- 410 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Göçe Göçe-8
Yazmaktan kollarım ağrımıştı. Yazım da yorgunluk arttıkça çirkinleşiyordu. Yüzümdeki memnuniyetsizliği gören Osman dedem:
-Yoruldun galiba! Burada bırakalım; kalanı daha sonra yazarız, dedi.
-Yoo, yorulmadım, dedim yalandan; dedem üzülmesin diye.
-Yoruldun, yoruldun. Kaç saattir yazıyorsun. Ben de kendimi kaptırmış gidiyorum, senin yorulacağın hiç aklıma gelmiyor. Tamam, burada keselim; yarın devam ederiz.
● ● ●
Ertesi gün devam edemedik; çünkü sabahleyin güneş çıkmış, sağdaki soldaki azıcık karı erittiği gibi öğleden sonra yerleri de kurutmuştu. Pencereden dışarı baktım. Havanın güzel olmasını fırsat bilen mahalle çocukları, kendilerini sokağa atmış, çekirdek ütmece oynuyorlardı. Onları seyretmek için iyice giyinip ben de dışarı çıktım. Güneşin verdiği tatlı sıcaklığı çıkar çıkmaz hissettim. Az sonra da giydiklerim fazla bile gelmeye başlamıştı.
Çocuklar büyük bir daire çizmişler, bunun içine eşit sayıda zerdali çekirdeği dizip, on adım ötedeki bir çizgiye el büyüklüğünde lastik parçaları ile atış yapıyorlar. Çizgiye en yakın olan, daire içindeki çekirdeklere ilk atış hakkını elde ediyor. Oradan nişan alıp, dairenin içinden çekirdekler çıkarılmaya çalışılıyordu. Çıkan onun oluyor. Çıkaramazsa sıra ötekine geçiyor. Dairenin içinde çekirdek kalmayınca, oyun bitiyor. Yeni oyun için, tekrar eşit sayıda çekirdek koymaları gerekiyor.
Çocuklardan birinin, iki cebi de kazandığı çekirdeklerle doluydu; şişmişlerdi . Gururla dolaşıyor, her atışında iki-üç çekirdeği dışarı çıkarıyordu. Bir ara:
-Ben artık oynamıyorum, eve gideceğim, deyince çocukların hepsi birden:
-Ütüp ütüp kaçmak yok! Oynamak zorundasın, deyip üzerine hücum ettiler. O da koşarak oradan uzaklaştı. Tabii arkasından yediği küfürler, buradan Kayseri’ye yol olur...
Kırşehir’deki evlerin bahçelerinde, ceviz ağacından başka bolca kayısı ve zerdali ağacı da vardır. Kayısı ve zerdalinin meyveleri birbirine çok benzer. Farkları, kayısı tatlıdır, zerdali ise biraz ekşidir. Aynı benzerlik çekirdeklerinde de görülür. Çıplak gözle hangisi kayısı, hangisi zerdali çekirdeği kolay kolay ayırt edilemez. Yenirse fark anlaşılır; kayısının çekirdeği tatlıdır, zerdalinin ise acıdır. Öyle ki zerdali çekirdeğini yeyince ağzınızda, boğazınızda bir acılık, bir burukluk hissedersiniz. Bu çekirdeğin içinden çok yerseniz, ölüm tehlikesi bile olabilirmiş. Zerdali çekirdeği ayakkabı boyası ve ilâç yapımında kullanılıyormuş. O nedenle çocuklar, çeşitli yollarla bunları toplayıp kalenin eteğindeki Buğday Pazarı’ndaki dükkanlara satarlardı. Bir ara ben de biriktirmiş ve götürüp satmıştım. Dükkan sahibinin verdiği parayı elimde tutarak eve dönerken, çarşının hemen bitiminde, bizim eve giden yolun üzerindeki leblebiciden gelen nefis kokuyu duyunca, birazını harcamaya karar vermiştim. Leblebiciye elimdeki paradan yirmi beş kuruş uzatıp, kırık leblebiden istediğimi söylemiştim. Kırık leblebiyi seçmemin nedeni, en ucuzu olmasıydı. Leblebici yüzüme bile bakmadan elindeki kürekle biraz kırık leblebi almış, terazide tartmış ve verdiğim para o kadar az olmalı ki kağıt harcamayı bile gereksiz gördüğünden “Aç cebini bakayım!” deyip kürekteki leblebiyi oraya boşaltmıştı. Dükkandan çıkıp birkaç adım atınca, cebimdeki leblebinin sıcaklığını bacağımda hissetmiş ve azıcık alıp yemiştim.
