- 264 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Göçe Göçe-2
Buradaki gerçek hayat hikâyeleri tam beş kuşakla ilgili. Ben, annem-babam, dedelerim-ninelerim, dedemin babası ve dedemin dedesi. Bunları birbirine karıştırmamak için öncelikle dedemin adını söylemeliyim: Osman. Osman Dedemin, dedesinin adını bilmiyorum, sadece ona Yörük Dede denildiğini duymuştum.
Yörük Dede bilgili, tahsilli biri. Hatta gençliğinde uzun yıllar İstanbul’da bulunmuş. Orada bazı medreselerde hocalık bile yapmış. İstanbul’un havası sağlığını bozduğu için, Dobromirka’ya bir çuval kitapla geri dönmüş. Gelir gelmez babasının tarlalarında çalışarak, hayvanlarını otlatarak ailenin geçimine katkıda bulunmuş. Bir müddet sonra da evlenmiş. Bu evlilikten bir kızı ve bir de oğlu olmuş. Yörük Dede bilimle, bilgiyle olan ilişkisini hiç kesmemiş. İstanbul’da iken yazmaya başladığı tarih kitabıyla ilgili çalışmalarına çiftçilikten arta kalan zamanlarda da devam etmiş. Ne yazık ki en az 5-6 cilt olabilecek bu kitabını Dobromirka’dan (eskilerin deyimiyle) Türkiya’ya göç sırasında meydana gelen bir kargaşada kaybetmiş. Yörük Dede, bozuk bir Türkçe ile konuşan Balkan Türklerinin aksine İstanbul Türkçesiyle konuşurmuş. Türkçeden başka Bulgarca ve Yunanca da bilirmiş.
Osman Dede, ona hayran. Düzgün konuşmayı ve okuma-yazmayı ondan öğrenmiş.
● ● ●
Yörük Dede anlatıyor:
Bizim ilk anayurdumuz Orta Asya’dır. Oğuz Türklerinin Avşar boyundanız. Orta Asya’dan ayrıldıktan sonra Avşarlar, birçok farklı bölgelere göç etmişlerdir. Bizim atalarımız, bu büyük göçte Azerbaycan’a yerleşmişler. Burada Moğol istilasına kadar kalmışlar. Moğol baskısı ve zulmü onların Azerbaycan’dan Sivas-Kars civarına gitmelerine neden olmuş. 13.yy’da da Anadolu’ya geçmişiz. Burada Karaman, Niğde, Kayseri, Nevşehir, Ankara ve Konya’ya kadar olan geniş bir alana yerleşip Karamanoğulları Beyliğini kurmuşuz. Bu, Anadolu’da kurulan en yaman beyliktir.
Biz Karamanoğulları ölümden korkmayız. Savaşçı bir milletiz. Çünkü biz Çiçi Yabgu’nun, Tannrıkut Mete’nin, Atila’nın, Kür Şad’ın, Kül Tegin’in, Çağrı Beğ’in, Oruç Reis’in askerleriyiz, torunlarıyız. Başka bir milletin egemenliği altında yaşayamayız. Böyle bir hayat, bizim ağrımıza gider. Nitekim beylik döneminde Anadolu Selçukluları, Mıoğollar, Ermeniler ve hatta Osmanlı ile savaşmışız. Beyliğimiz hükümranlığını iki yüz seneden fazla sürdürmüş ve sonunda Osmanlı tarafından yıkılarak toprakları imparatorluğa katılmış.
Karamanoğulları, Osmanlı’yı en çok rahatsız edenlerden biri olduğu için ve problem çıkaracağından çekinildiğinden padişah Birinci Murat zamanında, Balkanlar’a-Bulgaristan’a göç ettirilmişler. İşin doğrusu zorla sürgün edilmişler. Aylarca süren bu meşekkatli göç sırasında, maalesef çok sayıda insanımız kırılmış. Karaman’dan yola çıkanların yarısı bile ulaşamamış Balkanlar’a. Biz bu yüzden Osmanlı’yı pek sevmeyiz, Osmanlı da bizi sevmez ya! Buna rağmen biz, her seferberlik ilan edildiğinde devlete hep asker vermişiz, ayrıca birçok savaşa da gönüllü olarak gitmişiz, vergilerimizi ödeme konusunda da devlete hiç zorluk çıkarmamışız.
Bizi Deliorman bölgesindeki Dobromirka köyüne yerleştirmişler. Biz daha önceden Bulgar Çarlığına ait olan, ama sonradan Osmanlı tarafından yıkılan bu devletin topraklarını kendimize yurt bellemişiz. Köye geldiğimizde burada çok az miktarda Bulgar da varmış; bunlar bizimkilerin korkusuna burayı kısa zamanda terketmişler. Etrafı ormanlarla çevrili bu köyün nüfusu o tarihte bile binlere ulaşmış.
