- 455 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Göçe Göçe-3
Yörük Dede anlatıyor:
Balkanlarda sadece gavurlarla değil, tabiatla da mücadele etmek zorundasın. Buranın karı, soğuğu ve yağmuru boldur. Kışın birçok yer metrelerce karla kaplanır, sık sık sel gelir, arazi engebelidir, bir yerden bir yere gitmek müşkülat doludur.
Biz tabiatla olan mücadelemizde de gavurla olan mücadelemizde de, yaklaşık beş yüz sene başarılı olmuşuz. Bir gün bu vatanı terk edeceğimiz, buradan kaçacağımız kimsenin aklına gelmezdi. Dobromırka’dan bizi kaçırtan ne gavurdur ne de tabiattır; bizim devletimizin kurumsal yapısında meydana gelen çürümedir. Üç kıtaya yayılmış olan milyonlarca kilometrekarelik toprağa sahip bu koca devletin çöküş yılları ne yazık ki bizim dünyada yaşadığımız döneme denk geldi. Kötü talihimiz...
Osmanlı bu kadar toprağı sadece kılıç gücüyle almadı. Devletin liyakat sahibi insanlar tarafından yönetilmesi, adil ve hoşgörülü olması Osmanlı’nın birçok yeri hiç savaşmadan ele geçirmesini sağladı. Mesela bizim köyümüzün adı neden Dobromirka? Çünkü bu köy, Bulgar İkinci Çarlık Döneminde Dobromir adındaki Çar tarafından kurulmuş. Osmanlı, bu köyün adını diğer milletlerin değerlerine duyduğu saygı nedeniyle değiştirmemiş. Gene Osmanlı, zaptettiği topraklardaki halkın inançlarına da karışmamış, herkesi istediği dini seçmekte serbest bırakmış.
Aynı Osmanlı, sonradan liyakatsiz yöneticilerin işbaşına getirilmesi nedeniyle haktan, adaletten ayrılmış. Rüşvet almış başını yürümüş. ilime önem verilmemeye başlanmış, dini istismar eden kendilerine “alim” sıfatını yakıştırmış olan kişiler ülkeyi teknikten, üretimden uzaklaştırmış. Avrupa’nın çoktan geride bıraktığı Ortaçağ zihniyeti, sanki büyük bir başarıymış gibi Osmanlı’da benimsenmiş. Devletin gelir-gider dengesi bozulmuş. Devletin gideri gelirinden fazla olunca açığı kapatmak için dışarıdan, daha sonra nasıl ödeneceği düşünülmeden borç para alınmış. Alınan borç üretim araçlarına değil, şaşalı saray yaptırmak gibi lüks ihtiyaçlara harcanmış. Borç verenler bir gün, borcumuzu ödememizi istemişler. Ödeyemeyince de zaten az olan gelir kaynaklarımıza el koymuşlar.
Derken, girilen savaşlar birer birer kaybedilmeye başlanmış. Her mağlûp çıkılan savaştan sonra, hem toprak terkedilmiş hem de galip tarafa savaş tazminatı ödenmiş. Buna rağmen birçok gereksiz savaş ilan edilmekten de geri durulmamış.
Balkanlarda beş yüz sene atalarımız, Osmanlı tebaası gayrimüslimlerle, yani müslüman olmayan Rum, Ermeni, Yahudi, Sırp, Bulgar gibi halklarla barış ve huzur içinde yaşadı. Kimsenin örfüne, adetine, inancına, ırkına karışmadık. Fakat Osmanlı’nın zayıflamasından sonra bu halklar, yabancı devletlerin de kışkırtmasıyla ayaklanmaya başladılar. Bilhassa Rusya, Balkanlardaki Bulgarları kışkırtarak onların bize karşı düşmanca tavır almasını sağladı.
Rusya, bununla da kalmadı ve bir bahane uydurarak Osmanlı topraklarına, Tuna vilayetine girdi. Böylece 93 Harbi yani Osmanlı-Rus Savaşı (1877-1878) başlamış oldu. Bu savaş sırasında Dobromirka da ateş çemberinin içinde kaldı. Biz köy halkı olarak, bir araya gelip ortak bir karar aldık: Rus gavuruna karşı savaşacaktık, yurdumuzu asla terk etmeyecektik. Bizden daha savaş başlamadan göçenleri ve savaş sırasında kaçanları hesapladığımızda, bu karara uymayanların sayısının 7-8 civarında olduğunu söyleyebilirim. Güçlü Rus ordusunu Osmanlı, birkaç kere püskürtmüş olmasına rağmen, takviye güçlerinin yardıma gelmemesi; mühimmat, erzak ve giyecek ikmallerinin yapılamaması ve bilhassa savaşı idare eden komutanlarımızın sık sık karar değiştirmeleri hatta birbirlerine düşmeleri nedeniyle, Balkanlarda üst üste yenilgiler almaya başladık.