Eve döndüm. Dedem de bu güzel havadan etkilenmiş olmalı ki:
-Bana Kırşehir’i tanıtır mısın? Hava güzele benziyor. Dedeni biraz gezdirecen mi? Diye sordu. Ben de seve seve kabul ettim.
Yenice Mahallesinden çarşıya giden yolda ağır ağır yürümeye başladık. Dedem yaşlı olduğu için hızlı yürüyemiyordu. Onu önce, çarşıya gelmeden yan bir yoldan, bizim geçen sene oturduğumuz Medrese mahallesine götürdüm. Orada caddedeki bir dükkanı gösterip:
-Bak dede, burası abimin yaz tatilinde çalıştığı gazoz imalathanesi. Şişeye gaz basarken patlamış, kırılan cam yüzünü kesmişti. Bu kazadan sonra da bir daha işe gitmedi, dedim. Dedem gülerek gazoz imalathanesine baktı.
Az sonra yolumuza Lale Camii çıktı. Dedem bahçesinin ve camiin içini dolaşıp çıktıktan sonra onu, buradan elli metre ötdeki Melik Gazi Türbesi’ne götürdüm. Ben bu türbeye defalarca gelmiş, üst katına çıkmış, burada oyunlar oynamış ve arkadaşlarla konuşmuştum. Bu çıktığımız yerin yüksekliği bir buçuk metreden fazlaydı ve biz türbenin duvarlarındaki kırılmış taşların arasına basarak buraya tırmanıyorduk. O çıktığımız yer aslında çok pisti. İçerisi çöp doluydu, yanmış kağıt ve odun külleri, sigara izmaritleri vardı. Hatta kurumuş insan dışkısı bile görmüştüm burada. Türbenin piramit şeklinde, benim füzeye benzettiğim bir külahı vardı. Bir de en altta, daracık bir kapıdan girilen içinde mezar olan bir yer bulunuyordu. Buranın kapısı o kadar alçaktı ki, ben çocuk olmama rağmen, eğilerek girmek zorundaydım.
Dedeme türbe ile ilgili bildiklerimi anlattım ve birlikte mezarın olduğu yere girdik. Daha önce ben buraya sadece bir kere girmiştim. Çünkü orası ile ilgili anlatılanlardan korkuyordum. İçerisi karanlıktı, sadece küçücük kapıdan giren ışık biraz aydınlatıyordu. Dedem yanımda olduğu halde korkum devam ediyordu. Farkına varmadan dedemin elini tutmuşum. Dedem durumu anlamış olmalı ki cesaret vermek için elimi sıktı.
-Dede, bu mezardaki adam sabah ezanında kalkıp, abdest alıyor ve namaz kılıyormuş. Bak, şu yandaki içi su dolu testi abdest alması için buraya konmuş. İki günde bir su bitermiş ve bazıları testiyi yeniden doldururmuş. Ya bu ölü şimdi de kalkarsa, onun için çok korkuyorum. Çıkalım buradan! Dedim. Dedem güldü:
-Oğlum, inanma bunlara. Ölüden diriye hiçbir zarar gelmez.
-Olur mu dede? Bu ölüyü abdest alırken görenler varmış!
-Birileri, insanları etkilemek için bir şeyler uyduruyor. Boş inançların, hurafelerin bizim dinimizde yeri yoktur, ama gene de bazıları bu tür batıl inançlardan medet umuyorlar.
Dedemin açıklamalarına rağmen içim rahat değildi. Oradan çıkmak için can atıyordum. Dedem ellerini açıp bir dua okuduktan sonra türbeden çıktık.
Yolumuzun üzerinde Cıncıklı Camii vardı. Bazıları buraya Cacabey Camii de diyorlardı. Gerçek adı hangisidir bilmiyorum. Dedem camiin dışını dolaştı, içine girip birkaç rekat namaz kıldı. Camiin dışında tahta iskeleler vardı, ama hiç çalışan görünmüyordu. Dedem buraya hayran kaldı, birkaç defa bunu “Çok güzel, değerli bir eser.” sözleriyle belirtti.
Bu camii şehir merkezinin hemen yanındaydı ve az ilerideki Kırşehir Kalesi de görünüyordu. Kalenin yanına gittik. Kale hakkında duyduklarımı dedeme anlattım.
