- 902 Okunma
- 5 Yorum
- 1 Beğeni
HAYATTA EN HAKİKİ MÜRŞİT NEDİR?
Bir genel seçim öncesindeydi yanlış hatırlamıyorsam. Sandık kurulu başkanı bendim, başkan yardımcısı bir öğretmen arkadaşım idi. Sandık kurulunun partileri temsilen gönderilen temsilcilerini ise tanımıyordum.
Oldum olası üzerime bir görev almışsam onu hakkıyla yerine getirmeye çalışırım. O bakımdan sandığı mühürlemeden önce kurul üyelerine ‘’Arkadaşlar kimliklerinizi kontrol etmem lazım’’ dedim. Hepsi kimliklerini çıkarıp önüme koydular. Tek tek baktım kimliklere. Evet bendeki isimler ile sandık başına gelen isimler aynıydı ama bir gariplik vardı yine de. Kurul başkan yardımcısı olan arkadaşımın ismi yoktu listede. Daha doğrusu soyadı vardı ama adı yoktu.
Kafanız karıştı sanırım. Şöyle izah edeyim: Arkadaşımın adı ( gerçek adını soyadını yazmıyorum) Emin Kılıç idi ama listede Mehmet Kılıç diye bir isim vardı. Daha da ilginci arkadaşımın uzattığı kimlikte de adı Mehmet Kılıç olarak yazıyordu.
Merakla sordum:
-Yahu Emin, senin adın Emin değil mi? Bu Mehmet nereden çıktı şimdi?
Evet gerçekten de biz ona hep Emin derdik.
Arkadaşım gülerek cevap verdi.
-Nüfüstaki adım Mehmettir.
Devam ettik konuşmaya.
-Eeeee. O zaman biz sana niçin Emin diyoruz?
-Emin, bana şıhımın verdiği isimdir.
-Şıhının verdiği isim mi? Sen şimdi ananın babanın koyduğu ismi değil de şıhının verdiği ismi mi kullanıyorsun yani?
-Şıhım bana ‘’Senin adını Emin koydum’’ dediğinden beri Emin adını kullanıyorum.
-Allah Allahhh. Peki Mehmet’in nesini beğenmedi de sana Emin diye isim koydu şıhın?
Arkadaş daha soruya cevap vermeden kurul üyelerinden bir başkası atıldı.
-Şıhım bana da Abdülcelil adını koydu. Nüfustaki adım Şehmuzdur ama herkes bana Abdülcelil der.
Tepemin tası atmıştı.
-Yani bir nevi şıhınız sizi anne babanızın koyduğu isim dışında yeni isimlerle vaftiz etmiş… Baba, oğul, kutsal ruh adına hayırlı uğurlu olsun.
İkisi de bir şey anlamadılar bu çıkışımdan tabii ki ‘’ Hodeşte razi’’ ( Allah razı olsun ) Diyerek bu yorumumdan duydukları memnuniyeti dile getirdiler.
Seçimi kazasız belasız, kavgasız gürültüsüz hallettik. Ama kafama takılmıştı bu şeyh. İnsanların isimlerini bile değiştirdiğine göre bayağı etkili olmalıydı ki zaten çok duyuyordum hakkında çeşitli rivayetler. Mübarek uçuyordu,son model arabaları olduğu halde canı bir yere gitmek istediğinde bir bir dua ile şıp diye o yere hiç bir vasıta kullanmadan gidebiliyordu, istediği anda hem kendisini hem müridlerini görünmez yapıyordu, bulunduğu yerden takunyasını fırlatarak 1000 kilometre ötede bir müridinin karısı etrafında dolanan namussuzu cansız yere seriyordu, daha neler neler… Hatta öyle ki Kıbrıs barış harekatında jet pilotlarımız onun verdiği koordinatlarla hedeflere tam isabet sağlamışlardı. Her ne kadar o harekat sırasında kendi savaş gemimizi kendi jetlerimizle vurmuş olsak da o olayda kusur elbette şıhın değil jeti kullanan pilotundu. Adam şıhın belirlediği koordinatı bombalayacağına ‘’Amca sen karışma bu işe’’ Diyerek şıha itiraz etmişti de o yüzden kendi gemimizi bombalamıştı gafil herif.
Hani derler ya ‘’İnsanın başına ne gelirse ya meraktan ya firaktan gelir.’’Diye, işte ben de şimdi merak ediyordum. Acaba ben de o şıhın huzuruna varsam pek çok müridine koyduğu gibi bana da koyar mıydı yeni bir isim?