Ruslar, Gazi Osman Paşa kumandasındaki Plevne’yi kuşattılar. Türk askeri ve komutanı burada gerçekten bir destan yazdı. Onların kahramanca mücadeleleri köyde, ağızdan ağıza dolaşıyor, hatta bu savaştan zaferle çıkacağımıza inanılıyordu. Evlerde, tarlalarda, yollarda, kahvelerde anlatılan hep Gazi Osman Paşa’ydı. Aylar süren Plevne müdafaası, Gazi Osman Paşa’nın vurulmasıyla sona erdi. Paşa ölmemişti ama yaralıydı. Aslında buradaki askerimizin teslim olmasının asıl nedeni, Paşanın yaralanması değil; gene mühimmat ve yiyecek yokluğuydu.
Plevne düşünce, Rus ordusu Edirne’yi ele geçirdi. Hatta sonradan duyduğumuza göre Ruslar, Yeşilköy’e kadar ilerleyerek İstanbul’un sınırlarına kadar dayanmışlar.
Rusların himayesindeki Bulgarlar, Türk köylerini yaktılar, yıktılar, talan ettiler. Çok sayıda soydaşımızı acımasızca katlettiler. Bu soykırımında ölen Türklerin sayısı yüz binlercedir.
Biz güçlüyken gayrimüslimlere ne kadar iyi davrandıysak, onlar güçlü olduğunda tam aksine bize o kadar zulmettiler. Belki de bu davranışlarının gerisinde, azınlıkların yüz yıllardır bize karşı duydukları ezikliğin yarattığı, bir intikam duygusu yatıyordu. Sebep ne olursa olsun Bulgarlar’ın Balkanlar’da Türkler’e yaptıkları mazur görülemez. Yıllardır yanyana yaşadığımız, gerektiğinde ekmeğimizi bölüştüğümüz, acılarımızı paylaştığımız bu insanlar bize karşı nasıl bu kadar zalim olabildiler? Bizim köyümüzde Bulgar yoktu, ama civar Türk köylerinde vardı. Bunlarla sohbet ediyor, ticaret yapıyorduk, düğünlerine, cenazelerine gidiyorduk. Biz millet olarak, devlet olarak herkese kucağımızı açmıştık. Hatta Dobromirka’ya bir Şaman bile gelip yerleşmişti. Onu da kimse yadırgamamıştı, hor görüp dışlamamıştı.
Köyün en dışında yaşayan, kimsesiz yaşlı bir kadın vardı. O ölünce evi yıllardır boş kalmıştı. Bu Şaman gelip oraya yerleşti. Ev iki göz odadan ibaretken Şaman, buna kapısı ayrı olan bir oda yani indirme ilave etti. Kendisini ziyarete gelenleri bu ilave ettiği yerde misafir ederdi. Diğer iki odaya girip de içeride ne olduğunu bilen, gören yoktu. Bazıları Şaman’ın kapıyı aralık unuttuğu bir sırada içerisini gördüklerini, burada çok sayıda öldürülmüş hayvan bulunduğunu söylese de buna inanan pek olmamıştı.
Şaman’ın evinden, sık sık sesler gelirmiş, ama köye uzak kaldığı için bu sesler, bizim evlerimize ulaşmazdı. Yakınından geçtiğinizde duyardınız. İnsan sesi ve davul sesi, çoğunlukla birarada olurdu. Rengarenk giysileri vardı. Saçları uzundu, neredeyse beline kadar geliyordu. Yüzü çok çirkindi. Gerçekte mi böyleydi yoksa yüzüne sürdüğü boyalar mı onu çirkin gösteriyordu?