-Dede, bu kale binlerce yıl önce bir bey tarafından yığma toprakla yapılmış. Burası ilk zamanlar bataklıkmış ve o beyin oğlu bu bataklıkta boğularak ölmüş. Bey de başkaları da aynı acıyı yaşamasın diye, bu bataklığı toprakla doldurmaya karar vermiş. Her köylüye eşit sayıda kağnı dolusu toprak getirmeyi mecbur etmiş. Binlerce araba toprak buraya yığılmış ve bataklık kuruduğu gibi, bir de kale kazanılmış. Kaleden bütün Kırşehir görülebiliyor. Ramazanda iftar vakti buradan atılan top her yerden duyuluyor.
Dedem hem beni dinliyor hem de kaleye çıkan merdivenlere bakıyordu. Ben:
-Kaleye çıkmak ister misin dede? Diye sordum.
-Yok istemem oğlum. Az önce merdivenlere baktım, ama çıkmayı gözüm yemedi. Kalenin yukarısında bir şey var mı?
-Bir camii var. Adı Alaaddin Camii. Bir de ablamın ve abilerimin okulu yani Kırşehir Lisesi var.
-Sen ne zaman gideceksin bu okula?
-Daha çok var gitmeme, dedim ve hemen gözlerimin önüne ilkokul önlüğünü çıkarıp, ortaokul ve lise için giyilen ceket, gömlek ve kıravat geldi. Bir de kafamda üzerinde ay yıldız bulunan bir şapka. Hayali bile heyecan vericiydi.
Oradan ayrıldık. Az ötedeki okul ihtiyaçlarımızı karşıladığımız kırtasiye dükkanını, sanat okulunu ve vilayet binasını dedeme gösterdim. Sonra Ahi Evran Camii ve Türbesi’ne gittik. Dedem türbede dua okudu, camiide de birkaç rekat namaz kıldı. Burayı da çok beğendi.
Dedeme Kırşehir’in ortasında akan Kılıçözü çayını ve hemen yanındaki top sahasını da gösterdim.
-Dede, burada hem maç yapılıyor hem de bazı bayramlarda tören düzenleniyor. Paralı maçları biz kaleye çıkıp bedava izliyoruz. Bütün stad ayaklarımızın altında. Gerçi oyuncular ve top biraz küçük görünüyor, ama olsun. Dedim.
Buğday Pazarından geçip, kalenin etrafını dolaşıp Atatürk heykelinin bulunduğu yere yani gene çarşıya geldik. Biraz yürüyüp çarşının az ilerisindeki hapishaneyi ve şaraphaneyi de dedeme gösterdim. Dedemin bağı olduğu için ilgileneceğini bildiğim bir konudan ona bahsettim.
-Dede burada yaz kış yaş üzüm yeniyor. Misafirliğe gittiğiniz her ev size ceviz, peksimet ve yaş üzüm ikram ediyor. Kış ortasında yaş üzüm olur mu, oluyor işte!
-Bizde Eylülden sonra yaş üzüm kalmaz. Onlar bunu nasıl saklıyorlar da kışın bile yiyebiliyorlar?
-Üzümü topladıktan sonra, salkımları bir iple bağlayıp hevenk yapıyorlarmış ve bu hevenkleri evlerinin kuytu ve serin bir yerine asıyorlarmış. Bunu yaparken hevenklerin birbirine dokunmamasına dikkat ediyorlarmış. Böylece aylar sonrasına üzümlerini taze taze saklıyorlarmış.
-Galiba anladım. Buranın üzümleri buna müsait olduğu gibi, iklim şartları da uygunmuş. Bizim Trakya’nın üzümü ve iklimi ile bunun olması imkansız.
Dedem iyice yorulmuştu. Buna rağmen sordum:
-Dede, burada bir de Âşık Paşa Türbesi var, ama çok uzakta, ta Kayseri yolu üzerinde. Orayı da görmek ister misin? Sahi, bir de şu tarafta Terme Kaplıcası var. Oraya baston değnekleriyle gelen hastalar, on-on beş gün kaldıktan sonra değnekleri atıp yürüyerek evlerine dönüyorlarmış. Suyu çok şifalı bir kaplıcaymış.
-Yok oğlum, belki başka bir zaman. Bugünlük bu kadar yetti, biraz şuradaki banka oturup dinlenelim, sonra da yavaş yavaş eve gidelim, dedi.
(Devam edecek...)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.