- 736 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Yıllık Öğretmenlik Tatili (b.ö.r.-35-)
Jules Verne’nin İki Sene Mektep Tatili adlı güzel bir romanı vardır. Bu güzel romanın adından esinlenip öyküme şöyle bir ad koydum: Bir Yıllık Öğretmenlik Tatili. Meslekte yirmi beş yılını tamamlayan öğretmenler emekli olabiliyordu. Almanya’daki görev sürem bittiğinde meslekte yirmi beş yılımı tamamlamıştım. Almanya uygarlığın erişebildiği en üst düzeyi yakalamış bir ülke. Emekli olup bu ülkede kalma yollarını değerlendirmeyi düşündüm. Fazlaca da hesap yapıp düşünmeden emekli oluverdim bir anda. Bu ülkede altı yıl yaşamıştım. Eğer iki yıl daha Almanya’da oturma izni alabilirsem toplam bu ülkede sekiz yıl oturmuş olacaktım. Sekiz yıl Almanya’da ikamet eden yabancılar sürekli bu ülkede oturma ve çalışabilme hakkını elde edebiliyorlardı. Benim gibi düşünüp iki yıl oturma hakkı elde eden bir öğretmen arkadaşım da vardı. Bu dileğimi gerçekleştirmek adına bir kez daha Almanya’ya gittim. İşlerin pek düşündüğüm gibi kolay olmadığını gördüm. Legal ve illegal yolları denemek gerekiyordu. Şansımın fazla olmadığını görünce ülkeme döndüm.
Almanya’dan tatiller için öğretmen olarak ülkeme döndüğümde beni ilgiyle karşılayan çevremden bu kez aynı ilgi ve içtenliği hiç göremedim. Artık emekli olmuş birisiydim. Doğru dürüst kimsenin selamına muhatap olamıyordum adeta. Benim için yalnızlıklarla dolu can sıkıntılı günler başladı. Süleyman Demirel’in bir sözü var emeklilik üzerine, “Emeklilik takdiri ilahiyi beklemektir.” diye. Yaşım daha kırk beş. Takdiri ilahlıyı mı bekleyecektim! Bir Japon bilim insanı da der ki, “Hayat kırk beşten sonra başlar.” Gerçekçi düşününce durum buydu. Emekli, artık ununu elemiş eleğini asmış biri olarak algılanır çoğu kez. Yaşamın tam ortasında çalışma azmi ve gücünü kaybetmemiş birisi olarak emekliliği kabullenip evde avare avare oturmak çok acı bir olguydu benim için. Kendimi eskimiş, kırılıp kenara atılmış bir balta sapı gibi hissetmeye başladım. Çalışma, iş yapma isteği kalmamış tinsel bir çöküntü içindeydim. Bu düşüncelerle çokça gel-gitler yaşadım.
Aynı yıllarda, emekli ile çalışan bir öğretmenin maaşlarında pek bir fark yoktu. Her yıl olduğu gibi bir söylenti uçtu aynı yıllarda yine. Öğretmenlere kıdem tazminatı ödenmeyecek diye. Bu söylentinin de etkisiyle birçok arkadaş yirmi beş çalışma yılını tamamlayarak emekli oldu. Ülke orta yaşlı emekli öğretmenler cennetine dönüştü. Bu arkadaşların büyük çoğunluğu sabah evden çıkıyor ikinci adres kahvehanelerde buluşup al kızı, ver papazı diyerek günlerini sözüm ona değerlendiriyorlardı.
Bu kervana katılamazdım. Tabir caizse tarifsiz kederler içindeydim. Kadim dostlarım, kitaplar bu can sıkıntılı günlerimde de imdadıma yetişti. Bu kez daha çok tasavvufi eserlere yöneldim. Mevlana’nın Mesnevi’si, Fi Mafih Fi ‘si, Gazali’nin binlerce sayfalık İhya’sını okudum. “Alnımdaki bıçak yarası senin yüzünden,/ Tabakam senin yadigârın.” Dizelerine özenerek edindiğim tabaka ve son yıllarda iyice alıştığım tütünü de bıraktım. Kendime daha farklı bir yol seçtim. Bu yolda elime iskambil kâğıdı almayacaktım. Ağzıma su ve çaydan başka içecek koymama da vardı. O gün bu gün bu yeni yoldan sapmadan ömür denen olguyu yaşıyorum. Almanya’da çalıştığım yıllarda bir öğretmen bütçesi içinde değerlendirilirse mali sıkıntı yaşamadım. Fakat paranın da mutluluk kaynağı olmadığını gördüm.
