- 473 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Göçe Göçe-13
Bu sözü durmadan tekrarlıyorum. Hiç unutmayacağım; Yer demir gök bakır. Evet, yer demir gök bakır. Bunu Türkiya’ya kabul edilmediği için geri dönen bir köylüden öğrendim. Hem kendi hem de bizim durumuzu bir sözle ne güzel özetlemişti.
Üstü başı pejmurde, ayakları çıplak, soluk benizli, kırk yaşlarında bir köylüye neden geri döndüğünü sordum. “Osmanlı Macir istemez, geri dön dedi. Dönmemek için direnenleri vurdu. Gözlerimle gördüm. Mecbur döncem. Bereket benim köy yakın, üç gün sonra ordayım. Oraya da belki gavur gelmiştir. Ne yapacamı şaşırdım. Çare yok. Anlaycan yer demir, gök bakır. Ha, bi de aberin olsun, Bulgar tarafından giriş çok sıkı, Karaa(ğ)aç’tan kolaymış.”
Bu köylünün yaşadığı çaresizliğin aynısını biz de yaşıyorduk. Umutsuz, bedbin, asabi bir insan topluluğu haline gelmiştik. Kendimize olan güvenimizi de yitirmek üzereydik artık. Kırıcı davranmak, kötü söz söylemek, bağırmak sık yaptığımız davranışlara eklenmişti. Bütün bunların gerisinde çaresizliğimiz yatıyordu. Oysa çaresiz, çare aramaktan vazgeçmiş olana denir. Sorunlarımıza çare arayalım ki çaresizlikten kurtulalım. Bunu yapmayınca her geçen gün, yavaş yavaş umutlarımızı da tüketiyorduk. Bir insanı yaşarken öldürmek için, ondan umutlarını almak yeter. Umutsuz insanlardan her şey beklenir. Umutsuz halk, patlamaya hazır bir bomba gibidir. Bu köylünün anlattıklarını duyduktan sonra, kafilede birçok kişiden defalarca “Osmanlı bizi almazsa, savaşırız. Biz onun sancağını dalgalandırmak için yüzlerce yıl savaşarak kanımızı döktük; bize bu kötülüğü yapamaz!” ifadesini duyuyordum. Bizim kafile halkının ölmek pahasına bile olsa, Osmanlı ile savaşmayı göze alması da bunu ispatlamıyor mu?
Bazen düşünüyorum da ömür; umutla umutsuzluk, doğru ile yanlış, güzel ile çirkin, iyi ile kötü, kısacası zıtlar arasında gidip gelen bir sarkaça benziyor. Göçün kahrını çektik, çekiyoruz. Sıkıntı, eziyet, açlık, sevdiklerimizi kaybetmiş olmak bizi bu hale getirmiş olabilir. Yalnız, bu her zaman böyle olacak demek değildir. Sağ kalanlarımızın önünde sağlıklı, mutlu güzel günler mutlaka vardır. İnsanlarımıza geleceğe dair umut aşılamak zorundayız; çünkü bu bizim görevimiz.
Görüşlerimi heyete açıkladım, köylünün uyarısını da anlattım. İlk fırsatta aile reisleri ile bir toplantı yapılıp onlara moral verilmesi ve Türkiya’ya Yunanistan üzerinden giriş yapılması kararlaştırıldı.
● ● ●
Yörük Dede’nin göç anılarını yazmaya burada da ara verdik. Saatlerdir yazıyorum. Bazen Osman Dedem yazdırdıklarını bana okutuyor, uygun bulmadığı bir ifade varsa, metnin orijinaline bakıp düzelttiriyordu. Tabii bu da zaman kaybına yol açıyordu. Ben yazarken çok yoruluyordum, ama halimden hiç de şikayetçi değildim. Oysa Minik benimle aynı kanaatte değildi. Ara sıra onu sevmem, onunla ilgilenmem için gelip etrafımda dolaşıyor, ellerime ayaklarıma sürtünüyordu.
Dedem kedileri nedense pek sevmezdi. Minik’e birkaç kere :
-Zıt, zıııt anacını sattımın kedisi, diye bağırdı. O da korkarak kaçtı ve sobanın altındaki yerine sığındı. Dedeme kötü kötü bakıyordu. Galiba Minik, dedemi sevmemişti!
● ● ●
6 Haziran 1878 (5 Cemaziyelahir 1295) Göçün Altmış Beşinci Günü;
İki bebek öldü. Bunlardan biri Alaz bebek. Tabii diğerine de üzüldük, ama Alaz bebeğe daha fazla... Anasının yanına gitti. Çok kısa sürdü bu dünyadaki yaşamı Alaz bebeğin. Belki de anası, onun hasretine dayanamayıp yanına istedi ve Tanrı da bu dileğini kabul etti. Ayrı ayrı mezarlarda yatıyor bedenleri; ama ruhları öteki dünyada mutlaka bir araya gelmiştir. Sütanasının ağlamasına yürek dayanır gibi değildi. Sesi hâlâ kulaklarımda. Alaz bebeği kendi çocuğu gibi sevmiş ve benimsemişti.
