın Zifir dayı.”
“Şimdi gelelim ikimize. Ben burada vazifemi yapmaya çalışıyor muyum?”
“Çalışıyorsun.”
“Peki sen haddini bildin mi?”
Bu diyalogdan canım sıkılmıştı ama yine de işi uzatmamak için “Bilmedim.” diye mırıldandıktan sonra “Kusura bakma Zifir dayı, sana yardım etmek istemiştim.” dedim.
Zifir Ali: “Biliyorum, yazım çirkin ama ben zaten geçici kayıt yapıyorum, patronun oğlu yarın gelince benim yazdıklarımı işletme defterine temize geçer.” dedikten sonra nüfus cüzdanımdaki harf ve rakamları tek tek yazmaya devam ediyordu. Bu arada ahkâm kesmeyi de ihmal etmiyordu:
“Sayemde çok kıymetli bir hayat dersi almış oldun evlat. Şimdi gelelim ikinci derse: Senin de bildiğin gibi 61 Anayasası’nda yüz elli yedi madde var. Haklı mıyım evlat?”
Şaşkındım ve cevap vermekte kararsızdım. Kurduğum tuzağa kendim düşmüştüm. O da benim gibi blöf yapıyor veya beni sınıyor olabilirdi. Kim bilir belki de doğruyu söylüyordu. Zaman kazanmak için sigaramı yakarken “Bir bildiği vardır elbette!” diye düşünerek:
“Haklısın Zifir dayı.” dedim.
“Şimdi diyeceksin ki nereden biliyorsun? Rahmetli babam beni ilk mektebe yazdırdığında bana bu numarayı vermişlerdi; oradan hatırlıyorum. Muallim hanım bir yıl boyunca her Allah’ın günü birkaç defa 157 Ali Çakır diyerek beni tahtaya kaldırırdı. İkinci sınıfa geçemeyince ben de hayat ünversitesine girip sebze ve meyva halinde kabzımallara sandık çakmaya başladım. Altmış küsur yıllık hayat mektebi bana çok şeyler öğretti evlat. Evelallah nice porofösörleri cebimden çıkarırım. Bende yaş yetmiş ama gördüğün gibi iş bitmemiş. Her ne kadar horoz ötmese de saksı zehir gibi çalışıyor.”
Hafifçe kıkırdadığımı görünce esprisinin karşılık bulduğunu anlamış olacak ki yüzü aydınlandı:
“Yalan yok; doğruya doğru…” dedi. “Şimdi gelelim esas konuya.”
Sustu, bitmek üzere olan sigarasını yere tükürüp ezdi. Defterin altındaki sigara paketlerinden birini çıkarırken atik davranıp filtreli Samsun paketimi uzatarak:
“Buradan yak Zifir dayı.” dedim. Ardından “Ciğerlerin bayram etsin.” diyecektim ki vazgeçtim. İyi ki vazgeçmişim çünkü Zifir Ali oralı bile olmamış, “Üçüncü” marka sigarasını yakıp: “Yeşilova’dan yukarısı öksürük yapıyor.” diyerek kendince bir espri daha patlatmıştı. İlk dumanı ciğerlerine derin derin çektikten sonra:
“Senin içtiğin uçlu Samsun altı lira, benim içtiğim Üçüncü dedikleri uçsuz Yeşilova ise bir buçuk lira… Arada Bafrası, Birincisi, İkincisi var. Hepsi de uçsuz ama ucuz sigaralar. Esasına bakarsan hepsi de aynı zehir, aynı zifir… Ben günde dört paket sigara içiyorum evlat, uçlu sigara içsem aldığım maaş sigara masrafıma yetmez. Haklı mıyım evlat?”
“Haklısın Zifir dayı.”
“Eee nerede kalmıştık?”
“Sigaraları mukayese ediyordun.”
“Geç onu, daha önce neyden bahsediyorduk?”
“Horoz ve saksı…”
Zifir Ali bir kahkaha atıp: “Ulan, sen de az hergele değilmişsin ha!” dedi. “Hoşuna gitti değil mi? Seni gidi kerata seni! Ha, şimdi hatırladım; iyi dinle evlat. Ne dediydik? Eski Türk töresinde iki, anayasada yüz elli yedi madde var dediydik değil mi?”
“Evet.”