Biz buraya geldiğimizde, Balkanlar Osmanlı topraklarına daha yeni katılıyormuş. Buraların Türkleşmesi için çok çaba harcamak gerekliymiş. Nitekim atalarımız, Balkanlar’da sık sık akınlar yapmışlar ve çok da başarılı olmuşlar.
Zaman zaman Bulgarlarla ve diğer müslüman olmayan milletlerle savaşmışız. Savaşlarda verdiğimiz şehitler, balkanların tapusu olmuş. Çünkü defnedilen şehitlerimizin olduğu yerlere türbeler, zaviyeler, tekkeler yapmışız. Dergâhlar kurmuşuz. Dergâhlarda ayinlerin yanı sıra yoksullara, yolculara yatacak yer ve yemek vermişiz. Buralara gelen insanların dini, mezhebi, ırkı sorulmazmış; insan olmaları onlara hizmet vermek için yeterli bir nedenmiş.
Dobromirka’da ilk karşımıza çıkan problem ev ve su olmuş. İnşaat işinden anlayan ustalarımız olduğu için, biraz da devletin yardımıyla ormandan da yararlanarak ev sorununu çözmüşüz. Kuyu açmak bizi zorlamış, ama sonunda bunu da hallederek suya kavuşmuşuz.
● ● ●
Durmadan esnediği için Osman Dedemin son söylediği birkaç cümleyi anlamadım. O da fark etmiş olacak ki gülümseyerek yüzüme baktı ve:
-Ben biraz uzanayım, dedi.
Üzerine örtmek için örtü getirmeyi teklif ettim, odanın sıcak olduğunu söyleyip sobanın arkasındaki minderin üzerine yattı, hemen de uyudu. Horlamaya başladı.
Pencereden dışarı baktım. Dışarıda yol kenarlarında bir-iki santim kar vardı, hava kapalıydı. Kar taneleri isteksiz isteksiz düşüyordu; bunları biraz seyrettim. İçerisi dedemin de söylediği gibi sıcacıktı. Kuzine(peçka) soba içeriyi çok iyi ısıtmıştı. Bu sobalar oldukça kullanışlı. Üzerinde suyunu kaynat, çayını kaynat, istersen yemeğini pişir taşır. Üstelik fırını da var ve burada nefis ekmek ya da börek pişirebilirsin.
Uyuyan sadece dedem değildi, sobanın altlığı üzerine kıvrılmış olan kedimiz Minik de uyuyordu. Hem de öyle bir uyuması vardı ki insan özeniyordu. İyice yayılmış, sol ön ve arka bacakları hafif kalkık, kapalı gözlerinden bile uykudan zevk aldığı belliydi. Minik dedim diye küçücük bir şey zannedilmesin. Artık kocaman bir kedi oldu. İlk aldığımızda yeni yürümeye başlamış, el kadar küçücük bir şeydi. O yüzden ona “Minik” adını vermiştik.
Minik, kış günlerini soba yanında geçirir. Tuvalet ihtiyacı gelince kapının yanına gidip orayı tırmalamaya başlar. Ne istediğini anlar ve kapıyı açarız. Dışarıda fazla oyalanmadan gene kapıyı tırmalayarak geldiğini bize haber verir. Kapıyı açınca da hemen sobanın altındaki yerine gider, kıvrılıp yatar. Yani şekerlemeye devam... Bütün kışı böyle geçirir. Havalar ısındığında ise, Minik’i evin içinde tut tutabilirsen!
Sobanın kapağını açıp içine baktım. Odunlar yanmış, bitmiş, hepsi kor olmuş. Kıpkırmızı içi. Sıcaklık yüzümü acıtmadan yakıyor, tatlı bir sıcaklık olduğundan hoşuma gidiyor. Yanımdaki tenekenin içinden bir odun alıp sobaya atmak istiyorum, atamıyorum. Kalın geldi, içine girmiyor. Daha incesini alıyorum ve korların üzerine koyup kapağı kapatıyorum. Bir de kapağın üzerinde sağa doğru açılan sola doğru kapanan küçük bir kapak var. Onu da kapatıyorum ki soba yavaş yavaş yansın. Oradan hava girdiği için, açılırsa içindeki odunların yanması daha hızlı oluyor.
Ben bu işleri yaparken biraz gürültü de çıkardım. Sobanın kapağını tıngırtmadan kapatmak mümkün değil. Ne kadar uğraşırsan uğraş, gene de ses çıkarıyor. Dedemde bir hareketlenme var. Uyandı sandım. Hayır uyanmamış, bir tarafından diğer tarafına dönüyormuş. Rahatladım. Dedem uyanmamıştı ama başka biri uyanmıştı: Minik. Şaşkın, biraz da kızgın gözlerle bana bakışlarını gönderiyor. Sinirli sinirli sol arka ayağı ile karnını kaşıdı. Sol ön ayağını kafasına sürttükten sonra boynunu hafifçe kaldırıp kafasını biraz dikleştirdi; sonra da ağzını açıp, soluk pembe diliyle patilerini yaladı. Biraz sonra yalamayı bıraktı, bir kere daha bana baktı ve tekrar uzanıp gözlerini kapadı. Bir dakika bile geçmeden mır mır sesler çıkarmaya başladı. Uyumuştu.