Uzatmayalım efendim, sonunda şıhın ana karargahı olan yere ( Ki oturduğum yerden yaklaşık 300 kilometre uzakta bir yerdi ) vasıl oldum Emin ile birlikte. Tabii ki yanımızda başka vatandaşlar da var. Bindiğimiz minibüsün şoförü bir an önce şıha kavuşmak için bastıkça basıyor gaz pedalına.
Nihayet şıhın makamına vasıl olduk. Burası küçük bir köy. Gözüme ilk çarpan şey köyün hemen girişinde dalgalanan Türk Bayrağı. Köyde bir okul bile yok. Zaten ev filan da yok köyde. Resmi bir bina filan da yok. Hal böyleyken şıhın hiç bir mecburiyeti olmadığı halde köyün hemen girişinde Türk Bayrağı dalgalandırması doğrusu çok hoşuma gitmişti. İşin bir başka güzel tarafı da şıh ne Türk ne de Kürt asıllı olmayıp Arap asıllıydı.
Köyde sadece ve sadece şıhın ikametgahı olan bir ev, büyükçe bir cami, bir bahçe, bir çayhane, bir kaç dükkan, bir iki lokanta ve ileride şıhın babasının da meftun olduğu bir mezarlık, abdest almak için şadırvan, tuvalet ve bir kaç banyo. Bir de aş evi vardı. Günde iki öğün bedava yemek veriliyordu. Ama yemek dediysem öyle mükellef bir ziyafet sanmayın. Genelde bulgur çorbası ve çok minicik ekmekler…
Herkes bir karavana içindeki çorbaya tahta kaşık sallıyordu. Çoğu kez temiz bir kaşık bulmanız mümkün değildi. Bir sepete atılmış olan - bir başkası tarafından kullanılmış - bir kaşığı alarak siz de çorbaya kaşık sallıyordunuz ( Bunları tabii ki mekanı iyice dolaştığım zaman görüyorum)
Aman Allah’ım o ne? Küçük bir çocuk( dokuz- on yaşlarında) şıhın evinden dışarı çıktı ve millet bağırış çığırış, kimi göz yaşları içinde çocuğa doğru koşuyorlar. Çocuk vakarla elini uzatıyor, saçı sakalı ağarmış insanlar çocuğun elini öpüyorlar. İnanması zor ama bu el öpenlerin içinde koca koca profesörler, üniversite hocaları, iş adamları, doktorlar, hakimler,mühendisler, polisler, öğretmenler, her meslekten insan var. ( Bunu da sonradan öğreniyorum tabii ki)
Hayret ve şaşkınlıkla Emin’e sordum ‘’ Gurban bu kim?’’ ( ‘’Gurban ‘’Adeta bir şifre. Herkes birbirine ‘’Gurban’’ Diye hitap ediyor. Size biri ‘’Gurban’’ Diye hitap ediyorsa en az %50 ihtimalle o tarikattendir.)
Emin cevap verdi: ‘’ Şıhın oğlu’’
Sonraki faslı ve daha başka neler yaşadığımı fazlaca uzatmayacağım. Ama Emin’in şıha ‘’ Şıhım ! ( Aslında hiç kimse ‘’Şıh’’ diye hitap etmiyor. Ona da ‘’ Gurban’’ Diye ya da başka sıfatlarla hitap ediliyor ki doğrudan doğruya onunla konuşmak oldukça zor. )
Neyse başa dönelim.
Emin önce halifelerden birine bir müşkili olduğunu söyledi. Halife de namazdan sonra şıhın kulağına bir şeyler fısıldadı. Şıhın ‘’Gelsin’’ Manasındaki işareti üzerine de şıha sokularak ama yüzüne bakmaksızın ( Şıhın yüzüne bakmak çok büyük bir edepsizlik. Çok kısa süre bakabilirsiniz ama sürekli bakamazsınız ) sordu: ‘’ Gurban evlenmek istiyorum. Annem babam bir kız da buldu evlenmem için. Sence bu kız benim nasibim mi? Evleneyim mi?’’
Şıh hemen cevap verdi: ‘’ Münasiptir. Evlen’’
Emin derin bir oh çekti. Ben gözlerim fal taşı gibi açılmış vaziyette Emin’e sordum daha sonra:
-Ya ‘’ Evlenme’’ deseydi?
-Evlenmekten vaz geçerdim.
-Anladım. Kızı pek sevmiyorsun galiba.
