- 577 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ÇINLAMANIN ÖYKÜSÜ
ÇINLAMANIN ÖYKÜSÜ
Ay ışığının bile korkarak ve çekinerek girdiği irili ufaklı gecekondulardan taşan gürültülerin, oynak şarkıların, tumturaklı küfürlerin ortasından yürüyen Kavruk Cemil, kulağında banlayan karısı Manolya’nın tembihlerini peki peki diyerek geçiştirdi. Her ne kadar peki dese de kayınbiraderi Gudik Apolara her gittiklerinde muhakkak bir arıza çıkardı. İki cambaz bir ipte oynayamıyordu. Annesiyle babasının hemen gerisinde, babasının ekmek teknesi gırnatasını gönülsüzce taşıyan Midyat, köşe başında oturmuş birkaç çocuğa kepçe kulaklarınla dalga geçtikleri için dil çıkardı, laf attı; biraz geride kalınca babasından azar işitti. ‘’Oğlum be güzel oğlum,başlıcam şimidi babanın şarap çanağına… yürü len önden, kıtipiyos! ‘’
Kadifekale’de yine gürültü kopacağa benziyordu. Kayınbiraderi Gudik Apo mahallenin en iyi kemancılarındandı. Baba yadigarını eline aldı mı öyle coşkuyla ve içten çalardı ki kemanın f çukuruna gömülen ölüler bile dirilebilir, Süleyman Çelebi’nin Mevlidini dinlercesine ruhları şad olabilirdi. Enstrümanına senelerini vermiş; nice gelinler damatlar, ağzı bozuk kaynanalar, şarapçı kaynatalar, koca göbekli gacılar, bıyıkları terlememiş sabiler, bıçkın delikanlılar çaldığı şarkılarda göbecik atıp kendinden geçmişlerdi. Eğlenmek eğlendirmek onun işiydi. Kavruk Cemil kayınbiraderiyle aynı orkestrada çalmasına rağmen kafa akortları bir türlü tutmazdı. Orkestra işi düzen işiydi; ancak ikisi de birbirlerinin eksiğini gediğini arardı. Kavruk Cemil ondan eksik kalır mıydı, elbette kalmazdı. Hindi gibi kabara kabara, avurtlarını şişire şişire gırnatasını bir üfledi mi yatalak hastalar, ufacık bebeler, öte mahallenin kızanları bile göbek atarlardı. Yukarıda Allah var, ikisi de enstrümanlarında mahallenin en iyileriydi. Viyana’nın, Prag’ın, Berlin’in senfoni orkestralarında görevini icra eden müzisyenler gibi ikisi de müzik konusunda çok hassas ve titizdi. Bu hassasiyet kulak sağlamlıklarından ve içlerinden taşan sanatkarlığın enstrümanlarında dışa vurmasında hasıldı.
Bu gece Gudik Apolara gitmelerinin bir sebebi vardı. Yakında mahallede bir şarkı yarışması yapılacak, en iyi çalgı gruplarına para ödülü verilecekti. Ee haliyle kazanan grubun itibarı da artacak, sağdan soldan iş teklifleri de gırla gidecekti. Fırsat ayaklarına kadar gelmişti. iki kayınbirader birbirlerinden pek haz etmeseler de kafa kafaya verip beyin fırtınası yapacaklardı. Çalacakları parçalardan, orkestradaki elemanlara, sahne şovuna kadar birçok teferruata kazanacakları paranın coşkusuyla kafa patlatacaklardı.
Her şey iyi hoştu. Kadınlar içeride mahalledeki son havadisleri bire bin katıp anlatarak dedikodunun günaha çağıran lezzetiyle coştukça coşuyorlardı. Katibin meleği de boş durur mu, açmış önüne defter-i kebirini günahları yazdıkça yazıyordu. Sene olmuş doksan dokuz, çocukların ağzı bir karış açık, hala Gırgıriye’yi izleyip anırırcasına gülerek kahkahaya yeni bir stil kazandırıyorlardı.
