- 816 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
BAHÇENİZDE BAŞIBOŞ KÖPEKLER VAR
Ege Türk TV. Programcısı iken yurt içinden ve yurt dışından yazar ve şairlerimizden yüzlerce kitaplar gelirdi. Programımın formatı gereği hem şairi /yazarı hem kitabını halka tanıtmaktı.
Her gün evimin kapısını çalan postacıya da bir kitap hediye ederdim.
Çok mutlu olurdu.
Bir gün inanılmaz bir olay yaşamıştım.
Yürüyüşten dönen eşim, elinde tuttuğu sarı renkli posta havale kâğıdını bana uzattı:
" Bu sana gelmiş. Sokakta uçarken havada yakaladım. Üzerindeki tarih daha yeni. 2 gün geçmiş... "
Kâğıt çamurlanmıştı: ama postacının yazısı net okunmaktaydı:
"...Emine Hanım. Bahçenizde başıboş kopekler yüzünden size ulaşamadım. PTT’ye kadar gelin."
Hey Heylerim gelmişti.
Soluğu doğruca Akçay PTT’sinde aldım.
Memurların değil müdürün odasına varıp konuyu aktardım:
" Hadi diyelim: Bu kâğıdı eşim havada yakalamadı, diyelim. Benim nasıl haberim olacaktı? Bakın üzerinden İKİ gün geçmiş. Belki de siz bana gelen emaneti ’adreste bulunamamıştır," diye geri gönderecektiniz."
Öfke balonlarım henüz sönmemişti; devam ettim:
" Ya bana gönderilen ilaç ise... Hastanın ilaç yoksunluğundan doğabilecek sonuçtan, postacı mı sorumlu olacak?"
Müdür bayandı. Vekâleten müdürdü.
Beni dinledi... Dinledi. Öfke enerjimi boşaltmamı sağladı. Ve dedi ki:
"...Emine Hanım, sizi dinledim. Çok haklısınız. Hoş olmayan bir durum. Bir de o dağıtımdan sorumlu arkadaşımızı da dinleyelim. Bakalım neden böyle davranmış? Zaten sizin mahallenizin dağıtımından sorumlu olan memur bir kişi. Ama öncelikle sizin gönderici kargonuz burada mıdır? Onu öğrenelim. Ne dersiniz?"
Tabi ister istemez vekil müdüre hanımın peşine takılmıştım.
Gişe memurlarının arkasında yer alan posta-kargo alım-dağıtım bölümüne geçtik. Dağıtımdan sorumlu olan memura müdüre hanım kısaca şikâyetimi iletip sözü bana vermişti. Memuru ilk kez görüyordum. Ama yüreğimin dibine çöken öfke kırıntılarını yeniden yüzeye çıktığını hissettim:
“Her günkü gelen postacımızı göreceğimi sandım. Siz mi kargoyu dağıtıyorsunuz?”
Adam sakince yanıtladı beni:
“Evet, o şimdi dağıtımda. Sizin havale kâğıdınızı alabilir miyim?”
Verdim: Verir vermez kâğıdı yine bana vermesini rica etmiştim. Adam şöyle üzerindeki yazıyı okur okumaz;
“Tamam ya bunu ben yazdım. Bahçenizde en az 10-12 sokak köpeği vardı. Kâğıdı yazıp motorumla kaçmıştım. Bakın hanımefendi…” Der demez memur sağ bacağını sıyırmaz mı?
“İşte bu iki ısırık köpek ısırıklarıdır. Tam 21 gün aşı olmuştum. Sokak köpekleri bana saldırmışlardı.”
Şaşırmıştım tabi… Neden onu ısırmışlardı? Sordum sebebini:
“Memur bey, o köpekler bir çocuk kadar zararsızdır. Ben 15 senedir aynı sokakta otururum, hiç biri ne bana ne sokağımızdan kimseye saldırdıklarını duymadım. Acaba siz sopa veya taşla onları ürküttünüz mü?”
