- 844 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
İlâhi Esinti
Bir yağmur damlası gerek bana… Bu susuzlukta içime akacak… Bir zerre okyanus getirecek daracık evrenime… Bir ucundan yakalasam yeter, sınırsızlığı… “Bir parçasıyım ben de” diyecek kadar dokunabilsem bir parçasına…
Bu yüzden mi koşturuyor bu insanlar bilinmez bir noktaya doğru? İçgüdüsel bir ilerleyiş bu… Hesaplı, planlı yürüyüşlerde olmayan bir gelişigüzellikte atılıyor adımlar. Ben de bırakabilir miyim kendimi bu akıntıya? Aynı susuzluğu duyuyorum madem, bu pencerenin önünde onları seyretmek yerine ben de aralarına katılabilir miyim?
“Nereye gidiyorsunuz” diyemesem de içlerinden birini seçer, gölge gibi süzülür giderim peşinden varacağı o noktaya doğru. Adımları yavaşlayıp kararlı bir şekilde durduğunda, anlarım: Evet, burası oranın kapısı… O insanların adımlarını peşinden sürükleyen o sınırsız serinlik ve arınışın kaynağı… Bu kadın ya da adam oradan girecek ve ardında da ben… Ve girmemizle yüzümüzü yalaması bir olacak o emsalsiz, ilahi esintinin… Bir değil onlarca damla yağmur yağacak o zaman, susuz kalmış toprağıma. Çatlaklar silinecek, toprak kokusu yayılacak en derinlerimden. Bir tohum açıverecek sonra… Kimbilir ne zamandan atılmış oraya, kurumaya mahkum… O toprak kokusu kocaman bir şefkat olup kavrayacak onu, sahipsiz bırakmamaya kararlı…
Ne zaman takıldım o kızın peşine... Hangi ara merdivenleri aştım, daldım kalabalığın arasına, belli değil… Bir rüyanın ortasındaydım sanki. Ve her şey de o rüyadan bir parça gibi uçucu, dokunulmaz… Kız sahiciydi bir tek. Bana en çok o benziyordu çünkü. Pencereden görmüştüm: Az önce aynadan bana bakan yüzdeki o ifade vardı aynen yüzünde. İfade bile denemezdi… Bir anlamsızlık… Ya da bir kopuş çevresindeki her şeyden… Sırrı kaçmış, artık tek bir şey bile aksettirmeyen bir ayna… Evet, aynen o ayna gibiydi yüzü… Ve o kalabalıkta belki de bu yüzden en süratle ilerleyen de oydu. En kararlı, en ihtiyaç duyan gideceği yerde ulaşacağı o şeye…
Saptığımız sokak, çıkış noktamız benzer olsa da varmak istediğimiz yerin çok da benzemeyebileceğini fısıldıyordu. Buradan geçmiştim ben… Hem de son hızla, nerden saptım bu yola diye kendime lanetler ederek… Şimdiyse yanlışlıkla değil, varmak istediğim yerin bulunduğu sokak olarak ilerliyordum üzerinde. Üstelik varmak istediğim yer gerçekten burada mı, emin bile değilken…
Önünde durduğu yer, bulunduğumuz semtteki onlarca kafe barlardan biriydi. Alkol servisi ne zaman başlar, ne zaman akıllı uslu çaylarını, kahvelerini yudumlayan insanlar birdenbire bir barda buluverirlerdi kendilerini, bilmem. Ama tahminimce en azından akşamı bekliyor olmalıydı bu mekansal olmayan, işlevsel dönüşüm… Ve saate bakılırsa çay kahve servisinin son bulmasına da çok az kalmış olmalıydı. İnsanlar güneşi çay fincanı yerine rakı kadehleriyle uğurlamayı tercih ediyordu nedense. Bu kız da o yönde kullanıyor olmalıydı tercihini. Kafe barın kafe olmaktan sıyrılıp bara evrilmesini neden beklesindi ki yoksa buraya gelmek için?