Balkonda soğuk nevale gibi oturan iki müzisyen birader ayın şavkına bakıp bakıp önce dertli, melankolik, damara acı enjekte eden ağır parçalardan girdiler, mesafeli de olsalar arada muhabbet ettiler. Masaya rakılar da gelince birisi kemanı ağlattı, öteki kırnatayı bağırttı coştular ki ne coştular. İşin ucunda para söz konusu olunca burunlarından kıl alınmasına izin de verdiler, kaçırdıkları notaları görmezden de geldiler hatta ve hatta laf sokmalara, sulu şakalara, sataşmalara bile eyvallah dediler. Ancak saat on ikiden sonra ne olduysa oldu ve dolunayın o efsunlu ışığı altında anlamsız ve çocukça bir güç gösterisi başladı. Alkolün mantığı devre dışı bırakıp duyguları alttan alttan körüklediği o anda hırs, öfke ve özgüvenin tavan yapmasıyla işin rengi değişti. Oğlanları balkona çağırıp enstrümanını kimin daha iyi çaldığını öğreneceklerdi. Yarışmanın kuralı basitti. Oğlanların teyipten açtıkları parçayı dinleyecekler, notaları kulaktan çıkarıp hemen çalmaya başlayacaklardı.
Midyat, dayısının oğlu Nuri ile hoşlarına giden oynak bir şarkı açtı önce. Kavruk Ali ve Gudik Apo, müzik bittikten sonra kulaklarında kalan ezgileri maharetleriyle yoğurarak çalmaya başladı. İkisi de başlarda zorlansalar da belli etmediler. İkinci parça yavaş tempoda ilerleyen bol enstrümanlı, pek aşina olmadıkları tuhaf bir parçaydı.
Son derece konsantre bir şekilde ikinci parça da icra edilirken Midyat, bu gecenin sonunun iyi bitmeyeceğine babasının çatılan kaşlarına bakarak kanaat getirdi. Oyunu kime vereceğini biliyordu, intikam fırsatı ayağına kadar gelmişti. Bu yüzden akşam yiyeceği dayağın haddi hesabı yoktu, bunu da biliyordu. Ama onun gönlünde yatan enstrüman gırnata değil kemandı, o keman sesine vurgundu. Ve o kemanla oynak parçalar çalmak değil klasik müziğe yönelmek istiyordu. Babasına bunu söylediğinde Kavruk Cemil yerlere yatmıştı gülmekten, gözlerinden yaş gelmiş, oğlana: ‘’Bedoven mi olacan len sen? Bozart mı olacan? Gıygıycı dayına mı benzicen sen, sipsi? ‘’ Deyip deyip gülmüş, Midyat’la dalga geçmişti. Midyat sessizdi, sakindi ama kuyruğuna bastılar mı ağzından çıkanı kulağı duymadan o tazecik, körpecik beyninde biriktirdiği küfür dağarcığından en seçkinlerini fütursuzca sunmaktan, en içten bedduaları etmekten çekinmezdi. O gün de çekinmemişti. Ve babası Kavruk Cemil, Midyat’ın kulaklarını eşek gibi uzatmış, kötü günler için sakladığı kızılcık sopasıyla da bir güzel kaba etlerini kızartmıştı.
Keman sevdasını kalbine gömen, yüzünde peyda olan hınzır gülüşüyle Midyat verdiği puanları bir kağıda yazıp katladı. Bu deli saçması oyundan bir kazanan çıkmayacağı her hal ü karda belliydi kayınbiraderlere göre. Oğlanlarının kazık atmayacağını biliyorlardı; ama öyle olmadı.Nuri sonuçları açıkladığında Gudik Apo ağzındaki rakıyı püskürttü, masanın üstüne çıkıp oynamaya başladı. Kadınlar balkona gelip neler olup bittiğini anlamaya çalıştılar. Kavruk Cemil öfkesinden renk değiştirmiş, kulaklarından çıkan lavları bir dikişte içtiği kadehiyle söndürmeye çalışıyordu. Sonrası tam bir aile faciasıydı. Ve tüm bu yaşananlar henüz bir başlangıçtı.
Kavruk Cemil, gırnatasını sakince kutusuna koydu, istemeye istemeye Gudik Apo’yu tebrik etti, Midyat’la göz göze geldi; içindeki öfke buhranını dizginleyerek ailesiyle oradan ayrıldı. Balkonda hala göbek atan ve ‘’En büyük benim, en büyük benim’’ diyen zafer sarhoşuna söyleyecek çok şeyi olmasına rağmen sustu. Fırtına öncesi sessizlik eve varıncaya kadar sürdü, sürdü ve düdüğü indirilmeyen düdüklü tencere gibi sonunda patladı. Patlayış ki ne patlayış! ‘’Güzel büziği ayırd edemeyen kulak insan kulağı olamaz, sana eşşoğlu eşek kulağı lazım!’’ deyip başladı Midyat’ın kulaklarını uzatmaya. Midyat’ın kepçe kulakları daha da uzadı, suratında dokuz sekizlik, dört dörtlük tokatlar patladı, kaba etlerinde dümbelekler çalındı. Manolya engel olmaya çalışsa da öfkeden gözü dönmüş Kavruk Cemil, evlendiklerinden bile bir fiske vurmadığı karısına el kaldırdı ve kaldırdığı kavruk elini Manolya’nın gül yüzüne indirdi. Kendisine acımayan Midyat, annesini yerde gözü yaşı görünce açtı ağzını yumdu gözünü:
-İnişallah kulağına eşşek arıları dolar, kulağının ayarı bozulur da bir daha o gırnatanı çalamazsın. Böyle baba mı olur be ya!