“Hepsi o kadar mı? Hayır… Meclis ne yapıyor? Anayasa’ya uygundur diye her gün kanun üstüne kanun çıkarıyor; ardından yönergeler, yönetmelikler sökün ediyor. Sonuçta ne oluyor? Yüz elli yedi madde çıkıyor elli yedi bin maddeye. Feylesofun biri: ‘Bir memlekette kırk bin kanun varsa orada kanun yoktur.’ demiş. Bence çok doğru söylemiş. Bunları nereden mi biliyorum? Bu oteli denetleyen maliye müfettişlerinden… “Bilmem hangi kanunun bilmem hangi maddesine göre” deyip ikide bir ceza kesiyorlar bize. Sonra da patron bana ekşiyor.”
Moralim bozuk, gönlüm kırgın, bedenim yorgundu; Zifir Ali’nin övüngen gevezeliklerine daha fazla tahammül edemeyecektim. Konuyu değiştirmek için laf olsun diye: “Bu otelde sıcak su ve banyo var mı?” diye sordum. Zifir Ali yazmaya devam ederken tereddütsüz bir sesle: “Var.” dedi. Birkaç saniye sonra gözlüklerinin üstünden bakarak: “Küvet de ister misin?” diye sordu.
Küvetin ne olduğunu biliyordum ama küvete girerek yıkanmak hiç nasip olmamıştı. Bu küçücük otelde küvetli banyo olabilir miydi? Zifir Ali doğru mu söylüyor, yoksa aklınca benimle alay mı ediyordu? Şaşkınlığım ve kararsızlığım devam ediyor, cevap vermeden ona bakıyordum. Sonunda dayanamayıp: “İstemem.” dedim.
“Neden istemiyorsun evlat? Açarsın sıcak suyu, küveti bir güzel doldurup içine girersin. Oh, sıcacık!.. Sonra da recepsiyona bir telefon… Getirirler şarabını şampanyanı; hem demlenirsin hem de yunup yıkanırsın.”
Anlamıştım; bu yaşlı Zifir benimle dalgasını geçiyordu. İkinci sınıf bir hamam ücretinin yirmi lira olduğu bu şehirde beşinci sınıf bir otelde sıcak su ve küvetin olması mümkün değildi.
“Anladım.” diye mırıldandım. “Küvet müvet yok.”
“Olmaz mı evlat? Var… Ama Hilton’da… Hilton’a gidip bastırırsın beş yüz lirayı, tuvaletli küvetli ve hatta kaloriferli tek kişilik odanın sefasını sürersin. Fakat oraya bu kıyafetle, bu tahta bavulla gitmeyesin ha; sokmazlar valla!”
İyice canım sıkılmıştı. Buradan çıkıp başka bir otele gitmeyi düşünüyordum ki Zifir Ali nüfus cüzdanımla birlikte biri büyük, diğeri küçük iki anahtar uzattı: “Geçici kaydın tamam.” dedi. “Gerisi patronun oğluna kalmış. Şimdi tosla bakalım otuz lirayı.”
“Dört kişilik oda yirmi lira demiştin.” diyerek itiraz ettim.
“Yirmi lira oda parası, on lira da anahtar depoziti… Otelden çıkarken anahtarı teslim edip paranı alırsın.”
İçimden: “Ah İstanbul ah!” diye geçiriyordum. “Ey hayallerimin şehri, ey ışıklar, neonlar ülkesi! Ne rezil, ne sefil, ne berbat bir beldeymişsin sen! Parasızlığı, açlığı, itilip kakılmayı senden öğrendim. Kiranın peşin alındığını; ev, hatta anahtar depoziti diye bir şey olduğunu sende gördüm. Bakalım daha ne bencillikler, ne kalleşlikler sergileyeceksin?”
Çantamı açıp zuladaki paraları çıkardım. Zifir Ali uzattığım otuz lirayı alırken: “Büyük anahtar oda kapısını açar.” dedi. “Küçüğü ise sana ait dolabın anahtarıdır. Ben bu otelde gece sekiz, gündüz sekiz çalışırım. Gündüz bir derdin olursa patronun oğluna söylersin. Kıymetli eşyalarını sürekli dolabında tut, çalınırsa mesuliyet kabul etmeyiz. Şimdi gel peşimden, odanı göstereyim.”