-Yooo. Deliriyorum onun için ama şıhım evlenme deseydi evlenmezdim.
Yine tepem attı.
-Oğlum şıh hazretleri kendinden 300 Kilometre uzakta, yüzünü bile görmediği bir kızın sana uygun olup olmadığını nereden bilsin?
Haybeye sorulan bir soruydu. Onlar Allah dostuydu ve Allah dostları bir insanın elinden tuttuğu takdirde o insana cehennem haram olurdu. Allahın bu kadar sevdiği biri şu kadarcık basit bir şeyi mi bilmeyecekti?
*****************************************
Kur’an ayetlerinin sadece ve sadece camide namaz kılarken okunduğu bunun dışında tek bir ayetin ele alınıp manası ve niçin indirildiğinin üzerinde kesinlikle durulmadığı bir mekanın Kur’anın hizmetinde olduğunu söylemek mümkün mü? Oysa tüm cemaatlerin ve tarikatların iddiası ‘’ Kur’anın hizmetinde olmak’’ Değil midir?
İşte bu soruyu maalesef cahil insanlar kendilerine sormadıkları gibi o koskoca profesörler de sormuyorlardı. Öyle ya bu tarikat ve daha nice tarikat ve cemaatte maalesef Kur’an sadece kitaplık raflarında duran bir kitaptı. Ona nedense kesinlikle dokunulmazdı. Neden?
Mesela üniversite öğrencisi olduğum yıllarda Nur cemaatine de çok takıldığım olmuştu. Lakin bir tek Allah’ın günü o cemaatte Kur’an okunduğuna, Kur’anın herhangi bir ayetinin tefsiri üzerinde sohbet edildiğine şahit olmadım. Varsa yoksa Said-i Nursinin ‘’Risale-i Nur ‘’ denen kitapları. Hiç bir ayetin meali ve tefsiri yapılmadığı halde Risale-i Nurların aslında Kur’anın tefsiri olduğu söylenirdi.
Bilmem hiç elinize aldınız mı Risale-i Nur kitaplarından birini. Bu kitaplar koyu bir Osmanlıca ile yazılmıştır. Dolayısıyla da Osmanlıcayı çok iyi bilmiyorsanız bir şey anlamanız mümkün değildir. O yüzden de kitapları abi dediğimiz insanlar okur ve açıklamaları onlar yapardı.
Bir gün: ‘’ Niçin bu kitapları günümüz Türkçesine çevirmiyorsunuz?’’ Diye sorduğumda aldığım cevap benim Nur cemaatiyle tüm ilişkimi kesmeme sebep olmuştu: ‘’ Bu kitapların bir harfine bile dokunulamaz’’ Yani? Yani Risale-i Nurları Kur’an-ı Kerimle eşdeğer görüyorlardı. Zaten Said-i Nursi de ‘’ Bu kitaplar bana ilhamla yazdırıldı’’ Diyordu ki o da midemi bulandıran bir başka husustu.
Bu tarikatte de Kur’an okunmuyor, herhangi bir ayetin bırakın tefsirini (yorum) meali ( anlam) üzerinde bile durulmuyor, bol bol çay içilip sohbet ediliyordu. Haa bu arada, şıh öyle nutuklar, vaazlar filan irad etmiyordu. O sadece ve sadece namazlara katılıyor, ( ama imamlık bile yapmıyor) bir de tamamen sessiz olan ve her gün ya ikindi ya da yatsı namazından sonra yapılan zikirde zikir halkasının içinde oluyordu ama zikir törenini o yönetmiyor sadece oturuyordu. Töreni ‘’Halife’’ adı verilen kişiler yönetiyordu.
Haa sohbet dediğim şey de öyle mutlaka dini sohbetler değildi. Siyaset neredeyse hiç konuşulmuyor, genelde havadan sudan sohbetler oluyordu. Bir keresinde Atatürk için ‘’ kafir’’ Diyen birine karşılık bir başkasının ‘’ O cennetliktir. Annem onu rüyasında cennette görmüş’’ diyen bir vatandaşın sohbetine bile tanık olmuştum. Ama genel konu şıhın - benim hiç rastlamadığım – kerametleriydi.
Kısacası gerçekten de şıhın uçtuğu filan yoktu. Müridler uçuyordu onu.