Kulakları o günden sonra daha da kepçeleşen Midyat’a arkadaşları eşek kulaklı Midyat demeye başladı. Manolya, o gece dalından koparılmıştı, oksijene küsmüş, renkleri solmuştu. Saçma bir güç gösterisiyle her şey darmaduman olmuştu. Kavruk Cemil, neler neler yaptıysa da bir türlü karısının gönlünü alamamıştı. Manolya’sız bir hayat, gırnatasız bir hayata benzerdi onun için. Yarışma provaları sürerken gırnataya bile konsantre olamıyordu. Gudik Apo ona her baktığında pişmiş kelle gibi sırıtıyordu. Elden ne gelir, bir kere maskara olmuştu.
Ve yarışma günü gelip çatmış, mahallenin orta yerine büyük bir sahne kurulmuştu. Bütün Çingeneler sahnenin etrafını sarmış tasasız kedersiz eğlenip göbek atmayı bekliyorlardı. Birinci gruptan sonra Kavruk Cemil ve Gudik Apo’nun ekibi çıktı sahneye. Heyecanlıydı Kavruk Cemil, uzun zamandır göremediği Manolya’yı ve Midyat’ı arıyordu seyirciler arasında, umudu günden güne azalıyordu. Anasının evine ettiği telefonlara kaynanasından başka çıkan olmuyordu. Kaynanası açıyordu ağzını yumuyordu gözünü, demediğini bırakmıyordu. Bütün enerjisi, Çingen neşesi, tadı tuzu her şey yitip gitmişti. Gelince bütün aksilikler ardı arkasına gelir ya o gece de öyle oldu. Ekip elemanları akord yaparken mikrofondan çınlayan o tiz ses amfinin hemen yanında oturan Kavruk Cemil’in kulaklarında patladı, bir kovan eşek arısı adeta kulağına dolmuş deli gibi vızlıyordu. Birkaç kere kafasını sallasa da o ayarsız fabrika gürültüsü gitmedi. Şarkı başladı ama Kavruk Cemil’in gırnatasından ilginç ilginç sesler geliyor, orkestra elemanları ona ters ters bakıyordu. Gudik Apo’dan da küfürü işittikten sonra iyice sinirlendi, eli ayağı telaşından buz kesti, kırnata soğudu, şarkılar mahvoldu. Yarışmayı kaybettiler.
O talihsiz geceden sonra orkestradan da atıldı, işsiz kaldı. Ama artık yalnız değildi, kulağındaki eşek arılarıyla yaşıyordu. Kulak çınlaması dayanılır gibi değildi, uykusuz geceler yaşıyordu, bazen kuşlar ötüşüyordu bazen kuş sesleri altmış altı model Cadillac’ın motor sesine dönüşüyordu. Ne ilaçlar içti neler yaptı çınlama geçmiyordu. Birileri onu anıyordu hem de ne anmak! Sonunda ruhunu gasp eden bu uğursuz sesten kurtulmak için doktora gitti.
Hastanede yapılan tetkiklerden sonra ince bıyıklı, gözlüklerinin üstünden bakan, çekik gözlü kulak, burun, boğaz doktorunun karşısına oturdu ve hastalığına şifa bekleyen her hasta gibi umutla sordu:’’Doktorum civanım, geçecek mi bu çınlama?’’ Doktor Yeşilçam filmlerinden kaçmışçasına gözlüklerini eline alıp anlatmaya başladı.’’Efendim siz Tinnitus,yani kulak çınlaması rahatsızlığı geçiriyorsunuz. İşitme sinirlerinizin mikroskopla görülecek uçlarında bir hasar meydana gelmiş. Bu yüzden beyaz bir gürültü duyuyorsunuz. Şu an için bu hastalığın kesin bir tedavisi yok. Deneme safhasında yeni gelişmeler olmakla birlikte size maskeleme yöntemini tavsiye ederim. Yine de çınlamanın öyküsünü bilmemiz lazım.’’
