- 572 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Almanya Yılları Ne Çabuk Geçti (b.ö.r.-34-)
Gerçekleşme olanağını bile hayal etmekten itina ettiğim yurt dışı öğretmenliği için nihayet Almanya’dayım. Sınavlar, uzun süreli heyecanlı, çoğu kereler can sıkıcı beklemeler sona erdi. Seksenli yılların sonları, Türk Kültürü ve Türkçe öğretmeni unvanıyla altı yıl çalışmak üzere kendimi yeşilin en koyu tonlarının gözlemlendiği, çalışkan insanların ülkesinde buldum. İlk önce Münih kentine geldik üç öğretmen arkadaş. Görev bölgem Hamburg kentine yakın. Saat yirmi bir treni ile Hamburg gitmek için öğretmen arkadaşlardan ayrıldım. Gece, tüm Almanya’yı güneyden kuzeye trenle kat ettim. Kompartımanımda orta yaşlı, her halinden varlıklı bir iş adamı görünümünü aksettiren bir Alman yurttaşından başkada kimse yoktu. Adam, “ Nerelisin?” diye sordu. Türk olduğumu, bu ülkeye henüz geldiğimi ve çok az Almanca bildiğimi söyledim. Tebessüm ederek, “Selam ün aleyküm, Aleyküm selam.” Dedi kompartıman arkadaşım. Yolculuk boyunca ikimiz de sohbet edememenin hayal kırıklığını yaşadık.
Hamburg’a sabahın ilk ışıklarıyla vardım. İstasyonda yaşam felsefesine hep hayranlık duyduğum akrabam karşıladı beni. Evine gittik. Biraz dinlenip kahvaltı yaptıktan sonra doyurucu, güzel bir şehir turu yaptık. Bu ülkede daha ikinci günüm. Şehir içindeki orman görünümü arz eden geniş ve bakımlı parkları, parkların içindeki gölleri barındıran bir güzel kentte olduğumu doya doya gözlemleme olanağım oldu. Göllerde nazlı nazlı yüzen kuğular, kaz ve ördekler bir başka güzellik katıyordu söğüt dallarının sarktığı göl manzaralarına. Bu hayvanlar acaba ülkemizde olsa yaşama şansları ne kadar olur diye düşünmekten kendimi alamadım. Göllerin kenarlarındaki yürüyüş yolları tertemiz, pırıl pırıl. Yine bu yol kenarlarındaki ulu yayvan yapraklı ağaçlar ve ağaç diplerine konan banklar adeta yürüyüş yapanlara gelin oturun, biraz dinlenin yanı başımızda der gibilerdi.
Almanya’da yurttaşlarımız bir mahallede, bir semtte oturmuyorlar. İş yerlerinin bulunduğu farlı yerleşim yerlerine dağılmışlar. Bu nedenle hafta içinde beş değişik okulda farklı öğrencilerle ders yapıyordum. Okulların bulunduğu yerlere otobüs ve trenle gidiyordum. Trafik bu ülkede tıpkı diğer işler gibi saat dakikliğinde çalışıyor. Haftanın üç gününde bir okula trenle gidip-dönüyordum. Gidiş-gelişlerim dört yıl sürdü. Bu dört yıl içinde Westerland adlı tren dört kez olsun geç kalmadı. Planlanan saatte kalkar ve planlanan saatte varacağı istasyona varırdı. Otobüs te aynı düzen içinde çalışıyordu. Otobüsün içinde kaçak yolcuk yapmayı eleştiren, yüzünü koluyla kapatıp utancını gizleyen adamın resmi çok ilginçti. Resmin altında da, “Ben bir eşeğim.” cümlesi yazılıydı. Planlı yaşayan bir halkın ülkesi beni kendine hayran bırakmıştı. Düzgün ana caddeleri ve sokaklarında hoş olmayan görüntüler görmek olanak dışı. Evler, sokaklar boyunca aynı mimari stilde inşa edilmiş. Hele evlerin balkon ve pencerelerindeki renk renk çiçekler şehre farklı bir güzellik katıyordu.
Tren ve otobüsle yaptığım kısa süreli yolculuklarda yemyeşil ve dümdüz Kuzey Almanya Ovalarını haftada birkaç kez görürdüm. Her mevsimde bol yağış alan okyanus iklimini barındıran Almanya ovaları her mevsimde yemyeşil gözlemlenir. Ovalarda yer yer yayvan yapraklı ağaçların oluşturduğu orman koruları bu eşsiz manzaralara farklı güzellikler sunar.
