- 554 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MEKÂN
Cihanın nimetinden kendi ab u danemiz yeğdir; Elin kâşanesinden kuşe-i viranemiz yeğdir . Baki
(Dünya dolusu maldan, kendimize ait bir tas su ile bir lokma ekmeğimiz yeğdir. Başkasına ait saraylardansa, köşesinde oturduğumuz viranemiz hoştur bize.)
Bizler için yer ve zaman, hayatın olmazsa olmazlarındandır. Zamana hâkim olamıyoruz, onu elimizde tutamıyoruz, ama yer/mekâna sahip olabiliyoruz. Nedense, her an ayaklarımzın yerde olması, bize bir güven, rahatlama hissi verir. Uçak yolculukları sırasında, hepimizin bu hissi yakından duyduğunu rahatlıkla söyleyebilirim sanırım. Havada iken kendimizi boşlukta hissetmemiz, bir yere ait olmadığımız sanısı, bizi oldukça rahatsız eder. Neden mekân/yer kavramı bizim için bu kadar önem taşır?
İnsanoğlu, ilk çağlarda bile kendine bir yer edinme gereksinimi duymuştur. Ağaç kovukları, mağaralar insanoğlunun ilk mekânları olmuştur. Yerleşik hayata geçmeden önce, göçebe toplum yaşamında da yer kavramı, geçici de olsa vardır. Göçebeler, gidilen yerde bir gecelik dahi olsa, bir yer seçerler. Seçilen bu yerde kalma süresi uzayabilir. Zaten, göçebelik severek yapılan bir yaşam tarzı olmayıp, zorunlulukların yarattığı bir olgudur. Zamanla, in-sanlar yerleşik düzene geçmişler ve bir yer edinmişlerdir. Bu kısa tarihi açıklama, bize insanların kendini güvende hissetmeleri için, bir mekâna sahip olmaları ile sıkı bir bağıntı içerisinde olduğunu göstermek içindir.
Canlıların çoğu hava kararmaya başladığı zaman, yavaş yavaş onlara ait bir mekâna sığınırlar. Biz insanlar da, özellikle gece olmaya başladığı zaman, evimize bir an ulaşma telaşı içerisine gireriz. Çocukluğumuzda hava kararmaya başladığı zaman, söylediğimiz bir tekerlemeyi anımsamak hoş olacaktır sanırım: “ Ev’li evine, köylü köyüne, ev’i olmayan sıçan deliğine.” Gene bize ait bir söz; “Dünyada mekân, ahirette iman.”
Ev bizim içim kutsal bir mekândır. Halkımızın hemen hemen tamamı, kendine ait bir evi olsun ister. Türk insanın en büyük hayali kendisine ait bir eve sahip olmaktır. Hepimiz evimizde huzur buluruz. Tatile bile çıktığımız zaman, evimizi özleriz. Hiçbir yer, o mekânın bize sağladığı huzuru, rahatlığı veremez. Bizim sığınağımızdır âdeta. Yukarıda Bâki’ye ait olan veciz cümle, ev dediğimiz mekânın, bizim için ne kadar önemli olduğunu nefis bir şekilde anlatmıyor mu? Kulübe bile olsa kendi evimiz bize, başkasına ait saray veya köşklerden, malikânelerden daha huzurlu geldiği hepimizce malûmdur. Keza bugün, hepimiz ülkemizde “Nüfusa Dayalı Adres Kayıt Sistemi” ne kayıtlıyız. Yani bizim dünya üzerinde ki mekânımız, oturduğumuz ev, bizim kimliğimizin bir parçası sanki. Nüfus kâğıdımız ve oturulan yer (ikâmetgâh) bizi tanımlayan en önemli iki eleman.
Tüm bunlar bize gösteriyor ki, uygarlık seviyemiz ne denli artarsa artsın, insanoğlunun bilinçaltında hâlâ, doğaya karşı bir korku vardır. Mekân denince sadece ev akla gelmemelidir. Kapalı olan veya etrafı çevrili olan, yani sınırları belli olan herhangi bir yer bu tanıma girer. Bizler, yer kavramına o denli bağımlıyız ki, öldüğümüz zaman bile, mezarımızın yerinin belli olmasını isteriz. Mezarlıklar yakınlarımız ile doludur. Mezar taşına ölenin kimliği yazılarak, oranın ölen o kişiye ait olduğu muhakkak belirtilir. O da yetmez etrafını mermerlerle çevreleriz, türbeler haline getiririz. O da yetmez, öldükten sonra da bir mekâna sahip olacağımıza yani; ya cennete, ya da cehenneme gideceğimize inanırız. Bir bakıma yerimiz kabaca da olsa bellidir. Mekânsızlık en büyük korkumuzdur sanki, ister bu dünyada, isterse öbür dünyada. Ortada kalmak, yeri yurdu belli olmamak, hepimizin belli etmesek bile, en büyük korkularımızdan biridir.
Yakınlarımızın nerede olduğunu bilmek, bize bir çeşit huzur sağlar. O kişinin yeri belli ise, istediğimiz an, o kişiye erişebilme rahatlığı bizi sarmalar. Bu da bir türlü güven duyumsama hâlidir. Kaybolma, yani yerinin belli olmaması, insanlara acı veren çok önemli bir olaydır. İnsanlar, yakınlarının kaybolmaları yerine, ölmelerini, açıkça söylemeseler bile, arzu ederler. Kaybolan biri için,” bir mezarı bile yok” sızlanması laf arasında dile getirilir. Kaybolan kişinin bir gün tekrar ortaya çıkma olasılığı var olmasına rağmen, insanlar, her an beklenti içide kalmanın verdiği acıdan o kadar ıstırap çekerler ki, ölmüş haberini almak dahi, onlarda bir rahatlama sağlar. İlginç bir paradox ! Ama gerçek.
Vatan kavramı da mekân ile ilgili olduğundan mı bu kadar önemseniyor? Dünyamızda iki yüz civarında siyasi ünite (devlet ) var. Her devlet sahip oldukları toprakları kutsal kabul ediyorlar, uğrunda savaşıyorlar ve de ölüyorlar. Her ülkenin toprağı kendine göre kutsal. Acaba hangisi en kutsal? Kişi bazında mekân önemli ise de, topluluk olarak mekâna verdiğimiz önemin daha fazla olduğunu görüyoruz. Bu da oldukça ilginç sanırım. Olaya bu açıdan baktınız mı hiç?
Günümüzde cep telefonlarının akıl almaz yayılması ve kullanılmasının altında, bu duygu, yani mekânının belli olması duygusu, yatıyor olamaz mı? Etrafımıza kısa bir bakış yeterli. Her an birileri ile telefonla iletişim kurma, mekânlarımızın bilinme gereksiniminden kaynaklanıyor olabilir. Telefonunuzun bozulduğu veya kaybolduğu bir günü anımsayalım; sanki ortada kalmış, yersiz yurtsuz biri gibi hissederiz kendimizi.
Mekân kavramının bizim için hayati öneme sahip olması, acaba, mekânsız bir yerden gelip, mekânsız bir yere gidecek olmamız olasılığından kaynaklanıyor olabilir mi? Bu nedenle, bu kısa yaşam öykümüzde, yerküremizde bir mekâna sahip olma tutkumuzla az da olsa huzur bulabileceğimizi söyleyebilir miyiz?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.