- 413 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Göçe Göçe-7
15 Nisan 1878 ( 12 Rebiülahir 1295) Göçün On Üçüncü Günü;
Kaç tane dağ, kaç tane köy, kaç tane orman geçtik saymadım. İşte bugün de saatlerdir çalı çırpı, ağaç dolu bir ormandan geçiyoruz. Etrafa bakarken içime bir ürküntü geliyor. Buranın coğrafyası sarp ve ormanla kaplı. Buralara boşuna “balkan” dememiş atalarımız! Çok kısa molalar vererek yol kenarındaki yenebilecek otları topladık. Yiyeceklerimiz çok azalmıştı, yenilerini bulamazsak ya aç duracaktık ya da bulabildiğimiz otları yiyecektik.
Daha önümüzde aylarca sürebilecek bir yol var. Oysa bazıları, birkaç gün sonra Türkiya’da olacağımızı sanıyor. Bunlar yolun uzunluğu konusunda bilgisi olmayan kişiler. Daha katetmemiz gereken çok uzun bir yolun olduğunu, bunlara moralleri bozulmasın diye söylemiyordum; ne kadar yolumuz kaldığını soranlara, sadece kafamı sallayarak cevap veriyordum ki hem dinlemediğimi zannetmesinler hem de bundan istedikleri anlamı çıkarsınlar diye.
Aslında bu gittiğimiz yolu, ben de bilmiyorum. Çünkü benim seyahat ettiğim güzergah bu değildi. Dobromirka, Veliko, Sofya üzerinden Selanik’e; oradan da vapurla İstanbul’a gitmiştim. Dönüşte de aynı güzergahı izlemiştim. O yüzden daha kaç günlük yolumuz kaldığını tam olarak bilmem mümkün değildi. Sadece yolu çok uzattığımızı biliyor ve tahminde bulunmaya çalışıyordum. Benim tahminime göre, biz daha yolun başında sayılırdık.
Kimseye söylemesem de belli etmesem de köyümü özlüyorum. Öyle bir özlem ki, köyüm aklıma geldikçe daha önce hiç dikkat etmediğim ya da beğenmediğim yerleri bile burnumda tütüyor. Oradaki hatıralarım gözümün önünde canlanıyor bir bir. Anamı ve babamı sakladığım Dobromirka’nın mübarek toprağının kokusunu duyuyorum, çağıldayan deresindeki kurbağalarının sesini işitiyorum. Hatıralar geçmişte kalan yaşantılar değil mi? Evet öyle!. Ama nedense biz insanlar acı da olsa tatlı da olsa hatıraları hep bugüne taşımaya çalışıyoruz.
Rüyalarım da Dobromirka ile dolu. Birkaç gecedir hep aynı rüyadan uyanıyorum: Önce duvarları is kaplı, büyük bir mağaranın içinde yanan bir ocak görüyorum. Ocaktaki korlar etrafı aydınlatıyor. İri yapılı iki kişi kocaman bir örsün üzerinde kızgın demiri dövüyorlar, etrafa kıvılcımlar sıçrıyor. İkisinin de belden yukarıları çıplak, alınlarından siyah ter süzülüyor. Rüyam, buradan günlerdir gittiğimiz göç yoluna geçiyor. Öküzleri yedeğime almış yürüyorum. Önümde onlarca öküz arabası var, hepsi ağır ağır ilerliyor. Bu yavaşlık canımı sıkıyor, hızlanmadıkları için kızıyorum. Acelem var. Bir an önce gideceğim yere varmak istiyorum. Benim aceleciliğim önümdeki arabaları hiç etkilemiyor. Bazen onlara çabuk olmaları için bağırıyorum. Tabii değişen bir şey olmuyor. Bir ara geri dönüp bakıyorum, köyüm Dobromirka’nın ve Balkan dağlarının arkamda olduğunu görüyorum. Ben onlardan kaçarken, onlar benim peşimden geliyor... Dağ yürür mü? Evet yürür! Balkan dağları yürür... Ben ve kağnı arabamız birden uçmaya başlıyoruz. Önümdeki arabaların hepsinin üzerinden uçarak gidiyoruz, dereleri ve dağları aşıyoruz. Uçuş bitip de yere bastığımızda, tekrar geriye bakıyorum ve yine köyüm Dobromirka ile Balkan dağlarının benim arkamda olduğunu görüyorum. Peşimi bırakmaya niyetleri yok, belki de tüm yaşamım boyunca devam edecek bu takip! Tekrar önüme döndüğümde ise hayal kırıklığı yaşıyorum. Çünkü uçmadan önceki aynı yerimdeyim. Ve uyanıyorum...
