- 1311 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Atları Vurmasınlar
Gerçekten de ‘provası yok hayatın’ Oğuz Atay’ın söylediği gibi. Tekrarı da yok. O yüzden; ‘akan suda bir kez yıkanmaktır yaşamak...’ Bazen bir bakış, bir olay, bir nefes, bir ses ya da telefonun ucundaki sesin tınısı koparır sazınızın tellerini. İşte o zaman, kaleminizle söyleşirsiniz:
. / ...
’Buruk acı biz söz düşer özdeki köze
Donar gamzelerimde gülüşlerim
Gecenin oltasına takılır kırık düşlerim
Bileği burkuk, ürkek bir taydır artık gelişlerim
Madem ben yaklaştıkça uzaklaşacaksan
Sana varmayan yolları neyleyim?’
Diye başlamıştım şiire. Yazdım, yazdım sonra:
Bak, dudaklarımdaki bu uçuk yarası
Canımı mıhından söken bir sevdanın anısı
Yok saydım, içinde sen olmayan düşlerimi
Ya topla gel dünlerden çocuk gülüşlerini
Ya da vur beni... /
Diyerek noktayı koydum. Daha doğrusu koyduğumu sandım. Hani final tümcesi var ya:
’Ya da vur beni... / ’
İşte tam da bu dize içimde bir yerlerden bir şeyler kopardı birden. Bam telini koparmak bu muydu yoksa?...
. /...
Henüz at üzerinde duramayacak kadar küçüktüm. Bir atımız vardı, adı Şimşek. Neden Şimşek derlerdi ki? Ona rüzgâr olmak yakışırdı oysa. Çünkü rüzgârlarla yarış ederdi sanki. Pırıl pırıl tüyleri, ince uzun bacakları, görkemli ve asil duruşuyla ne kadar cins bir at olduğunu kanıtlıyordu adeta. Hem güçlü hem zarifti. Gözleri, konuşur gibi bakardı insana. Ne zaman canım sıkılsa gidip yanına onunla dertleşirdim... ’Bir atla mı?’ diye gülümsediğinizi görür gibiyim. Gülmeyin lütfen! O sadece bir at değil, arkadaşımdı benim...
Karadeniz bölgesinin deli yağmurlarını bilirsiniz. Öyle yağar öyle yağar ki, bardaktan değil, kovalardan boşalırcasına. Baraj kapakları açılmış da sular altında kalmış gibiydi bahçeler, bağlar... Toprak suya iyice kanmış, daha fazlasını emecek durumda değildi. Günlerce yağmur yağmış, yer yer heyelan olmuştu. Nihayet yağmurlar dindi. Toprak biraz çekti suyu. Bazı yerlerde kaygan bir toprak tabakası oluştu. Fakat ne fındık dalda beklerdi ne de işçi evde... Fındık, toplanmalıydı. Toplandı da...
Fındık bahçelerimizin bir kaçı eve oldukça uzak ve yolu da kötüydü. Bahçelere araba giremez, ancak at veya eşekle taşınırdı fındık çuvalları. Atımızı eve işçiler arasından seçilmiş bir genç getirirdi genelde. Sevgili atım Şimşek sanırım bir şeyden ürkmüş olacak. Sırtındaki fındık çuvallarını harmana taşırken oldukça yüksek ve tehlikeli bir yerden yuvarlanmıştı. ’Ayak bileği kırılmış’ dediler. ’Nazar değmiştir’ deyip nazar duası okudu yaşlı nineler. Babam eve veteriner getirdi, olmadı. Karasakız ‘katran’ kaynatıp sardı, olmadı. ‘Zeytinyağı’ ısıtıp sardı yine olmadı. Belli ki çok acı çekiyordu. Çünkü bir türlü iyileşmiyor, yara kapanmıyordu. Şimşek sürekli inliyordu. Güzel gözlerinden de yağmur gibi yaşlar döküyordu. Ayağına basıp yürüyemiyor, ahırdan dışarı çıkamıyordu. Verilen yemi de yemiyordu. Bisküviyi çok severdi aslında. Payıma düşenleri annemden gizlice onunla paylaştığımdan biliyorum. Ama yemiyordu işte. En sevdiği bisküviyi bile... Bir deri bir kemik kalmıştı. Tüylerinin parlaklığı gitmiş, yeleleri sanki kısalmıştı. Ya da bana öyle geliyordu.
Artık köy yaşamına renk katan fındık işçileri de evlerine dönmüş, harman – hasat zamanı başlamıştı. Şimşek hala ayağına basamıyordu. Her gün sessizce yanına gidip ona tatlı sözler söylüyordum Kulaklarını dikleştirip hareket ettirdiğinde beni anladığını sanıyordum. Çocukluk işte...
Bir sabah, tek el silah sesiyle uyandım. Gözlerimi ovuşturarak korkuyla dışarı fırladım. Kalbim yerinden fırlayacaktı sanki. Babam, ahırın kapısının önünde diz çökmüş, başını elleri arasına almış ağlıyordu. Onu hiç ağlarken görmemiştim. Ne olduğunu bilmeden ben de ağlamaya başladım. Belki de sırf, babam ağlıyor diye. Nedenini sonra öğrendim. Meğer yarası iyileşmeyen atları vururlarmış. Şimşek’ in acısı dindi. Ceylan gözleri kapandı. Aklıma düştüğünde kimseye göstermeden hep ağladım zaman zaman...
Ne olur, atları vurmasınlar! Vurmasınlar...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.