Orta yaş diye nitelenen bir yaşta emekli olmanın ne tanımsız nahoş bir durum olduğunu gözlemledim. Günlerimin geçmeyeceğini iyice hissetmeye başladım. Ne yapabilirdim? İşsiz, güçsüz kalmanın ne acı, insanı yıpratan bir olgu olduğunu gün gün yaşıyordum. Anlaşabileceğim, benim durumumda olan bir arkadaş bulabilirsem küçük bir iş yeri açmayı düşündüm. İki kafa dengi ortak minicik bir kırtasiye dükkânı açabilirdik. Amaç, avare yaşamamak az da olsa bir iş yapmak. Bu fikrimi birçok arkadaşa açtım. Her kimle konuşsam sözlerimi dinleyen arkadaşın gözleri parlıyor, önerime olumlu yaklaşıyor. Gel gör ki, hiç kimse en ufak bir risk almak, para yatırmak istemiyordu. Yıllarca az maaşla kıt kanaat geçinmiş biz öğretmenlerin ufku böylesi işler için çok çok dar. Bir iş yeri açabilme adına bir mesafe kat etmek mümkün olmadı. Bir masa etrafında oturup bu konuyu etraflıca konuşma şansını bile yakalayamadım.
Cebimde üç-beş kuruş para var. Bazı kurnaz arkadaşlar, ortak dershane açmayı önerdiler. Okumayı ve kitapları benim gibi müzminlik düzeyinde seven bir yaşlı komşum var. Onunla çeşitli konularda bol bol sohbetlerimiz olurdu. Dershane açma konusunu onunla konuştum. Deneyimli komşum, “Sakın o kişilerle bir işe girme, aman aman ben tanıyorum sana ortaklık önerenleri. Onlar senin paranı çarpmak isteyen tiplerdir.” Ben de zaten o arkadaşlara sadece öğretmen olarak çalışarak size katkı veririm demiştim. Böylece bu kapı kapanmış oldu.
Yirmi beş yılını tamamlayıp hızlıca öğretmenlerin emekli olmasıyla bakanlıkta öğretmen açığı ortaya çıktı. Bizim ülkemizdeki gibi güdük demokrasilerde elbette çare tükenmez. Bu kez çeşitli farklı fakülteleri bitirenler pedagojik bilgilerden yoksun olarak göreve başlatıldı. Bu arada emekli olanlara da yeniden göreve başlama yolu açıldı. Bir arkadaşımın önerisiyle bende bir senelik öğretmenlik tatili yeter diyerek yeniden öğretmenliğe müracaat ettim.
Emekli olanlar, emekli oldukları illerde göreve başlatılıyordu. Olacağı varmış. Atamam İstanbul’a yapıldı. Ev Kocaeli’nde. Almanya’ya, Münih’e kadar birlikte gittiğimiz köylüm ve dostumla Ankara’da bir kez daha buluştuk. Bu girişken meslektaşım işi büyütmüş. Tahsilini devam ettirmiş. Buluştuğumuzda bakanlıkta şube müdürü olarak çalışıyordu. Bu kadirşinas dostum, “Sen İstanbul’a git göreve başla. Senin atamanı yarıyıl tatilinde Kocaeli’ne alırız…” dedi. Bu söz üzerine İstanbul’da yeniden öğretmenlik günlerim başladı. Küçükçekmece, Doktor İffet Onur İlkokulu adlı bir okulda göreve başladım. Okula gittiğimde bir an önce derse girmek öğrencilere kavuşmak isteğiyle yanıp tutuşuyordum. Çocukları benim biricik dostlarımı müthiş özlemiştim. İdealist duygularla yüklü, göreve yeni başlayan genç bir öğretmeninin yaşadığı duygulara özdeş duygular yaşıyordum. İçimde zapt edilemez çalışma isteği vardı. Almanlar ülkelerini çalışarak kalkındırmışlar. O ülkede ben de hayli deneyimler edindim. Kendi ülkemde yapacağım çalışmalarla ülkem adına güzel işler yapabilirdim. Tutturacağım disiplinli çalışma yöntemleriyle de meslektaşlarıma iyi bir örnek olabilirdim.