Birazdan ben de uyuyabilirim. Dedem ve Minik’ten uyku bana da bulaştı galiba! Esnemeye başladım bile. Uykumu kaçırmak için odanın içinde daha önce defalarca gördüğüm eşyalara bakıyorum. Yerde tahta zeminin üzerine farklı motiflere sahip, el dokuması dört kilim yanyana serilmiş. Bunları ninem dokumuş. Kilimlerde hakim olan renk koyu kırmızı ve koyu mavi. Duvar kenarlarında yastıklar var. Bunların ön tarafları kilim gibi dokuma. İçleri sap ile doldurulmuş olduğundan oldukça sertler. Ama yıllardır kullanıldığı halde ne bir esneme ne de bir yıpranma var. Annemin çeyizi ile gelmiş. Bir kenarda büyük bir minderin -ninemin deyişiyle şiltenin- üzerinde benim bir kitap ve defterim duruyor. Odadaki minder sayısı sekiz. İki tane de pösteki var.
Sobanın ayakları, tenekeden yapılmış bir altlığın üzerine oturtulmuş. Teneke altlık, aynı zamanda istenmeyen yangın olaylarını önlemede de önemli bir rol oynuyor. Çünkü bazen sobanın küçük kapağı açıkken, içine odun atarken ya da kürekle mangala ateş alırken dışarı ateş sıçrayabiliyor. Duvardaki bacanın ağzına kalın bir kâğıt yapıştırılmış. O nedenle boru, bacadan değil de pencerenin üst kısmından açılmış bir delikten çıkıyor. Bunun nedeni, bacanın iyi çekmiyor olmasıdır. Sıcaklıktan azami ölçüde faydalanmak için, boru oldukça uzun tutulmuş. Üç metreden fazla. Sobanın hemen yanında bir teneke içinde odunlar var. Bunlar buraya getirildiklerinde yaş olabiliyor, sıcak ortamda durunca zamanla kuruyorlar ve daha iyi yanıyorlar. Odun tenekesinin yanında ondan daha küçük bir tenekenin içinde kürek ve maşa var. Kürek ateş ve kül almada, maşa ise ateşi karıştırmada kullanılıyor. Diğer odalarda oturanlar olduğunda, içinde kül olan bakır mangala kürekle korlaşmış ateş konup, bir müddet açık havada bekletilip, zehirli gazların çıkması sağlanıyor ve ihtiyaç duyulan odaya götürülüyor.
Kapının yanındaki duvarda, çok sayıda asma yeri bulunan tahta bir askılık bulunuyor. Üzerinde bir hayli giysi var. Kapıdan girişin sol tarafındaki duvarda yerden yarım metre yüksekte, iki adet metal ayak üstündeki rafta da ahşap kaplı, çift hoparlörlü Philips marka bir radyo yer alıyor. Bu radyo evimize geleli sadece birkaç ay oldu. O günkü sevincimizi anlatamam. Hepimiz radyonun ilk açılışında nefeslerimizi tutup heyecanla beklemiştik. Gözlerimizi bir an olsun radyodan ayırmamıştık. Radyonun açma düğmesini çevirince önce bir cızırtı duyuluyordu; sesin gelmesi on-onbeş saniye kadar sürüyordu. Meğerse radyonun içindeki lâmbalar ısınmalıymış ki ses gelebilsin. . Annem, daha o gün radyomuzun üzerine örtmek üzere tığ işi bir dantel örmeye başlamıştı bile.. Eşyaların hepsi bu kadar. Doğrusu daha da var, ama hepsini yazmak zor geliyor.
Esnemem arttı, bazen başım düşüyor, sonra aniden fırlayıp uyanıyorum, biraz sonra gene aynı... Başımın düşmesi yetmedi, bir de belim bükülüp yere kapaklandım. Kalkıp yürüsem belki açılırım. Denedim. Fayda etmedi. Direnmek boşuna, kendimi bıraktım. Uyumuşum.
Uyanıp gözümü açtığımda üzerimde bir örtünün olduğunu fark ettim. Oysa yatarken örtü filan örtmemiştim üzerime. Demek ki dedem uyanıp da beni öylece uyurken görünce, üşümeyeyim diye bu örtüyü üzerime atmış. Gözlerimi ovuşturdum, dedem bana gülümsüyordu.
(Devam edecek...)
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.