Bir yağmur damlası nerelere sürüklemişti beni? En yağmursuz, en kurak bir yerde buluvermiştim birden kendimi. Böyle yerler en susuz bağırlar için değil miydi? Üstelik susuzluklarını gidermek için ha babam içen o insanlar, içtikçe daha da beter susuyor ve su gibi tüketmeye devam ediyorlardı, suyla en küçük bağlantısı olmayan o içkileri. Ne susuzluktan kurtaran onları… Ne de içlerindeki çorak toprağa bereket getirip kurumaya yüz tutmuş o tohumları açtıran…
Yanlış insanın peşine takılmış, yanlış yerlere sürüklenmiştim. Peki bu akşam saati, yeni bir denemeyi daha göze alabilir miydim? Ayaklarım ilerlemem yönünde kullanıyorlardı seçimlerini. O kadar zamanı boşuna mı tüketmiştim yani? Elimde sıfıra sıfır, gerisin geri dönecek miydim yine o pencerenin içine? Gerçek bir pencere olmaktan çok uzak, bana enginlerden bir gıdım bile nefes getirmeyen…
Bu saatte güvenebileceğim bir gölge düşer miydi kaldırımlara? Ancak gölge olarak var olunabilen bu loş ışıkta yine yanlış bir izin peşine düşseydim ya? Sokak lambaları yanmaya başlamış, güneşin acımasızca üzerlerine vurduğu o sert ışıktan kurtulan yüzler daha rahat ortaya döker olmuşlardı kendilerini. Gündüz saklayamadıkları mahremlerinin güvende olduğunu bilmenin ferahlığıyla korkmuyorlardı artık, geniş geniş gülümsemekten. Birine merhaba demek, en gizli bahçelerine bir yabancıyı davet etmek anlamına gelmiyordu şimdi. İşte bu nedenle son on dakikadır günlerdir rastlamadığım kadar çok gülen yüzle karşılaştım. Sanki gündüz var olmayan bir anlayış hali gelmişti herkesin üzerine. Kendilerini saklamak zorunluluğundan sıyrılınca, yeniden görür olmuşlardı kendileri dışındaki her şeyi. Beni de görmekte gecikmediler. Hatta içlerinden biri görmekle kalmadı, beni bu yollara savuran rüzgarı sorgulamak üzere emin adımlarla yaklaşmaya başladı. Öylesine yürüyenlerden beni ayıran o arayış, ta o noktadan bile görülebiliyordu demek ki!
Yaklaştıkça daha bir ete kemiğe bürünen gölgesi tam yanımda durduğunda benim yaşlarımda bir kadınla karşı karşıya kaldım. Aynadan bakan yüzümden çok uzakta, aradığım o yağmur damlasından yüzlercesine sahip birinin yüzüyle bakıyordu bana. Onda olup da bende olmayan ne varsa vermeye çoktan hazır, cömert bir yürekle… Sanki geçmişinden çok tanıdık bir gölgeymişim gibi…
“Yakınlarda bir kafe var.” dedi içimi okurcasına. “Bir saatten sonra bara dönüşmeyen kafelerden hem de!” der gibi gülümsedi. Tanıyor muydu beni yoksa? Ya da o da alkolle sohbetin ele ele bir yolda uzun uzun yürüyemeyeceğini mi düşünenlerdendi benim gibi? Konuşmanın bir noktasında sohbet arkadaşının baştaki insanla uzak yakın alakası olmayan, şekilsiz şemalsiz birine dönüşmesinden hiç mi hiç hazzetmeyenlerden…
Bir şey demeye gerek görmeden yanında yürümeye başladım. Her an uzaklaşabilirmiş gibi temkinli adımlarla… Konuşmaya başladık. Kafeye gitme önerisinin sağladığı o güveni pekiştirecek türden sözcükler uçuştu durdu aramızda… On beş dakikalık yol boyunca sadece alkole değil, genel olarak yaşama da çok farklı bakmadığımızı anladık. Erkeklere, aşka, evliliğe, özgürlüğe…
Öğretmendi. Çocuklara olan sevgisini anlattı durdu yol boyunca. Onları böyle seven birinin başka bir tanımlamaya ne ihtiyacı vardı ki? Eğer yeni tanıştığın birine en çok çocuklardan söz ediyorsan, içindeki en büyük parçanı da tanıtmış olurdun zaten: En büyük parçan, içindeki en çocuk kalmış o yanın olurdu çünkü.
Bana sevdiği şairlerden söz etti. Hatta bir tanesinin dizelerini mırıldandı bir ara. Bir tek şiirin bile bu kadar yürekten okununca, fazlasıyla yeteceğini gösterdi yağmur damlalarını getirmeye. Şairin adını söyledi, zihnime daha o anda kazıyarak. Ve okulunun adresini de kazıdı aynı şiddetle. Ziyaret edeceğimin sözünü aldı ve süzüldü gitti kafenin kapısından: Bir saatten sonra kimlik değiştirmeyen, gündüz ve gece kafe olarak kalmaya devam eden, yüzü hep aynı, dürüst bir kafeydi, az önce kapısından çıktığı… Kendileriyle birlikte içlerindeki insanları da yavaş yavaş dönüştüren, onları içlerindeki o kör karanlıkla yüzleştiren; akılları, vicdanları dumanlara boğmak için koştura koştura gelenlere ardına dek açan kapılarını; dost görünümlü, ikiyüzlü o yerlerden değil…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.