Bu duygularla meslekte yirmi altıncı yılma başlamış oldum. Yetmişli yıllarda iç göç ile köyümden kopan köylülerimin çoğu Küçükçekmece, Halkalı gibi İstanbul’un ilçelerine yerleşmişler. İstanbul insanımızı değiştirmiş. Köydeki, yakın komşuluk, yardımlaşma, dayanışma gibi güzel hasletler hızla erozyona uğramış. Memlekette benim evim hemen yayla ve ilçe yolu kenarında. Evimde ağırladığım, muhabbetler ettiğim dost ve arkadaşlardan hiç te yakın ilgi göremedim bu büyük kentte. Tanıdıkları bir görüyorum, selamlaşma, hal hatır sorma bile kısmet olmuyor. Herkes işine evine koşuyor. Ablamlarda kalıp, hafta sonları İzmit’e gidiyorum. Kimseden bir beklentim yok. Lakin yıllarca oluşmuş köydeki güzel adetler bir anda yok olmamalıydı. Bu gözlemim hiç abartı değil. Okul hoş bir okul, kadınlı-erkekli arkadaşlar görevlerini yapma çabası içindeler. Bu okulda bir durum çok ilginç geldi bana. Okulda Bulgaristan’dan ülkemize göç etmek zorunda kalmış iki bayan öğretmen çalışıyor. Hele birisinin meslek yaşı otuzları çoktan aşmış. Fakat bu arkadaşımızdaki çalışma azmine ve iş disiplinine hayran oldum. İkinci sınıfları okutuyor. Buna karşın velileri, öğrencileri seferber edip öğrencilere çeşitli kurslar düzenliyordu. Genç arkadaşımız ise ülkemize beş yıl önce gelmiş. Gelirken hiçbir mali birikimleri yokmuş yanlarında. Beş yıl içinde, beyi ile gece-gündüz hiçbir iş seçmeden çalışmışlar. Şimdilerde ev ve araba edinebilmişler. Bende mesleğe yeniden kavuşmanın bana verdiği şevkle bu güzel okulda disiplinli bir çalışma düzeni tutturdum.
O günlerde aynı bölgede çalıştığım bir memleketlim, öğretmen arkadaşla buluştuk. Arkadaşım, “Ne var yok tarafında, İstanbul’da öğretmenlik günlerin nasıl geçiyor?” türünden sorular sordu bana. Ben de, “Durumumda bir sıkıntı yok. Sadece sınıfım çok kalabalık. Altmışa yakın öğrencim var.” Diyerek sınıf mevcudumun kalabalık olduğundan yakındım. Köylüm, “ Ağabey burada altmış kişilik sınıflar normal kabul ediliyor!” diyerek İstanbul’daki eğitim-öğretim sorunlarının ne derece çözümsüz bir mecrada yürütüldüğünü anlatmak istedi. Öğrenci ve velilerimle kısa sürede çok düzeyli ilişkiler kurdum. Her çalıştığım okulda sınıf kitaplığını zenginleştirme çabası içinde oldum. Okuyan kuşaklardan bu ülkeye yarar gelir düşüncemi hep canlı tuttum. İstanbul Kitap Fuarı açıldı. Okulda sabahçı çalışıyordum. Bir öğleden sonra kitap fuarını ziyaret ettim. Ertesi günü öğrencilerime satın aldığım altmışın üzerinde kitapla okula vardım. Bu durum öğretmen arkadaşlarının hayli dikkatini çekti. Böylece birinci sömestrsiyi bitirdik. Bu arada atamamı Kocaeli’ne Ankara’daki dostumun himmetiyle yaptırdım. Mart başlarında son kez okula gidip öğretmen ve öğrencilerimle vedalaştım. Öğrencilerimle vedalaşmam çok hüzün verici oldu her iki taraf adına da. Her öğrencimle sarılarak, tek tek vedalaşarak sınıftan çıktım. Çocuklar arkamdan beni takip ettiler. Her ne kadar gelmeyin artık dediysem de sözlerim havada kaldı. Okulun dışına kadar tüm sınıf arkamdan geldi. Sınıf öğretmenliği farklı bir olgu. Öğrencilerimden ayrılışımın en son anları hala silinmedi benliğimden. Bir daha birbirilerimizi görememe durumunu hisseden o güzel yavruların gözlerindeki hüznü hiç unutamam.