Göç güzergahını değiştirmek zorunda kaldık. Çünkü öncülerin aldığı istihbarata göre, Bulgarlar bu güzergahta askeri birlikler oluşturmuşlar ve Türk göçmenlere saldırmak için hazır bekliyorlarmış. Binlerce insanı bu yolda pusuya düşürüp öldürdükleri söyleniyor. O nedenle Kızanlık tarafına yöneldik. Değişiklik bize zaman açısından çok pahalıya mal olacak, ama mecburuz. Güvenlik her şeyden önemli.
Nasıl unuttum, şimdiye kadar neden aklıma gelmedi diye kendime kızıyorum. Utancımdan yüzüm kızarıyor. Oysa çok öncelerden o insanları hatırlamalı ve onlar için bir şeyler yapmalıydım. Kendimi göçün problemlerine, can kaygusuna kaptırdığım için o insancıklar hafızamdan silinip gitmişlerdi.
Köyümüzde durumları çok kötü olan üç aile vardı. Üçü de fakir, ama gururlu üyeleri olan ailelerdi. Bunlar açlıktan ölseler de hiç kimseden bir lokma ekmek bile istemezler, isteyemezlerdi. Geçen bunca zamanda acaba durumları nasıldı? Hiç vakit kaybetmeden bir korucuyu çağırdım ve bu üç ailenin durumunu inceleyip bana haber vermesini söyledim. İncelemeyi ailelere sezdirmeden yaparsa daha iyi olacağını da ilave ettim. Korucu ne demek istediğimi gayet iyi anlamıştı. “Tamam!” deyip yanımdan ayrıldı ve bir saat sonra da geldi:
-Gördüğüm kadarıyla durumları çok kötü. Günlerce ot yiyerek idare etmişler, ama iki gündür ot da bulamadıklarından ağızlarına bir lokma yiyecek girmemiş. Hepsi bir deri bir kemik kalmışlar.
Dedi. Mola verilince hemen bizim heyeti topladım, durumu açıkladım, mutlaka bir tedbir almamız gerektiğini söyledim. Hiç vakit kaybetmeden hemen şimdi bir şeyler yapılmalıydı. Heyet bana hak verdi. Korucuları herkesin yiyecek miktarını kontrol etmeleri için görevlendirdik. Bu kontrol sırasında yiyeceği çok olanlardan bir miktar alınmasını ve getirip heyete teslim edilmesini söyledik.
Korucular verilen görevi tamamladılar. Gördük ki toplanan yiyecek miktarı çok fazla değildi, ama bu aileleri, idareli kullanırlarsa bir hafta idare ederdi. Bir de yiyecekleri ailelere kimin götüreceği sorunu vardı. Kimse bu konuda gönüllü olmadı. Mecburen ben kabul edecektim. Yanıma bir korucu alıp, tek tek bu aileleri ziyaret ettim. Beni sever ve sayarlardı. Benim verdiğim bir şeyi, o yüzden almamazlık edemezlerdi. Aldılar. Ağızlarından teşekkür kelimesi çıkmadı, ama gözlerinden ne demek istediklerini çok iyi anlamıştım.
Heyettekiler benim gülerek geldiğimi görünce, onlar da rahatladı. Bir araya gelmişken Atice Anayı, koruculardan ve öncülerden de birer kişiyi çağırıp bir toplantı yaptık. Bu toplanntının ana konusu kafiledeki insanların hayatlarını korumayla ilgiliydi. Bunun için de öncelikle beslenme ve giyinme konusu geliyordu. Yola çıkarken birçok kişinin parası zaten yoktu, olanların çoğunda da bitmişti. Parası kalan sadece birkaç kişiden ibaretti. O nedenle heyete şu teklifi getirdim:
-Öldüklerinde varisi kalmayan kişilerin hayvanları, arabaları, eşyaları, yiyecekleri kafilenin ortak malı olarak kabul edilmeli. Ayrıca yedekte kimin ne kadar hayvanı varsa, bunlar da ortak mal olmalı. Bir yerleşim yerine gelindiğinde bu ortak malların bir kısmı, ya para karşılığı satılmalı ya da yiyecekle takas edilmeli. Elde edilen yiyecekler ailelerin üye sayısına göre pay edilmeli. Yol boyunca bulunacak sahipsiz eşya ve hayvan için de aynı uygulama yapılmalı.
Toplantıda bulunanları hepsi bu teklifi aynen kabul etti. Karar, kafiledeki ailelerin reislerini toplayıp duyuruldu. Bir-iki mırın kırın etmeye kalkan olduysa da, öfke dolu bakışlar üzerlerine çevrilince, onlar da seslerini kesmek zorunda kaldılar.
(Devam edecek...)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.