Bahçesinin tam ortasında, kurumuş bir erik ağacı vardı. Bu ağacın kuru dalları bağlanmış olan çaputlarla doluydu. Bizim köyden ve civar köylerden gelen çoğu genç olan insanlar, bu ağaca bir bez/çaput bağlar bir dilekte bulunurdu. Dileği tutanların bazıları, yanlarında getirdikleri yiyecekleri Şaman’ın evinin kapısının önüne bırakıp giderdi. Kimsenin kapıyı açıp da içine bakmak aklına gelmezdi. Belki gelirdi de korkudan bunu yapamazdı.
Şaman’a ufak tefek rahatsızlıkları olup da başvuranlar da oluyordu. Onları eklediği odaya yani indirmeye alır, bir süre sesler çıkararak etraflarında döner, ağrıyan yerlerine ne olduğunu bilmediğimiz bir sıvı sürerdi. Bu insanların çoğu, iyileştiklerini söylese de rahatsızlıklarının devam ettiğini söyleyenlerin sayısı da az değildi.
Yalnız, bir keresinde gerçekten de Şaman bir mucize yarattı. Eli ayağı tutmayan Canbay Ağayı iyileştirdi. Canbay Ağa, akşam yemeğini çok kaçırmış, yedikçe yemiş. Çekindiğinden kimse de “Yediğin yeter artık!” diyememiş. Yemekten sonra Canbay Ağayı bir ağırlık bastırmış ve gidip yatmış. Yatış o yatış! Sabah olduğunda yataktan kalkamamış, bırakın kalkmayı elini ayağını bile oynatamıyormuş. Ailesindeki herkes şaşırmış. Sağa sola haber salınıp çare aranmış. Halk arasında bilinen her türlü tedavi şekli uygulanmış. Değişen bir şey olmamış. Hekimler getirtilmiş, gene aynı... Sonunda bazıları ailesine Şaman’a götürmelerini söylemiş, çaresiz denileni yapmışlar. Şaman hastayı odaya almış, diğer insanları göndermiş. “Ben çağırıncaya kadar da kimse gelmesin!” diye de tembihlemiş.
Aradan sekiz-dokuz gün geçtikten sonra, hastanın ailesine Şaman’ın çağırdığı haberi gelmiş. Sevinmişler. Koşarak gitmişler, ancak umutları boşa çıkmış. Çünkü Canbay Ağa, aynı şekilde yatıyormuş. Şaman’a tam bir şey söyleyeceklermiş ki o, konuşmaya başlamış: “Ayini seyredebilirsiniz; ama ayin sırasında odadan ayrılmak yok. Çıkmak isteyenler şimdiden odayı terk etsinler.” Demiş. Çıkan olur diye biraz beklemiş; odadakilerin hiçbirinin yerinden kıpırdamadığını görünce, küçük bir ateş ve etrafa hoş kokular yayan birkaç tütsü yakmış. Şaman’ın sırtında, üzerinde çeşitli semboller bulunan rengarenk bir elbise, başında başlık, ayaklarında çizme varmış. Hastanın etrafında dans ederken, sesi çıktığı kadar da bağırıyormuş. Bir ara kendinden geçer gibi olmuş, bir yudum su içmiş ama bunu yutmayıp odanın köşelerine tükürmüş. Sonra davul çalmaya başlamış, kulağa çok hoş gelen ezgiler söylemiş. Böylece ruhlarla irtibata geçerek onlardan yardım istemiş. Ve ayin biitmiş, Şaman trans halinden çıkmış.
Bu ayin, izleyenlere biraz uzun bir süre gibi gelmiş, ama ne kadar sürdüğünü kimse bilmiyormuş. Ayin bitince Şaman, önce Canbay Ağanın iki omuzunu elleriyle tutup, vücudunun üst kısmını dikleştirmiş; sonra belinden tutarak ayağa kaldırmış. Ve hasta herkesin şaşkın bakışları arasında yürümeye başlamış.
Bu iyileşmenin sırrını bilen tabii ki yok. Canbay Ağaya, o birlikte geçirdiği günlerde Şaman’ın ne yaptığı sorulduğunda, bugünkü gibi her gün ayin yaptığını ve sabah-akşam yarım şapşak kırmızı bir su içirdiğini ve bu kırmızı suyun muhtemelen hayvan kanı olduğunu söylemiş.
Bu iyiliğine karşılık Canbay Ağa’nın ailesi, Şaman’a altın, para ve hediyeler vermek istemişlerse de kabul etmemiş. Tabii bu olay, çok kısa sürede etrafa yayılmıştı ve Şaman’ın ziyaretçileri giderek artmıştı.
(Devam edecek...)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.