Bir küçük çocuk öldü. Anasının feryatları hâlâ kulaklarımda.
● ● ●
21 Nisan 1878 ( 18 Rebiülahir 1295) Göçün On Dokuzuncu Günü;
Üzücü ve şaşırtıcı bir gün geride kaldı. Öyle ki hepimiz gözyaşlarımıza boğulduk. Dolunayımızın kaybı yüreğimizi yaktı, kavurdu, dağladı.
Dolunay kızımız benim gözlerimin önünde vuruldu, yere düştü. Birçok kişinin “Keşke o kahpe kurşun ona değil de, bana gelseydi!” Diye düşündüğünü biliyorum. O güzelliği yok eden kahpe kurşuna, herkes lanet ediyordu.
Rahat bir yolculuk olmuştu ve hep böyle devam edeceğini sanıyordum. Vakit ikindiyi biraz geçiyordu. Sol tarafımızda yedi-sekiz tane atlı göründü. Ne olduklarını, kim olduklarını tahmin etmeye çalışırken, ellerindeki silahları ateşleyiverdiler. Bu ilk ateş sırasında önümüzdeki arabanın yanında yürümekte olan Dolunay’ın yere düştüğünü gördüm; ama sesi hiç çıkmadı. Sesini duymamamı iyiye işaret olarak yorumladım. Vurulsaydı, mutlaka acıdan dolayı sesi çıkardı diye düşündüm. Hemen arabaları durdurup, kendimizi bulabildiğimiz toprak tümseklerinin arkasına attık. Bizim silahlı adamlarımız bunlara karşılık vermekte gecikmedi, ayrıca palalar, kamalar, bıçaklar, oraklar, demir direnler yakın bir dövüş olursa kullanılmak üzere saklandıkları yerlerden çıkarıldı.
Silahlı çatışma yarım saat kadar sürdü. Saldırganlar yakın dövüşe cesaret edemediler. Uzaktan ateş etmeyi tercih ettiler. Karşı taraftan üç kişiyi vurduk. Bunlardan ikisi ölü biri yaralıydı. Bizden Dolunay ile birlikte vurulan sayısı altıydı. Saldırganlar ölülerini bırakıp yaralılarını alıp gittikten sonra, ölülerine bakarak Bulgar çetecileri olduğunu anladık. Bizim vurulan insanlarımızdan Dolunay’ın göğsünde bir kurşun yarası vardı ve ölmüştü. Diğer beş kişinin durumu hafifti ve hemen orada yaralarını sardık.
Dolunay, Semerci Hasan’ın kızıydı. Hasan kızını çok sever, adeta üzerine titrerdi. Ona bir şey olacak, zarar gelecek diye ödü kopardı. Belki de bunda, Dolunay’ın o evde tek çocuk olmasının da rolü vardı. Dolunay, on yedi yaşına gelince bizim köyden Sakaların Hüseyin’in oğlu Aytun’a sevdalanmış, genç yüreğine aşk ateşi düşmüştü. İki genç, önceleri gizlice buluşup görüşmüşler, aylar sonra böyle sürdüremeyeceklerini anlayınca durumu ailelerine anlatmışlar. Daha doğrusu Aytun anasına Dolunay’ı istemelerini söylemiş. Anası da babasına haberi vermiş. Oğlu tam evlenecek bir yaşta yani on dokuzunda olduğu için, bu babasına çok doğal bir istek olarak gelmiş. Zaten oğlundan, böyle bir istek ne zaman gelecek diye merak içindeymiş.