Posta dağıtımından sorumlu memur sesini biraz yükseltmişti:
“Hayır efendim! Ne münasebet böyle konuşuyor, beni suçluyorsunuz? Sadece bisikletimle dağıtım yaparken birden saldırdılar bana… Allahtan şimdi mobilet verdiler de kolay kaçıyorum sokak köpeklerinden…”
Adama ne söylesem beni tam dinlemeyecekti. Yerinden kalkıp söylenmişti:
“Sizin paketiniz buralarda mı bakayım. Daha bir gününüz varmış…”
Rafların birinden küçük paketimi verdi. Ankara’dan postalanmıştı. Sağ olsun yazar dostum Erdal Altunlu ikinci romanı, “İpin Ucu Kaçınca,” adlı kitabını göndermişti.
Müdüre Hanım,
“Emine Hanım, durum bu. Dağıtımdan sorumlu arkadaşımız da haklı…” dedi demesine de benim kafam hala elimdeki kâğıdın üzerinde yazılı cep telefonuma takılmıştı:
“Bakın müdüre hanım, asla kabul edemeyeceğim bir şey varsa o da görevi savsaklayan memura hak verilmesidir. Tamam, bu adamı bir şekilde köpek ısırmış. Geçmiş olsun. Ama arkadaşımın şu kâğıt üzerinde doldurmuş olduğu boşlukta bakın ne yazıyor?”
Müdüre hanım kâğıdı alıp okudu:
“Telefon numaranız yazılı.”
“İki gün geçmiş olduğu halde neden bana telefon açılmamış? “
“Evet, bu bizim ihmalimiz…”
“Peki, adrese teslim ücreti kesilmiş… Oysa adrese kargo teslim edilmedi. Bu ücret göndericiye geri iade edilecek mi?”
Müdüre hanımın yüzündeki ifade çatık kaçlarıyla buruşmuş kızgınlıkla yer değişmişti.
“Hanımefendi bizim çok işimiz var… Gördüğünüz gibi çok yoğunuz… Kargonuzu da aldınız. Başka bir işiniz varsa söyleyin onu yapalım. Ama böyle olmuş bitmiş meselelerle başımız ağrımasın… Hem ben vekâleten buradayım. Müdüre hanım izinde. Geldiğinde bir derdiniz varsa ona iletirsiniz. Şimdi işimin başına dönmeliyim…”
Ve yanımdan ayrılmıştı müdüre hanım…
Evet, onun yapacağı bir şey yoktu. Ben boşuna masal okuyordum.
Birkaç gün sonra tekrar geleceğimi düşünerek postaneden ayrılmıştım. Zira bu işin peşini bırakacak değildim.
-
Körfeze ilk geldiğim zaman; çevredeki komşulardan, “Aman dikkat edin burası bir garip ilçedir; yaşlıların çok olduğu mezarlığın bile olmadığı, sorunların bol olduğu bir ülkedir. İnsanlar ikinci hayatlarını yaşarlar.” Diye uyarılmıştım.
Uyarılara her ne kadar kulak tıkasam da, “Neden mezarlığın olmadığını,” kısa zamanda öğrenmiştim.
Akçay’ın suyu ve havası bedava, diye özellikle büyük şehirlerden göç kabul eden bir turizm beldesiydi. Toprağın 1-2 metre altından tatlı su çıkmaktadır. Her evin bahçesinde mutlak bir kuyu açılmıştır. Bu nedenle yörede yaşayan halkın suyundan vergi alınmaz. Sadece atık suya ücret öderler. O da çok düşük bir ücret. Üç ekmek fiyatına ödedikleri bu suyla bahçeler bile yıkanır. Eh mezarlık tabi ki olmaz sulak yerde.
Peki, neden filler ülkesi, benzetmesi yapılır Akçay’a?
Az önce belirtmiştim: ”Emekli göçü,” fazladır. Filler de yaşamlarının sonunda yaşadıkları toprakları terkederler. Ölene kadar yaşlı filler toplu bir yere göç ederler ve orada ölürler.