İlkokul düzeyindeki öğrencilerle ders yapıyordum. Alman okullarında dersler saat on üçte sona erer. Daha sonra okulda temizlik yapılır. Sınıflar her gün en güzel biçimde bina sorumlusu denetiminde pırıl pırıl temizlenir. Öğleyin okul saatleri sona eren öğrenciler günün kalan saatlerinde çeşitli eğitsel etkinliklere katılırlar. Her öğrenci en az bir etkinlikte zamanını değerlendirir. Alman çocuklarının spor salonlarında, yüzme havuzlarında hem dinlenip hem vücutlarını geliştirici etkinliklerde bulunmaları bir anda bana yurdumuzda daha üçüncü sınıf yıllarında dershanelerin sıkıcı havasında kurslara katılmak zorunda bırakılan çocuklarımızın acınacak durumlarını anımsatırdı. Bu arada bizim çocuklarımız da haftada bir gün Türk Okulu diye adlandırılan benim derslerime katılıyordu.
Çocuk her yerde çocuktur; sadelik, dürüstlük ve temizlik sembolü. Almanya’da farklı uluslardan birçok çocuk tanıdım. Hele kızlardan kurduğum halk oyunları ekibim çeşitli ulusların çocuklarından oluşan taze açmış bir gül demetiydi. Polonyalı, Boşnak, Alman ve bizim çocuklardan oluşan bir ekipti halk oyunları ekibim. Seksenli yıllarda televizyonlar henüz uydu yayınına başlamamıştı. Anayurttaki kanalları izleme olanağı yoktu. Çocuklarımızın çoğu Almanya’da doğmuş, çok kısa sürelerde Anavatana gelme şansı yakalayabilmişler. O bakımdan güzel Türkçemizi yeterli düzeyde düzgün konuşamıyorlar. Bir kez, ince, uzun boylu, güzel bir kızıma nerelisin diye sordum. Onun “Bursa’nın ortasındanım.” cevabı bana çok hoş gelmişti. Öğrencilerim Türkçe konuşmalarında hayli zorlanıyorlardı. Bazı cümlelerin arasına Almanca kelimeler katıyorlardı.
Gurbet. Her durumda içeriğiyle insanı hüzünlendiren bir kelime. Kemalettin Kamu’nun dediği gibi.
“Gurbet o kadar acı ki, ne varsa içimde,
Hepsi bana yabancı, hepsi başka biçimde.” Yemyeşil çayırları, düzenli parkları, içinde çeşitli kuşların güven içinde yüzdüğü masmavi sularının bulunduğu gölleriyle bir güzel ülke Almanya ama gurbet. İnsan kendi ülkesinin insan seslerini, okul bahçelerinden sokaklara akseden İstiklal Marşı’nı, minarelerimizden yükselen ezanı özlüyor. Yurdumuzda, doğup büyüdüğümüz kentten farkı kentlerde yaşadığımızda gurbette olduğumuzu hissederiz. Sılada, dağlarımızda esen serin rüzgârları, köylerimizdeki pınarlarda akan suların şırıltısını ve çöplüklerde öten horoz seslerini özleriz. Gurbetin asıl ne olduğu anayurttan kilometrelerce uzakta olunca anlaşılır. Her durumda sen yabancısın; dilleri, dinleri, huyları senden farklı olan insanların arasında.
Bir dersimde çocuklar sizlerden en mutlu olduğunuz bir olayı anlatmanızı istiyorum diye bir istekte bulundum. Küçücük yavruların çoğunun mutlu bir anı diye anlattıkları olaylar da bile bir hüzün vardı. Hele Ispartalı bir kızımın anlattıklarını anımsadıkça hala gözlerim yaşarır.
“Öğretmenim, önceki yıl köyümüzde annemle dedemlerde kaldık. Bu yıl Almanya’ya annemle birlikte döndük. Bizi havaalanında babam karşıladı. Babam yanımıza geldiğinde annem ve babam ağlıyorlardı. Ben de ağladım.” İki elin parmakları sayısı kadar bile olmayan yaşadığı yılların içinde bana anlatacağı en güzel anının içinde bile gözyaşı vardı bu küçük yavrunun. Bu hikâyeciği bir yıl beraber kaldığım oda arkadaşıma anlattım. Onun da gözleri yaşardı.