Hemen Semerci Hasan’ın evinin kapısını çalmış ve kızlarına dünür olduklarını söylemiş. Aldığı cevap “Hayır!” olunca, “Kız evi naz evidir. Biraz nazlanır ama sonunda verir.” diye düşünüp birkaç defa daha dünür gitmişlerse de cevap hep aynı olmuş. Araya hatırı sayılır kişiler koymuş, değişen bir şey olmamış. Aradan aylar geçtiği halde, iki genç umutla gelecek olumlu cevabı bekliyormuş. Her geçen gün, umutları biraz daha azalırken sevdaları aksine artıyormuş.
Semerci Hasan’ın bu inadına, köyde bir mana veren olmamıştı; çünkü Aytun gibi bir damadı istemeyecek kaynata olamazdı. Aytun bir seksen boyunda, kara kaşlı, ela gözlü yakışıklı bir genç. Üstelik de elinden her iş gelir. Kimseyle kavgası, küskünlüğü olmayan tüm köylü tarafından sevilen bir genç. Böyle bir gencin anasını babasını kapısından çeviren, adeta kovan bir kaynata adayı olmasına herkes şaşırmıştı.
Bu inadın sebebini ben öğrendim, hem de -adını söylemeyeceğim- Semerci Hasan’ın çok yakın bir arkadaşından. Çok uzun yıllar önce Hasan, sırrını bu arkadaşına anlatmış. Meğerse gençliğinde Hasan, Aytun’un anasına âşıkmış. Bu aşkını kendi içinde saklayıp, kimseye söyleyemiyormuş. Şartların en uygun olduğu bir zamanda bu konuyu ailesine açacakmış. İşte, o böyle düşünürken Sakaların Hüseyinin anası babası bu kıza dünür gitmiş ve teklifleri kabul görmüş. Hasan durumu öğrenince çok üzülmüş ve hemen köyü terk edip buraya üç sene hiç uğramamış. Üç senenin sonunda geldiğinde, anası babası onu hemen başgöz etmek için güzelce bir kız bulmuşlar. Hasan güzel mi çirkin mi olduğuna bakmadan, onunla evlenmiş. Çünkü Hasan için artık fark eden bir şey yokmuş. İşin aslı evlendiği bu kız, birçok kişiye göre, diğerinden çok daha güzelmiş. Ama ne denir, bu gönül işte...
Ne olduysa olmuş ve Hasan, kızına ilk dünür gelindiği tarihten altı ay sonra bu inadından vazgeçmiş. Sanırım bunda günden güne dalından koparılmış bir gül misali solup giden Dolunay’ın perişan hali rol oynamış. Büyük bir ihtimalle “Benim çektiğim acıda kızımın günahı ne, o delikanlının günahı ne? Onlar da benim gibi yıllarını üzüntü içinde mi geçirsin? Onların mutluluğunu engellemek bana yakışmaz.” Diye düşünmüş ve el altından birileriyle karşı tarafa haber yollamış.
Aytun’un evinde, adeta bayram var gibi herkes sevinçliymiş bu haberi alınca. Aytun o sevinçle dışarı fırlamış, bir an önce Dolunay’ı görüp sevincini paylaşmak istiyormuş. Ama Dolunayların evinin yanından defalarca geçmesine rağmen bir türlü onu görememiş. Oysa Dolunay o sırada, pencerenin yanına oturmuş, perdenin arkasından dışarıyı seyrediyormuş. Aytun’u çok sevinçli görünce şaşırmış. “Ben acı içinde kıvranırken, o sevinçten yerinde duramıyor. Belki de anası babası ona yeni bir kız bulmuşlardır. Sevinci o yüzdendir.” diye içinden sitem ediyormuş.