Şıh tabii ki müridleri nazarında çok büyük bir evliya idi. Babası rahmetli de evliya imiş ve şıhlık postunda daha önce o varmış. Şıh ölünce de büyük oğlu babasının yerine evliyalık postuna oturacakmış. Öyle diyorlardı. Aklıma bir dergaha intisab edebilmek için kırk yıl sırtında odun taşıyan Yunus Emre gelmişti. Oysa burada evliyalık babadan oğula geçen bir makamdı. İşte bu sebeple bu tarikatle ilişkim de bir kaç ay sürdü ve başladığı gibi bittti.
*************
Peki sayıları bazen yüz binleri bulan bu insan seli niçin akın akın koşuyordu bu dergaha? Hatta inanmayacaksınız ama ta Danimarka’dan gelen Danimarka vatandaşı ama Müslüman bir insanla bile tanıştım orada. Bu insanların derdi neydi?
O dergaha bir iki sefer tek başıma da gittim. İşin ilginç tarafı şehirlerarası otobüsler o köyde mola veriyorları genelde. İşte bu gidişlerimden birinde otobüs orada mola verince yanımdaki yolcu da benimle birlikte indi ve ortamın oldukça garip olduğunu farketti tabii ki. Merakla bana sordu:’’ Burası ne böyle? Ne var burada?’’ Papağan gibi ezberlediğim ama asla içselleştirmediğim cümleyi söyledim: ‘’ Burada her ne arıyorsan o var. Aradığın şeye bağlı’’ Adam şaşırdı tabii ki. Adama buranın bir dergah olduğunu söyledim kısaca. Adam tekrar sordu: ‘’ Peki bu kadar çok insan buraya niçin geliyor?’’
Sanırım asıl soru buydu. ‘’ Bu kadar insan niçin buralara geliyor. Gelmekle de kalmıyor sanki Mekke’ye, Medine’ye, Kabe’ye gitmiş gibi büyük bir heyecan ve sevinç duyuyordu?
Bu sorunun cevabı bize öğretilmişti. Başladım Yunus Emre’nin dörtlüğünü okumaya:
Gel ey kardeş, Hakkı bulayım dersen,
Bir kamil mürşide varmasan olmaz,
Resulün cemalini göreyim dersen,
Bir kamil mürşide varmasan olmaz.
Niceler gittiler mürşid arayı,
Arayanlar buldu derde devayı,
Bin kez okur isen aktan karayı,
Bir kamil mürşide varmasan olmaz.
Gel şimdi kardeşler gidelim bile,
Nice aşıkların bağrını dele,
Cebrail delildir, Ahmet’e bile,
Bir kamil mürşide varmazsan olmaz.
Ahmed’in ( Hz. Muhammed S.A.S) bile bir kamil mürşidi ( Yol göstericisi) olmuşsa ( Cebrail Aleyhisselam) biz aciz günahkarlar ne yapsın? Bir kamil mürşide varmadan Resulün cemalini nasıl göreceğiz?
Evet…İşte sebep buydu. Resulun cemalini görmek... Bunun yolu da bir kamil mürşidden geçiyordu. Yani Şıh hazretleriden… İlle velakin şıh hazretleri o kamil mürşid miydi? Bunu ne soruyorduk ne de sorguluyorduk. İşin trajikomik tarafı ise ellerinde bilim ve fen gibi iki muhteşem iki kamil mürşit olan bilim adamı hüvviyetli insanlar bile bir kamil mürşid bulma hevesiyle koşuyorlardı şıha.
Kur’anı okuyup anlasaydık bu böyle olur muydu?
***********************
Kur’anı okumak ve anlamak?
En büyük yanlışlarımızdan birinin bu olduğunu geçen Cuma günü İstanbul Yeni Camideki vaizin vaazından öğrendim.
Yani Kur’andaki bir ayetin Türkçesini öğrenmek değil mesele. O ayet bize ne diyor, onu anlamak?
Yeni Cami vaizi 05.08. 2016 Cuma günü vaazında ‘’ Muhterem cemaat ! Size bu gün A’raf Suresinin 175. Ayetinden bahsedeceğim’’ Dediğinde kulaklarımı dört açtım.
Vaiz başladı: ‘’Vetlu aleyhim nebeellezî âteynâhu âyâtinâ fenseleha minhâ fe etbeahuş şeytânu fe kâne minel gâvîn’’
Sonra Türkçesini söyledi: ‘’Kendisine âyetlerimizi verdiğimiz hâlde, onlardan sıyrılıp da şeytanın kendisini peşine taktığı, bu yüzden de azgınlardan olan kimsenin haberini onlara anlat.’’