Kavruk Cemil, ünlü ressam Van Gogh’un da yakalandığı hatta çınlamadan dolayı kulağını kesip resmini yaptığı söylenen bu hastalığın serim bölümünü anlattı, düğüm bölümünde doktor lafını böldü, çözümün ne olacağı hiç belli olmazdı.’’Anladım efendim, önerilerimi dinlemenizi ve kati surette uygulamanızı istirham edeceğim. Yüksek sesle müzik dinlemeyeceksiniz.’’ Kavruk Cemil, müzisyen olduğunu gırnata çaldığını söylese de doktor kaşlarını çatıp gözlerini kapayarak ‘’Kesinlikle bundan sonra yüksek sesle müzik yok. Ayrıca alkol, kahve, sigara bunlardan uzak duracaksınız.’’ Oturduğu yerde iyice büzülen ve ölüm fermanını dinleyen idam mahkumları gibi geçmişini düşünüyordu. ‘’Dinliyor musunuz beni?’’ Doktor, çekmecesinden bir kaset çıkardı ve devam etti, ‘’Bu çınlamayla yaşamayı öğreneceksiniz, sinirlenmeyeceksiniz. Kafanız rahat olacak. Eğer çınlamadan dolayı rahatsızlığınız artarsa maskeleme seslerinin olduğu bu kasedi en az ses seviyesinde dinleyin. Şimdilik bu kadar, geçmiş olsun.’’
Eve varınca kasedi eline alıp düşünmeye başladı. Manolya’yı düşündü, Midyat’ı düşündü, her şeyin nasıl da bir anda darmadağın olduğuna sövdü, sinirlendi. Ama artık sinirlenmemeliydi, stres yasaktı. Kasedi duvara fılatıp gırnatasını eline aldı. Kendinden geçerek öttürmeye başladı, çınlama falan hiçbir şey umurunda olmadan içini yakan acıları için, pişmanlığı için çalıyordu. Akşama kadar çaldı durdu. Gece olunca müthiş bir çınlama bastı kulaklarını, sular kaynıyordu, cır cır böcekleri inletiyordu yeri göğü. Senelerdir nice güzel ezgilerin, bin bir notanın duhul ettiği kulaklarında şimdi bilmediği sesler, hayaletler gibi dolaşıyordu. Nasılsa dalmıştı uykuya; fakat gecenin bir yarısı kapı çalındı. Kalktı, kapıyı açtı; karşısında Gudik Apo vardı. İstemeye istemeye içeri buyur etti. Apo da Kavruk’un haline üzülüyordu anlaşılan. Dertleştiler, konuştular. Kulağındaki çınlamayı anlattı, çaresiz kaldığından dem vurdu. Gudik Apo, kulak çınlaması rahatsızlığı yaşamış bir arkadaşının ismini verdi, belki Niyazi ona yardımcı olabilirdi. Konya’ya varıp onu bulması gerekiyordu. Gudik onla dalga mı geçiyordu, bilmiyordu; ama ertesi gün otobüse atladığı gibi Konya’ya gitti. Konya kazan Kavruk Cemil kepçe dolaştı, aradı araştırdı sonunda bir dergahta buldu çingeni.
Kapıyı çalmadan müthiş naif, nazik, ilahi, dillerden gönüllere akıp duygu deryasında ruhu özgür kılan o sesi duydu. Kapıya biraz daha yaklaşınca ah edenlerin, ağlayanların, gözyaşı döküp içini çekenlerin sesi, kamıştan çıkan o duygulu, sade ama bir o kadar da yürek parçalayan sese karışıyordu. Kapıyı çalıp içeri girmek istedi, hislerine engel olamıyordu; çünkü ney onu çağırıyordu. Doktorun dediği bu olsa gerekti: Ses perdesi çınlamayla eşleniyor ve beyaz gürültü süt beyaz bir maskeye dönüşüyordu. Niyazi’yle tanıştı, durumu anlattı. Niyazi, maneviyat kalemiyle maddiyatın ve dünyevi zevklerin üstünü çizen her sofi gibi kelimelerini huzur ve sevgiyle yoğurarak anlattı.’’Yaşadığımız onca dert, hastalık, sıkıntı bizim aslında dermanımızdır. Ve bu derman bizim kulağımıza bir şeyler fısıldar, kimisi duyar kimisi duymamazlıktan gelir. Şükür ki sen duymuşsun. İşte o kimseler ki başlarına bir musibet geldiğinde ‘’Biz Allah’ın kullarıyız, dönüşümüz de ancak onadır’’ derler. Aramıza hoş geldin ey ademoğlu. İşte o günden sonra gırnatayı değil neyi eline alan Cemil, yüreğini sarıp sarmalayan o ilahi coşkunlukla çınlamanın öyküsünü bir çözüme bağlamıştır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.