Aytun’un ısrarıyla hemen o gece, tekrar dünürlüğe gidilmiş. Dünürlerin geldiğini gören Dolunay, bir kez daha eli boş döneceklerini düşünüyormuş. Bir saat kadar sonra anası gelip:
-Kızım, senin bu çocukta gönlün var mı? Onu isteyen mi? Baban bana, sor dedi. Demiş.
-Kimde gönlüm var mı ana? Kimin çocuğu.
-Canım içerde dünür gelenlerin işte.
-Benimle eğleşme ana!
-Eğleşir miyim kızım? Ben ciddiyim.
-Evet var ana. Olmaz olur mu!
Aytun’un günahını aldığını düşünmüş, ama nasıl olsa ona bir şekilde kendini affettirebileceği için bunun üzerinde fazla durmamış.
Kısa sürede söz kesilip, on beş gün içinde nişan yapılmış. Nişanlı oldukları için köşe bucak saklanıp gizlice görüşmek zorunda kalmadıklarından, ikisi de hayatlarından çok memnunmuş. Düğünleri de yazın olacakmış.
Düğün yaza olacaktı, olmadı. Sonraki yaz mı? O zaman da olmadı, hiç olmadı! Çünkü 93 Harbi nedeniyle asker alımı başladı. Aytun ilk silah altına alınanlardandı. Ben de gitmek istedim ama beni almadılar. Çünkü savaştan bir sene önce, ormanda kestiğim ağaç ayağımın üzerine düştü. Kemik kırıldı. Kırıkçı çıkıkçının beceriksizliği yüzünden sağ ayağımdaki kemik, yanlış kaynadı ve topallamaya başladım. Topal ayağımla fayda değil, yük olacağım gerekçesiyle askere alınmadım.
Asker uğurlaması sırasında Dolunay’ı izledim. Gözleri hep nişanlısındaydı. O koskoca meydanda yüzlerce insan yoktu ve sanki sadece Aytun vardı. Ne çalan davulu ne oynayanları ne de havaya ateş edenleri fark ettiğini sanmıyorum.
Asker gitti. Arkalarından sular döküldü, hayırlısıyla gidip gelsinler diye. Sonraki günlerde ise, gözümüz kulağımız cepheden gelecek haberler için hep açıktı. Osman Paşa’nın başarılarını duydukça seviniyor ve umutlanıyorduk. Her konuşmada Osman Paşa vardı. Tabii koca Osmanlıyı kurtarmaya bir tek Osman Paşa yetmezdi ve öyle de oldu. Bizim mağlûbiyetimizle savaş bitti.
Sağ kalanların çoğu köye yaralı olarak geri döndü. Şehit olanlar da belli oldu. Ancak Aytun ne sağ olarak köye döndü ne de şehit olduğu haberi geldi. Uzun bir zaman geçtikten sonra ancak biz, onun şehit olduğunu öğrendik. Babası herkesi şehit haberini Dolunay’a söylememesi için tembihledi. Çünkü kızının kendine bir zarar vereceğinden korkuyordu. Hayret ki hiç kimse, Dolunay’ın yanında Aytun’un şehit olduğundan bahsetmedi. Bu büyük sır, ondan saklandı. Köyde bir tek kişi yani Dolunay hariç herkes bu acı gerçeği biliyordu.
Bana kalırsa Dolunay da gerçeği biliyordu; daha doğrusu sezgileri ona bu konuda bir şeyler anlatıyordu. Dalgın, düşünceli, çoğu zaman umursamaz tavırlarına bakarak bildiğini söylüyorum. Hiç kimseyle konuşmayan Dolunay, alıp başını evden gidiyor ta hava kararınca geri dönüyordu. Tuhaf bir kız olmuştu. Hiç gülmüyordu, ama hiç de ağlamıyordu. Bakışları anlamsız, dikkati dağınıktı. Sürekli bir tehlikeyi bekleyen insanların gerginliği vardı üzerinde.
