- 335 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Makineleşmek ve Kaçış-1
Buralardan gitmek için verdiği, bu kaçıncı karardı? Saymamıştı, sadece çok olduğunu biliyordu. Her defasında vazgeçmiş ve her vazgeçisinden sonra da içindeki boşluk giderek büyümüştü. Sonunda boşluğun büyümesi durmuş, bu sefer de devasa boşluğun içi zehir dolmuştu. Zehir, her geçen gün etkisini artırıyor hayatı çekilmez bir hale getiriyordu. Zehri içinden atmak için yollar aramaya başladı. Bulamadı, bulamayacaktı.
İçinden çıkılmaz bir durumdu. Tahammülsüzlüğü had safhaya ulaşmış; her şeyden herkesten hatta kendinden nefret eder hale gelmişti. Yapaylaşan bir dünyanın yapay insanları ve olayları ile birlikte bir ömrü nasıl geçirecekti? Otomatiğe bağlanmış bir iş hayatı, çıkara dayanan insanlar arası ilişkiler, doğallığını hızla yitiren bir doğa...
Aslında birçok insan onun yerinde olmak için neler yapmazdı? Büyük bir şirketin sahibiydi, şirketi adeta para basıyordu, onlarca emri altında çalışanı vardı. Haftanın yarıdan fazlasını yurt dışında geçiriyordu. Canı istedi mi atlıyor uçağa ver elini Paris, oradan Amsterdam, oradan da belki Londra... Dünyada dolaşmadığı yer çok azdı. Her gittiği yere içindeki zehri de götürdüğü için, bu gezmeler onun için bir anlam ifade etmiyordu.
Yaşı kaç mı bu adamın? Yuvarlak bir hesapla diyelim ki; kırklı yaşlarda. Evli ve bir tane de çocuğu var. Karısı ve çocuğu ile arasında herhangi bir problem yok, ama ilişkileri samimiyetten uzak, yani sıradan.
Uçağın penceresinden etrafı seyrederken gökdelenlere, kulelere, otoyollara, köprülere, barajlara tiksinerek bakıyor; ıssız ve karla kaplı dağları, ormanları, hatta çölleri gördüğünde biraz rahatlıyordu. Uçak inişe geçtiğinde ise havaalanında gördüğü yüzlerce kanatlı makine içini kaldırıyor, midesini bulandırıyordu. Hatta bir keresinde kusmak zorunda bile kalmıştı da hostes bayandan ve yanındaki beyden çok utanmıştı.
Huzuru arayacaktı, bulacağına dair içinde bir umut vardı. Onun için, bu defaki kararının kesin olduğu anlaşılıyordu. Şirketinin müdürüne, karısına, çocuğuna ve birkaç arkadaşına uzun bir süre buralarda olmayacağını söyledi. Hepsi onu dinledi ama hiç biri nereye gideceğini, neden gideceğini sormadı. Neden sorsunlardı ki...
Arabasına binip saatlerce gitti. Ormanlık bir alanda arabadan indi. Çok ileride, ormanın arka tarafında kilometrelerce uzakta yüksek bir dağ gördü. İçinde dağa, dağın tepesine tırmanmak isteği duydu. Bu isteği gerçekleştirmek için, önce ormanı aşması gerekiyordu. Sık ağaçlarla ve uzun otlarla kaplı ormanda yürümek oldukça zordu. Karanlık bastırdığında, o daha henüz yolun başında sayılırdı. Yorulmuştu. Elleriyle, ayaklarıyla otları düzeltip yattı. Hemen uyudu. Sabah olduğunu ortalığın aydınlanmasından anladı; güneşin doğup doğmadığını bilmiyordu. Ağaçların dalları güneşi göstermemek için ne gerekiyorsa yapıyordu.
Ormanda kayboldu. Günlerce. Ormandan çıktığında ise burası ne ilk girdiği yerdi ne de ulaşmak istediği dağın etekleriydi... Üzerindeki elbise buruş buruş olmuş, sakalları uzamıştı.
Dar bir toprak yol gördü. Bunu takip edecekti. Belli ki daha önce buradan insanlar ve arabalar geçmişti. Yolun iki tarafı yeşil otlarla, yabani çiçeklerle doluydu. Baktıkça içini tuhaf bir sevinç dolduruyordu. Ama öte yandan da karnı iyice acıkmış ve susamıştı. Ormanda iken meyvelerle karnını doyurmuş, fakat burada meyve de bulamamıştı. Uzun bir yolculuktan sonra, küçük bir köy çıktı karşısına. Gördüğü ilk köylüden su ve yiyecek istedi. Hemen bir tas ayran getirdiler, ardından da ekmek ve peynir. Köylülere para vermek istedi, kabul etmediler. Bir yabancının köylerine geldiğini duyanlar, görmek için oraya koştular. Kim olduğunu, buralarda ne aradığını sormadılar. Sadece meraklı gözlerle ona baktılar, hoş geldin dediler.