Zifir Ali önde, ben arkada; gıcırdayıp duran, dar, tahta merdivenlerden üst kata çıktık. Zifir Ali yürürken: “Otelde üç kural var.” diyordu. “Birincisi; şapka meşin, paralar peşin… İkincisi temiz olacaksın. Yatağını, odanı, koridorunu pisletmeyeceksin. On bir oda artı üç de koridor var bu otelde evlat; ben hangi birine yetişeyim? Gerçi temizlikçi karı on beş günde bir gelip silip süpürüyor ortalığı ama bazı hayvanatlar iki günde oteli ahıra çeviriyor. En önemlisi de hela… Helayı nasıl bulmak istiyorsan öyle bırakacaksın. Öyle hanzolar var ki koskoca deliği bulduramayıp hela taşına pisletiyor. Eee onların gübresini ben temizleyecek değilim elbet. Sen tahsilli delikanlısın evlat, otel adabını bilirsin.”
Sabit fikirli bu yaşlı Zifir’in sayıklamaları bir kulağımdan girip diğerinden çıkıyordu. Söylediklerini algılayamıyor fakat ikide bir “Haklısın Zifir dayı.” diyerek duymak istediği cevabı veriyordum. Yine de otelin yönetilmesindeki ana fikri tam olarak anlamıştım. Kendi kendime: “Anlaşıldı.” diyordum. “Düşük ücret, sıfır hizmet…”
“Üçüncüsü kural ise gürültü etmeyeceksin. Bak, dinle; gürültü patırtı var mı otelde? Yok değil mi, ses bile yok. Otel dediğin böyle olacak işte.”
“Ben de onu soracaktım Zifir dayı. Benden başka hiç müşteri yok mu bu otelde?”
“Olmaz olur mu evlat? Otel ful sayılır. Birkaç kişilik yerimiz kaldı. Hayvanatların çoğu şimdi ya kumarhanede ya da meyhanededir. Gece yarısına doğru da ahırlarına dönerler. Sen o zaman seyreyle gümbürtüyü.”
Orta kata gelmiştik, bu katta yaklaşık iki metre genişliğinde uzunca bir koridor ve koridorun iki tarafında da ikişer oda vardı. Mihmandarım “otel adabı” hakkında savurduğu fetvalara ve müşterilerle ilgili şikâyetlerine devam ederek üçüncü kata çıkıyor, ben de onu takip ediyordum. Her şeyi anlamıştım; Nezih Otel’in ne menem bir nezih otel olduğu gün gibi aşikârdı. Artık Zifir Ali’nin sesinden ziyade, attığım her adımda ıstırap çekiyor duygusuna kapıldığım merdivenlerin gıcırtısına kulak veriyordum.
Son kat da orta kat gibiydi. Koridorun sonunda, tam karşıda tabandan tavana kadar uzayan ve el büyüklüğünde asma kilitle kilitlenmiş, üzerinde “Yüklük” yazan bir dolap vardı. Zifir Ali koridorun sağındaki ikinci kapının önünden geçerken: “Senin odan burası; ben malzemeleri alayım.” diyerek yüklüğe doğru yürüdü.
Kapıyı anahtarımla açtım, odanın elektrik düğmesine basar basmaz bir şok daha yaşadım. Burası otel falan değil resmen bir yatakhaneydi. Küçücük odanın penceresiz iki duvarı önüne altlı üstlü iki çelik ranza koymuşlardı. Ranzalardaki üç yatakta battaniyeler, çarşaflar, yastıklar darmadağınıktı. Sol taraftaki ranzanın alt katında kılıfsız bir sünger yataktan başka bir şey yoktu. Bu otelde tek ve üç kişilik odanın olmama sebebini şimdi anlıyordum. Odanın sağ tarafındaki duvarın önüne eni dar, boyu uzun, iki gözlü iki çelik dolap yerleştirmişlerdi. Karşı duvarın ortasındaki küçük pencerenin önüne konulan bir sehpa ve iki tahta sandalyeden başka bir şey yoktu odada. Gözlerime inanamıyordum. Altı yıl yatılı okuduğum öğretmen okulunun yatakhanesinden pek de farklı olmayan bir mezbelede otel niyetine kalacaktım.
Zifir Ali sol elinin parmakları arasında bir sigara, sağ elinde bir çarşaf ve yastık kılıfı, koltuk altlarında da birer yastık ve battaniyeyle yanımda bitiverdi. Odaya girip de manzarayı görür görmez: “Allah’ın kıroları, Allah’ın denyoları, Allah’ın hammalları!” diye söylenmeye başladı. “Şu odanın hâline bak evlat! Leş gibi kokuyor; yataklar toplanmamış, izmaritler yerlere atılmış. Burada insan mı kalıyor, öküz mü? Ulan sabahleyin iki dakikanı ayırıp yatağını toplasan, battaniyeni düzeltsen ölür müsün be? Bin defa tembihledim ama dinleyip anlayan kim? Aha, hepsi de nato kafa, nato mermer… Yarın patrona söyleyip cümlesini attıracağım otelden.”