İşte ismiyle müsemma, ay gibi güzel bu kızın cansız bedeni az ötede yatarken, biz de ona bir mezar hazırlıyorduk. Anası babası perişan bir vaziyetteydiler. Sadece onlar mı? Hepimiz. Bir yandan ağlıyor, bir yandan da kazıyorduk.
Güneş, alev alev yanan ateşten kızıl dilini son bir defa daha gösterip kaybolduğunda, uyuyormuş gibi görünen o masum, güzel yüzlü kızın bedenini mezarın içine koyduk. Sonra bir baktım ki, mezara toprak atmak için kimse davranmıyor. Eller küreklere gitmiyor, gidemiyor. Toprağın altına Dolunay’ı saklamak herkese zor gelmişti. Anası babası neredeyse mezarın içine düşüp kızlarıyla birlikte gömülmeyi isteyeceklerdi. Bu dramatik sahneyi sonlandırmak gerekiyordu, elime küreği alıp mezara toprak atmaya başladım. Beni birkaç kişi daha izledi. Ayrıca, seslerini çıkarmasalar da, bana kötü kötü bakanlar da oldu. Olsun. Evet toprak atıyordum ama nereye attığıma bakamıyordum. Belki birkaç kürek toprağı mezarın dışına atmış bile olabilirdim.
Defin işlemi bittikten sonra, başımı kaldırıp ufka baktım. Ay yavaş yavaş çıkmaya başlamıştı, ucunu gördüm. Hipnotize olmuş gibi ayı seyrediyordum. Giderek büyüdü, büyüdü ve sonunda yuvarlak gümüş bir tabak gibi ışığını dünyamıza yaymaya başladı. Şimdi gökyüzünde bir Dolunay vardı. Yani bir Dolunayımızı toprağın altına saklamıştık, ama Tanrı bize şimdi gökyüzünde bir başka Dolunay vermişti. Belki de toprak altındaki Dolunayımızdı gökyüzüne çıkan!
Gözlerimi gökyüzünden yeryüzündeki mezara indirdim. Mezarın üzeri gündüz gibi aydınlıktı. Her taraf öyle mi diye etrafa bakındım. Değildi.
Anası babası Dolunay’ın mezarına kapanmış öylece duruyorlardı. Ağlamaları bitmemişti, ama gözyaşları tükenmişti. Bağırmak istiyorlar, sesleri çıkmıyordu. Çırpınmaya başladılar. Onları da kaybedeceğimizden korktum. Yanlarına gidip, ikisini de mezarın üzerinden ayağa kaldırdım. Aslında burada daha kalabilirdik, hatta sabaha kadar mola verebilirdik; ama bu ana babanın durumunu daha da kötüleştirecekti. Öncü ve koruculara haber saldım gitmek için. Ana baba biraz daha kalalım diyorlardı gözleriyle. Buna rağmen kollarına birkaç kişi girip arabalarına bindirdik.
Konvoy ağır ağır hareket etti. Yarım saat sonra, güzel bir genç kız sesi hüzünlü bir Rumeli türküsü söylemeye başladı. Konvoydaki arabaların tümü bu türküyü dinlemek için durdu. Gözlerimizden yaşlar süzülüyordu:
Aliş’imin kaşları kare
Sen açtın sineme yare
Bulamadım derdime çare
Görmedin mi ah civan Aliş’imi Tuna boyunda
Sarmadın mı ah aslan Aliş’imi Tuna boyunda
Evleri var hane hane
Benleri var tane tane
Saramadım kane kane
Görmedin mi ah civan Aliş’imi Tuna boyunda
Sarmadın mı ah aslan Aliş’imi Tuna boyunda
Rivayete göre bu türküde, Zeynep ile Aliş’in büyük aşkı anlatılmakta. Zeynep’in babasının inadı yüzünden bu gençler bir türlü evlenemezler. Aliş çaresizdir, alır başını gider oralardan. Ama her türlü güçlüğe karşın gene de Zeynep’i unutmaz, ona bağlı kalır. Zeynep de Aliş’i temiz bir aşkla sevmekte ama babasının sözüne karşı duramamaktadır. Aradan hasret, acı dolu yıllar geçer. Zeynep sonunda dayanamaz, babasına isyan ederek evden kaçar, Aliş’i aramaya gider. Günlerce süren aramalarının sonucunda, artık şans mı desek tesadüf mü desek bilemem, Aliş’i bulur. Ve hasret vuslatla sona erer.