Geceyi köyde geçirip, sabahleyin köylülere teşekkür edip yola koyuldu. Karşısına büyük bir ırmak çıkıncaya kadar yürüdü. Irmağı görünce bir ağacın altına oturup dinlendi ve bu ırmağı nasıl geçebileceğini düşünmeye başladı. Dinlenme süresi bir saat kadar sürdü . Irmak boyunca yürüyüp bir köprü arayacaktı. Aradı, aradı... Ama köprüyü değil de ırmağın en dar yerini buldu, buradan atlayarak karşıya geçerim, diye düşündü. Geri geri bir kaç adım gittikten sonra ırmağa doğru hızla koşmaya başladı. Biraz ıslak görünen zemine ayağını basıp havaya doğru sıçradığında, aksine yere doğru çekildiğini farketti. Bir bataklığa düşmüştü. Önce ayak bilekleri gömüldü bataklığın çamuruna, kurtulmak için çabaladı, daha çok battı. Dizlerine kadar gömülünce çabalamayı bıraktı, şimdi daha yavaş batıyordu. Etrafta tutunacak bir şeyler arandı. Bir ağaç vardı. Dallarına bir tutunabilse kurtulabilirdi. Ellerini uzattı. Olmadı. Batmaya devam ediyordu. Galiba sonu gelmişti, bütün hayatı gözünün önünden geçti. Hayat hikayesini bir film gibi görünce bu hayatın sonlanmasından o kadar da üzüntü duymayacağını anladı. O bunları düşünürken şiddetli bir rüzgâr çıktı. Ağacın dalları ona doğru eğilmeye başladı. İlk iki denemesinde eğilen dalları tutamadı sayılır; çünkü ellerinde sadece birkaç yaprak vardı. Üçüncüde başardı. Kendine doğru uzanan dalı yavaş yavaş çekmeye başladı. Batması durmuş hatta bedeni birkaç santim yukarı bile çıkmıştı. Yarım saat süren mücadeleden sonra, kurtarıcısı ağacın altında uzanıp yatıyordu. Çok yorulmuştu, dinlenmeliydi.
Kendini dinlenmiş hissedince ayağa kalktı, üzerindeki çamurla kaplı giysilerini çıkardı. Ayağında sadece külotu kalmıştı. Elbiselerinin ceplerini boşalttı. Paraları birbirine yapışmış, vıcık vıcık çamur içindeydi. Bunlar artık işine yaramazdı. Sadece paralar değil, ceplerinde ne varsa hiçbiri işine yaramazdı. Hepsini çıkardı ve ırmağa doğru fırlattı.
Giysilerini yıkayıp ağacın dallarına astı. Güneş iyi ısıtıyordu. Kurumaları fazla sürmezdi. Ayağındaki külotu da bazen yüzükoyun bazen de sırt üstü yatarak üzerinde kurutacaktı. Elbiseleri kuruyunca, giyinip yola devam etti. Birkaç yüz metre yürüyünce o kadar aradığı köprüyü gördü, sevindi.
Bir şehre geldiğinde beş parasızdı ve açtı. Fırınlardaki ekmekleri, lokantalardaki yemekleri, pastanelerin vitrinlerini seyretti. Seyir açlığını daha da artırdı. Gördüğü bir çöp konteynerini karıştırdıysa da yiyecek bulamadı. Konteynerin yanına oturdu. Çok geçmeden bir genç, onu dilenci zannedip önüne para attı. Zaten görüntü olarak dilenciden pek farkı da yoktu. Paraya baktı, almadı/alamadı. Gelip geçenler onun bu halini görünce kimi acıyor, kimi görmemezlikten geliyor, kimi kızıyor, kimi de ona “Çalış, çalış!” diye akıl veriyordu.
Önündeki parayı gören birkaç kişi daha ona sadaka verince, bu paralarla karnını doyurmaktan başka çaresi kalmamıştı. Fırından bir ekmek, marketten de beyaz peynir ve bir şişe su aldı. Bunları yiyebileceği bir yer aradı, şehir parkını buldu. Orada karnını doyurdu. Gece bastırınca da üzerinde oturduğu bankta uyudu. Ertesi günü ve daha sonraki üç günü dilenerek ve aynı yerde yiyeceklerini yeyip uyuyarak geçirdi.
(Devam edecek...)
YORUMLAR
Çamurdan ıslanan paraları dereye atmasını biraz garipsedim; niye atsın ki?... kâğıt para ıslansa da özelliğinden birşey kaybetmeyecek özelliktedir.
Çıkan fırtına sonrası güneşin birden açması biraz düşündürdü.
Yazınız kendini okutturdu... kahvaltı sonrası okuduğum ilk yazı oldu.
Saygımla Selâm ederim; Ömer Fâruk Hüsmüllü Ustam...
kadiryeter Kadir Yeter.
15 AĞUSTOS 2016 Pazartesi. TRABZON.
w.edebiyatdefteri.com/yazioku.asp?id=156635
Ömer Faruk Hüsmüllü
İlginize çok teşekkür ederim.
Selam, sevgi ve saygılarımla...