Mesleğimde yeni bir döneme giriyordum. Artık uzun gurbet yıllarımı bitirip değişik aşamalardan sonra evime gelebildim. Bu arada oğlum yıllar önce Almanya’ya gelme hevesine kapıldı. Bu arada ODTÜ’yü bıraktı. Öğrenimine İstanbul Üniversitesi’nde devam etti. Kızım da Amiral Bristol Hastahanesi Özel Hemşirelik bölümünde eğitimine devam ediyordu benim İzmit’te öğretmenlik günlerimin başladığı yıllarda. Bir yıllık dinlenme ve de orta bir yaşta işsiz kalmanın ruhumda yarattığı bıkkınlıktan kurtulmanın hazzıyla büyük bir istekle meslekte ikinci baharımı yaşamaya başladım. Yeni atandığım okulda okum müdürü on beş günlük meyil müddetini kullan daha sonra göreve başlarsın diye beni göreve başlatmadı. Daha sonra duyuyorum, benimle aynı okula atanan genç bir arkadaş göreve başlatılmış. Öğretmeni olmayan sınıf bu arkadaşa verilmiş. Ben ise halen birinci sınıf okutup diğer bir okula ataması yapılan arkadaşın sınıfını alacağım.
Meyil sürem bitti, göreve başladım. Bu kez müdür arkadaş sınıfını alacağım arkadaşın ilişiğini kesip bana sınıfı teslim etmiyor. Birinci sınıfı okutan arkadaşımız öğrencilerini tamamen okuma-yazmaya geçirsin diye düşünüyor. Garip bir ön yargıyla benim için, bu emekli dönüşü bir öğretmen, yeterli düzeyde çalışmaz diye düşünüyor. Müdür bu düşüncesinde haksız da sayılmaz. Bu okulda mesleğinin yirmi beşinci yılını çalışan iki arkadaş sınıf almamışlar. Sabahleyin okula gelip hiçbir iş yapmadan akşamleyin evlerine dönüyorlar. Ünlü Rus romancı Gonçarev’in ünlü Oblomov romanının kahramanı gibi bu arkadaşlarımız çalışmadan günlerini gün ediyorlar. Kendilerini emekliliğe hazırlıyorlarmış! Bunlar gibi ilde sınıf almayan öğretmenlerin sayısı da az değildi. Bu durumlardan ağzı yanan müdür işi sıkı tutarak yoğurdu üfleyerek yiyor. Ön yargıyla bana sınıf vermeme yolunu seçti. Traji komik bir durum. Böylesine ders yapmadan okula gelip-giden arkadaşlar varken müdür bey de benim de verimli çalışmayacağımı düşünüyordu. Bu durumun hiç hoş olmadığını müdürle konuşmak istedim. Müdür:
“Siyasilerin atama işlerine burunlarını soktuğunda il milli eğitim müdürünün onlara karşı telefonlarını yüzlerine kapama gücü olsa öğretmenler böylesine işi aksatamazlar diye “ dert yandı. O günlerde raporlu olan bazı arkadaşların derslerine girdim. Bir beşinci sınıfla üç hafta ders yaptım. Bu sınıfta ve diğer sınıflardaki çalışmalarım ses getirdi. Nihayet müdür, arkadaşın ilişiğini keserek bana birinci sınıfları verdi. Benim işimi aksatma hak etmediğim bir kuruşu bile cebime koyma gibi etik olmayan bir eylemim olamazdı. İstanbul’dan Kocaeli’ne atandığımda sadece kendim için yolluk talep ettim. Eşim ve küçük oğlumun adlarını yazıp daha fazla yolluk isteyebilirdim. Onlar için yolluk talep etmeyi aklımın ucundan dahi geçirmedim. Onlar benimle İstanbul’a gelmemişlerdi.