Bu türkü bitince aynı ses bir yeni türküye başladı. Bunun hikayesi de şöyle:
Birbirlerini çok seven Yusuf ile Feride’nin aileleri bu gençlerin evlenmelerine bir türlü izin vermezler. Yusuf, Feride ile birlikte kaçma planları yapar. Böylece izlerini kaybettirip, mutlu bir hayat süreceklerdir. Bunun için Arda nehrini geçmeleri gerekmektedir. Yusuf, bir kayık bulur ve düşüncesini Feride’ye açar.. Feride, “Bizim kayıklar Arda’nın dalgalarına dayanamaz.” derse de, Yusuf ısrarla başka çarelerinin olmadığını söyler. Sonunda Feride ısrarlara dayanamaz ve bu planı kabul eder. Kayığa binerler. Şans onlardan yana değildir. Arda’nın güçlü dalgalarına dayanamayan kayık devrilir ve batar. Feride kurtulur, Yusuf ölür. Feride çok üzgündür, acısı anlatılabilecek gibi değildir. Durmadan bu türküyü söyler:
Aman bre deryalar kanlıca deryalar ,
Biz nişanlıyız ,
İkimiz de bir boydayız ,
Biz delikanlıyız ,
Çıkar aba poturunu
Dalgalar artacak
Demedim mi ben sana?
Kayığımız batacak
Aman bre deryalar kanlıca deryalar
Biz nişanlıyız
İkimiz de bir boydayız
Biz delikanlıyız
Kırcali’yle Arda boylarında
Kimler gidecek
Garip Yusuf’un annesine
Kim haber verecek?
Aman bre deryalar kanlıca deryalar
Biz nişanlıyız
İkimiz de bir boydayız
Biz delikanlıyız
Hazır durmuşken mola da verdik. Sabah tekrar yola koyulacaktık. Bu benim için iyi oldu, çünkü dolunayın aydınlığında bugüne dair notlarımı yazabilecektim.
Bu olay beni bu gece aşk üzerine düşünmeye sevketti. Bir ozan bana demişti ki:
-“Aşkın bir dili vardır; onu da yalnız âşıklar bilir.” Ben de ona sormuştum:
-Aşk konusunda farklı düşünen insanlar var. Mesela bazıları aşkın varlığını kabul etmiyor, bazıları kabul etse de küçümsüyor. Acaba aşkı küçümseyenlerin bu davranışlarının nedeni, hiç âşık olmamaları mıdır?
-”Olabilir. Aşk hisseder, görür, duyar, dokunur, koklar ve tadar. Çünkü o da ölümlü bir candır. Aşk kalbin bekçisidir. Sevilmeyenlerin oraya giremeyişinin nedeni budur.”
-Bütün aşklar aynı mıdır?
-”Bence değil. Mesela bunlar birbirinden çok farklıdır: Düşüncelerdeki aşk, kitaplardaki aşk, çılgınlardaki aşk. Ama hangi tür aşk olursa olsun her aşkın matematiğinde 1’den başka rakam yoktur. “
-Ya güzelliğin aşktaki yeri?
-”Güzellik aşkı değil, aşk güzelliği yaratır.”
Uykusuz geçen bir gece bitmek üzereydi. Az sonra tan yeri ağaracaktı. Gözkapaklarım kendiliğinden kapanıvermiş, uyumuşum. Uyandığımda güneşin bir hayli yükselmiş olduğunu gördüm. Kafile yola çıkmış, karım beni uyandırmadan hayvanları arabaya koşup yola koyulmuş.
(Devam edecek...)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.