Anadolu’nun, çoğusu kırsalından kopan yurttaşlarımız Sirkeci’den bindikleri trenlerle kendilerini bir anda uygarlığın göbeğinde sanayi toplumunun ortasında bulmuşlar. Yabancı bir ülkede yaşamanın en zor yönlerinden birisi bulunduğun ülkenin dilini bilmemek. Altmışlı, yetmişli yıllar. Anayurtla ancak mektupla iletişim kurulabiliyor. Yabancı işçi olma ve de kalifiye olamama nedeniyle işçilerimiz bu ülkede en ağır işlerde çalıştılar. İkinci Dünya savaşında büyük kayıplara ve yıkıntılara uğrayan ülkenin kalkınması yeniden ayağa kalkması uğrunda iççilerimiz ne çok emek sarf ettiler. Bir biçimde de bu ülkede yaşamasının yollarını buldular. Birikimlerini ülkemize aktardılar. Yıllarca bütçemizin döviz gereksinimini karşılamada gurbetçilerimizin gönderdikleri dövizler sürekli birer can simidi görevi yaptı. Sıkı ve akort çalışma düzenine uyum gösteremeyip tutunamayan yurttaşlarımız da oldu elbet.
Kırsal kesimden gelip bu diyarlarda yaşamasını becerip örnek birer yaşam tutturan yurttaşlarımızın sayısı da hayli kabarık. İş yerleri açanlar, Almanlara bile işveren, başarılı icraatleyiyle göğsümüzü kabartan vatandaşlarımızın sayısı gün gün artıyor. Devletimiz yabancı diyarlarda çalışan yurttaşlarımız benliklerini kaybetmesinler, yeni kuşaklar kendi kültürümüzü tanıyarak büyüsünler diye yurt dışına öğretmen ve imam gönderiyor. Öğretmen olarak bu ülkede en önemli işlevimiz öğrencilerimizi iyi yetiştirmeye çalışmak. Onları, ilerideki öğrenim hayatlarında için üniversite öğrenimi yapmaya yönlendirmek. İmam arkadaşlarımızda görevlerini yapmaya çalışıyorlardı. Fakat bazı yurttaşlarımız ülkemizdeki cumhuriyet rejimine aykırı çalışmalar yapan kuruluşların amaçları doğrultusundaki faaliyetlerin müritleri olmuşlar. O vatandaşlarımız diyanetimizin imamlarına itibar etmeyip camilerine de gelmiyorlar. Kendilerinin giderlerini karşıladıkları kara sakallı imamlarla faaliyet içinde bulunuyorlar. Bu guruptan bir vatandaşımızla sohbet edecek oldum. Bana verdiği yanıt, “Sizinle tartışmaya giremem. Benim tahsilim sizinle tartışmak için yetersiz kalır fakat ben şeriatçıyım. Beni bu fikrimden döndüremezsiniz.” İşte Almanya’da yaşayan bazı yurttaşlarımız takip ettiği bir garip yol. Nihayeti nerelere varır bilinmez bu yolun?
Vatandaşlarımızdan özellikle Almanya’ya ilk giden kuşaklar çok zorluklar yaşamış. Dilleri, adetleri ve yaşam biçimleriyle çok farklı olan insanlar arasında yabancı olmanın ne dayanılmaz acılarını yaşamışlar. Ayrıca bu insanlar yaz tatillerini geçirmek için doğup büyüdükleri topraklara gelirken geçtikleri ülkelerde çeşitli sorunlar yaşamışlar. Almanya’da yabancı, kendi vatanlarında Almancı denip dışlanmaları bu çilekeş insanları ne çok yaralıyor. Üstüne üstlük ülkemizde bu insanların esnafımızca, polisimizce yolunacak kaz olarak görülmeleri onlar adına ne acı bir durum. Oysa bu gurbetçilerimizin ülke ekonomisine olan katkıları hiç azımsanamaz.
Çalışmalarımda bana yardımları dokunan derneklerin katkılarını anlatmadan geçemem. Yurt dışında çalışan öğretmenlerden beklenen en büyük beklenti, beğenilecek düzeyde 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramını halkın katkısını sağlayarak kutlayabilmek. Bunun için sene başından çalışmalara başlardım. Çalışmaları yapmak, kutlama yapılacak salon ayarlamak ve çeşitli giderler için maddi katkı sağlamak gibi konularda Almanya’da yurttaşlarımızın kurdukları derneklerin azımsanmayacak yardımlarını gördüm. Bu arada nutuk atmaktan hoşlanan, mikrofonu kapıp program dışı konuşmalar yapmak isteyen dernek yöneticilerini kırmadan işi pişirmek için de özel bir çaba harcamak zorunda kaldım çok kere.