Zifir Ali benim için getirdiği malzemeleri çıplak yatağın üstüne attıktan sonra pencere kanatlarını ardına kadar açtı, ağza alınmayacak küfürler savurarak tahta zemindeki izmaritleri topladı, çekip gitti.
Yatağımı hazırladım, üzerinde “4” yazan asma kilitli dolabımı açıp soyundum, pijamalarımı giyip bir sigaraya yakarak pencereye yaklaştım. Dışarıda ince ince yağmur çiseliyordu. On dakika önce arşınlayarak otel aradığım sokağın ıslak zemininde kısa fakat kesif ışık yansımaları âdeta raks ediyordu.
Şimdi ne yapacaktım? Sokağa çıkıp bir lokantada karnımı doyurabilir, bir kahvehanede birkaç çay içerek ısınabilir veya yatağa girip uyuyabilirdim. Yılgın gönlümün tercihi yatak oldu.
“Açlıktan ölecek değilim ya, bu gece de aç yatayım; mademki midem dinlenmek istiyor, onu rahat bırakayım.” diye düşündüm. Bitmek üzere olan sigaramı sokağa fırlattıktan sonra pencereyi kapayıp yatağa girdim.
Yüzümü duvardan yana dönüp cenin pozisyonu alarak battaniyeyi üstüme çektim. Ben böyle yatardım: Ayak parmak uçlarımdan tepe saçlarıma kadar tüm bedenimi battaniyenin müşfik korumasına terk edip sadece burun hizamda nefes alabileceğim bir boşluk bırakarak yatardım. Yatılı okulun ışıkları hiç söndürülmeyen yatakhanelerinden miras kalan bir alışkanlıktı bu.
Yatak benim biricik sığınağımdı. Rahmetli annemin yüzlerce kez tekrarladığı “yatmadan önce üç kulhü, bir elham oku” tembihini uyduktan sonra hayaller kurarak uyurdum. Yatılı okulda beş yıl boyunca hemen hemen her gece Anadolu’da bir köy, küçük bir ilkokul ve sevimli, masum öğrenciler hayal etmiştim. Onlarla birlikte sınıfları boyamış, çatıyı tamir etmiştim. Hep beraber ders çalışıp oyunlar oynamış, geziler düzenlemiştik. Okulumuz öğretmen lisesine çevrilince uyku öncesi hayallerim birdenbire değişmiş, hayalî Anadolu köyünün yerini İstanbul almıştı. Işıklar şehrinde insan gibi bir hayat yaşayacak; sarı saçlı, uzun boylu, ay yüzlü bir sevgilim olacaktı. Sınıfın en çalışkan öğrencisi ben olacaktım tabii, profesörler bana asistanlık teklif edecek, asistan olduktan sonra akademik kariyerimde hızla yükselecektim.
Yine hayal kuruyordum fakat bu hayallerimde ne Anadolu köyü ne de İstanbul vardı. Şimdiki hayalim yıllar önce yaşayıp de değerini bilemediğim ilkokul hayatımın sevgi, şefkat ve alakayla yoğrulmuş sıcak sabahlarıydı.
Annem her zamanki gibi başımı okşayıp “hadi yavrum, biricik aşkım, kalk artık, okula geç kalacaksın” gibi sözlerle beni uyandırıyor. Mutfağa geçip yer sofrasına oturuyorum; sofrada zeytininden peynirine, balından reçeline kadar neler yoktu ki!.. Fakat kahvaltıya başlamam yasak. Annem titrek ve ince sesiyle “Önce yumurtalar...” diyor. “Sen diğer çocuklar gibi değilsin oğlum. Güçlü kuvvetlisin maşallah! Tam büyüme çağındasın, kuvvetli gıdalar almalısın.” Folluktan getirdiği, henüz soğumamış iki yumurtayı kırıp bana içiriyor. Kahvaltıdan sonra siyah önlüğümü giydirip kolalanmış beyaz yakamı takıyor; incecik bedeniyle bana sarılıp boynumu kokladıktan sonra yanaklarımı öpücüklere boğarak okuluma uğurluyor.
Hayallerim uzadıkça gözlerim yaşarıyordu. İçimden: “Allah’ım, senin her şeye gücün yeter.” diye geçiriyordum. “Yalvarırım sana yarabbi, bu zavallı kulun için zamanı geri sar. Yarın ilkokul birinci sınıf öğrencisi olarak uyandır beni.”
Uyumuşum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.