Postaneden dışarı çıkıp elimde sıkı sıkıya tuttuğum İPİN UCU KAÇINCA adlı kitabın sayfalarını karıştırdığımda gülümsemiştim hayata…
Yüksek sesle düşüncemi dışarı vurdum:
“Hey gidi dünya hey! Sen ne sürprizlerle dolusun!”
Bir hafta sonra aynı postaneye gittim. Tabi doğruca izinden dönmüş olacağını düşündüğüm asıl müdürün odasına uzanmıştı ayaklarım. Camlı ve şeffaf bir odanın camını tıklattım; odaya adım atar atmaz sarışın mavi gözlü, çok hoş gülümseyen 40-45 yaşlarında bir hanımefendiyle karşılaşmıştım.
“İyi günler müdüre hanım. Beni 5 dakika dinleyecek vaktiniz var mı?” diye izin istedim.
Gülüşü öyle sıcacıktı ki, bana da yansıdı o aydınlık gülüş: Sanki yıllardır tanışan iki dost gibiydik.
“Buyurun sizin için ne yapabilirim?”
“Aslında geçen hafta da gelmiştim. Sorunum çözüldü. Lakin aklıma takılan iki önemli noktaya açıklık getirilmesini istediğim için buradayım.”
“Tabi, elimizden ne gelirse; sizi aydınlatmaya hazırım.”
Geçen hafta yaşadığım şaka gibi olayı anlattım. İlgiyle dinledi. Telefon açılmamasına tepkisini kaşlarını çatarak ifade ediyordu. Eve teslimin uygulanmadığı, ama ücretin kesilmesinin aslında haksızlık olduğunu ama sistemi aşamadığını anlatırken, aslında benim yanımda yer alıyordu. Müdüre hanım sonunda içini öyle bir döktü ki, ben neredeyse gönüllü çalışacaktım postanede. Memurlarının yetersizliğinden, yeri geldiğinde gişelere geçip kendisinin de bir memur gibi çalıştığından, yoğunluk nedeniyle müşterilerin agresif davranışlara ve hakarete varan tartışmalarını, vs. anlatırken içim bir tuhaf olmuştu.
Kahvelerimizi içerken sohbetimizi öyle demlemiştik ki, sevdamız da aynıydı öfkemiz de...İç ve dış siyasete kadar ne varsa gündemle üleşmiştik zamanı. Bir iki saatlik sohbetimizde araya imzalanması gerekli evraklar, vatandaşların bireysel istekleri de sıkışıyordu tabi…
Mustafa Kemal ve hatıralarına değindiğimizde müdüre hanımın zaman zaman o gök mavisi gözleri yaşarıyordu. Hafiften bana doğru eğilip; “Onun izinden gidemediğimiz için çok utanıyorum, üzülüyorum, “diye fısıldıyordu.
Anladım ki, sesinin diğerleri tarafından duyulmasını istemiyordu. Onun vatansever olduğundan emin olunca, bir de İzmirli oluşunu duyunca gönlümde mavi kelebekler uçuşmuştu. Hemen çantamı açıp ona hikâye kitabımı imzaladım. Ne çok sevinmişti.
Bir sonraki buluşmamıza sözleşip postaneden ayrıldığımda; gönlüme farklı duygular eşlik etmekteydi. Hele ki, sohbet arasında müdüre hanımın İngilizce öğretmeninin de bizim gönül dostlarımızdan Doç. Dr. Hüseyin Yaltırık olduğunu da öğrenince; dünyalar umurumda değildi…
Aklımda ne havale kâğıdı vardı, ne de ayağı bir köpek tarafından ısırılan postacı…
Ne önemi vardı ki? Çok iş, çok emek, az işçi sınıfıyla bu devran, bu çark nasıl olsa bir şekilde dönüyordu.
Bense, uzun zaman hasretini çektiğim, dost dost diye gökte ararken yerde bulduğum; aydın gülüşlü bir dost kazanmıştım filler ülkesinde…
Emine Pişiren- Altınoluk