Yabancı bir ülkede çalışırken her işin kolayca başarıldığı sanılmasın. Elbette ufak-tefek sıkıntılarda yaşadım. Her yıl yaz tatili dönüşü çalıştığım okul müdürlerine sunulmak adına birer kutu lokum götürürdüm. Almanlar hediye vermekten ve almaktan çok hoşlanan bir ulus. Lokumları müdürlere sunar ve onlarla ders yapacağım sınıfı belirlerdik. Son yıllarıma yakın yine aynı uygulama içindeyim. Cuma günleri çalıştığım okul müdürünü ziyaret edip hediyemi sundum. Müdür resmi bir tavırla hediyemi kabul etmeyerek bana sınıf da veremeyeceğini söyledi.
Önceki yıl aynı okulda öğrencilerim ufak bir kum saatini kırmıştı. Bina görevlisine saatin parasını ödemeyi önermiştim. Bunun için bir ödemeye gerek yok diyen görevliyle o konuyu halletmiştik. Aynı okulda ufak bir sorun da temizlikçi kadınla yaşamıştım. Ben teneffüste sınıfta dururken bahçede oynayan bazı öğrencilerim odalarında dinlenen temizlikçi kadınları rahatsız etmişler. Bir anda sınıfın kapısında beliren temizlikçi kadın:
“Sen ne biçim öğretmensin? Öğrencilerin bizi rahatsız ediyor. Onlara niçin dikkat etmiyorsun?” Türünden bir sürü laflar etti. Yabancı düşmanlığının elle tutulur biçimde hissedildiği bu ülkede Almanlar bize artık iyi gözle bakmıyorlardı. İlk zamanlar marşlarla karşıladıkları işçilerimizi artık ülkelerinde görmek istemiyorlardı. Oysa insanlarımız bu ülkenin kalkmasında hiç de azımsanmayacak katkıları olmuştu. Almanların bizlere karşı tavırları hiç hoş değildi. Bu durum beni üzüyordu. İstemeyerek te olsa bende Almanlara karşı fazla hümanist duygular besleyemiyordum. Kadının bana karşı bağırması üzerine onu yanıtsız bırakamazdım.
“Sen kimsin, ben seni tanımıyorum. Seninle muhatap olamam. Ancak senin müdürünle diyalog kurarım. Beni müdürüne, hatta başbakanına şikâyet edebilirsin. Ben sadece Allah’tan korkarım. Beni anlıyor musun?” Türünden cümlelerle kadına cevap verdim. Kadın adeta dondu, sessizce karşımdan uzaklaştı. Belli ki, konu müdüre duyurulmuş. Bu nedenle müdür bana sınıf vermek istemiyordu. Bu kez müdüre cevap verdim.
“Sayın müdür, geçen yıl okulda kum saati ve temizlikçi kadınla ilgili olaylar yaşandı. Bu tip olaylar her okulda olağan durumlardır. Siz, ben eğitimciyiz. Böylesi olaylarla her zaman karşılaşabiliriz. Bunları çözmek bizlerin görevi. Bilemediğim, sizi üzen başka bir olay yaşanmışsa söyleyin lütfen. Fakat sizin hediyemi kabul etmemeniz beni gerçekten üzdü. Sınıf vermeyebilirsiniz. Hediye kabul etmemek hiç güzel değil.” Bu sözlerim üzerine müdür elimi sıkarak hangi saatlerde ders yapmak istediğimi sordu. Tıpkı geçen yılki gibi diyerek olayı tatlıya bağladık. Bu ülkeye yeni geldiğim günlerdeki gibi alman meslektaşlarımın sorularına cevap verememe durumumu çoktan aşmıştım. Duygularımı yetesiye anlatacak düzeyde Almanca konuşabiliyordum.
Günahıyla-sevabıyla altı yıl yaşadım güneş yüzüne çoğu kez hasret kaldığım Almanya’da. Her başlangıcın bir sonu var. Disiplinli ve çalışkan insanların yaşadığı, çağı yakalamış bu sanayi ülkesinden ayrılma zamanım gelmişti. Almanya yıllarım ne çabuk geçti. Doksanlı yılların ortalarında görev sürem bitti. Hafızamda onlarca, yüzlerce anılar yüklü; renklerin tüm tonlarının bir bir gözlemlendiği, güneşin en hoş, altın ışıklarını bizlere mertçe sunduğu güzel ülkeme döndüm.