Sınıfa girdim. Kısa bir değerlendirme yaptım sınıfın durumu ne âlemde diye. Aman Allah! Abartısız anlatıyorum, öğrencilerin yarası okuma yazma bilmiyor. Okuyanlar da çok yetersiz durumda. Birkaç hafta sonra okullar yaz tatiline girecek. Yıllar önce İzmit’te köy okulundaki öğrencilerin durumu gibiydi sınıfın akademik durumu. Şehrin göbeğinde bir sınıfın bu durumda olması akla, hayale uygun bir durum değildi. Böylesi durumlarda göreve yeni başlayan öğretmen aldığı sınıfta bir değerlendirme yapıp öğrencilerin durumunu belgeler. Bu uygulamaya girdim hemen. Okul müdürünü de sınıfa davet ettim. Müdür bu çalışma için yardımcısını görevlendirdi. Yönetici arkadaşlar kısa cümlelerce bir dikte çalışması yaptık. Öğrenciler çoğunlukla başarılı olamıyorlar. Sınıfın durumundan haberi olmayan müdür yardımcısı bir kelimeli yarım-yamak yazma çabası içinde olan öğrencileri yeterli kabul etmek istiyor. Sınıfın bu durumundan kendisinin de sorumluluk payı var. Mahcup oluyor. Durumu saptadık.
Kısa süre içinde sınıfın düzeyini yeterli bir hale getirmek mümkün olmadı. Böylesi bir sınıfta öğrencilerin çoğunun sınıf tekrarı yapması gerekiyor. Yedi yıl ülkemde yoktum. Bu süre içinde nice köprülerin altından ne bulanık sular akmış. Benim güzel ülkemde siyasiler okul çalışmalarının her aşamasına burunlarını sokar olmuş. Yönetmeliğe eklenen bir meşhur kırk sekizinci madde ile memleketin dâhilindeki tüm ilköğretim okullarında sınıf tekrarı olayı tarihe karışmış. Bir üst sınıfa geçmeyi hak edemeyenler, özel eğitime muhtaç öğrenciler eksiksiz bir üst sınıflara geçer olmuş. Almanya’da özel eğitime muhtaç öğrencilere devlet farklı okul açıyor. Orda üstelik sınıf tekrarı var. Bizde ise benim öğrencilik ve ilk öğretmenlik yıllarımdaki disiplin, ciddiyet uçuvermiş.
Öğretmenlerin kendilerini emeklilik furyasına kaptırmaları sonucu okullarımızdaki özverili çalışan, kişilikli, gerektiğinde amirlerini eleştirebilen öğretmenler sahayı terk etmişler. Bu kez, genelde yukardan gelen emirleri harfiyen kabul eden, evet efendimci öğretmen topluluğu ortaya çıkmış. Bu arada Atatürk ilkelerini benimsemiş yurtsever öğretmenlerin her zaman camianın içinde olduğunu belirtmezsem öyküm çok güdük kalır. Fakat Türk kültürünü çağdaş uygarlık düzeyine çıkarmayı hedefleyen arkadaşlar bir bir yönetim kadrolarından adım adım uzaklaştırılmış bir durumdalar. İşte böylesi koşullarda yeni bir çalışma azmi ile en sevdiğim öğretmenlik mesleğimi icra etmeye başladım.
YORUMLAR
sizin gibi değerli, saygıdeğer, bir edebiyat, yazın hayatı arkadaşı, dostu olan birisi için yazı yazmamak ne mümkün sevgili oya hanımefendi.
dilerim bu küçük dünyada yüz yüze görüşüp çeşitli konularda sohbet etme olanağı bulurum sizin gibi bir değerle. teşekkürler içtenliğinize.
saygı, sevgi ve selamlar olsun yüce gönlünüze.
İBRAHİM YILMAZ
selam, saygı yüce gönlünüze sevgili oya hanımefendi.