Şimdi herkese soruyorum. Hep ‘’Kur’anı okuyun’’ Diyoruz ya. Aha da Kur’anı okuduk. Karşımıza bu ayet çıktı. Türkçesini de okuduk? Ne anladık peki? Yüce Rabbimiz bir kişiden ya da kişilerden bahsediyor bu ayette. O kişiler Allah’ın ayetlerinden ayrılmışlar, şeytanın peşine düşmüşler, azgınlardan olmuşlar. Meallerde yazan bunlar.
Kim bu kişiler? Ne yapmış da Allahın ayetlerinden sıyrılıp şeytanın peşine düşmüşler? Ne gibi azgınlıklar yapmışlar? Yüce Allah bizlere ‘’ Onların haberini anlat’’ dediğine göre bu azgınların başına çok kötü şeyler gelmiş olmalı ama ne? Var mı ayette? Yok…
O halde sadece Kur’an ayetinin türkçe manasını öğrenmek de yeterli değil. O ayetin niçin indirildiğini de öğrenmemiz lazım ki tam anlamıyla öğrenelim ayette bize verilen mesajı.
Aksi takdirde ‘’ Ve’tesimû bihablillâhi cemî’an’’ Yani ‘’ Topyekun Allah’ın ipine sarılın’’ ayetini ( Al-i İmran suresi 103. Ayet) ele aldığımızda Allah’ın bize göklerden bir ip göndereceğini, o ip gönderildiğinde hepimizin sarılmamız gerektiğini anlarız.
Neyse… Yeni Cami vaizi Araf Suresinin 175. Ayetinin nüzul ( indiriliş) sebebini açıklamaya başladı:
‘’ Bu ayet Bel’am bin Baura adlı birinin durumunu anlatmak ve onun durumundan ders almamız için indirilmiştir.
Bel’am’la ilgili olarak İslâmî kaynaklarda şunlar anlatılmaktadır:
Rivayete göre Mûsa (a.s.), Ken’âniler’ in Şam’daki topraklarına girmişti. Bu sırada Bel’am, el-Belkâ köylerinden Bal’â’da bulunuyordu. Ken’âniler’den bazıları Bel’am’ın yanına gelerek: "Ey Bel’am, Mûsa İbn İmrân, İsrâiloğulları’nın başında olduğu halde bizi yurdumuzdan sürmek ve öldürmek üzere geldi. Bizim ülkemize İsrâiloğulları’nı yerleştirecek. Senin kavmin olan bizlerin ise yerleşecek bir yerimiz yok. Sen duâsı kabul edilen bir kimsesin. Onları defetmesi için Allah’a duâ et", dediler. Bel’am: "Yazıklar olsun size! O Allah elçisidir; melekler ve mü’minler de onunla beraberdir; onlar aleyhine nasıl duâ edebilirim! Bildiğimi bana Allah öğretti" diye red cevabı verdi.
Kavmi duâ etmesi hususunda ısrar ettiler.
Bel’am, Allahü tealanın peygamberine karşı beddua edemeyeceğini bildirdiyse de, azgın ve imansız Belka şehri ahalisi bedduada bulunması için daha çok ısrar ettiler. Bel’am bin Baura’ya hediyeler getirip birçok dünyalık vad ettiler. Karısı da; "Eğer bu kavmin topraklarımızdan gitmesi için dua etmezsen senden ayrılacağım!" diye tehditte bulundu. Zalim hükümdar da beddua etmediği takdirde onu idam edeceğini söyleyerek idam sehpası kurdurdu. Bütün bunlar karşısında Bel’am bin Baura’nın gönlünde dünya malına ve servetine karşı meyl belirdi.
Bel’am, eşeğine binerek, İsrâiloğulları’nın çıkmakta olduğu dağa doğru ilerledi. Bu dağ, Husban dağıdır. Biraz gittikten sonra eşeği yere çöktü. Eşeğine binerek biraz ilerledikten sonra hayvan yine çöktü. Bel’am biraz evvelki gibi hareket ettikten sonra tekrar hayvanına bindi. Biraz yol alınca eşek yine çöktü. O, yine eşeği yerinden kalkıncaya kadar dövdü. Nihayet eşek, Bel’am aleyhinde bir delil teşkil etsin diye, Allah’ın izni ile konuşarak şöyle dedi: "Ey Bel’am, nereye gidiyorsun? Meleklerin önümde durarak beni yolumdan çevirdiklerini görmüyor musun? Allah elçisi ile mü’minler senin kavmin aleyhinde duâ etmektedirler." Fakat Bel’am, buna aldırış etmeden eşeğini döverek yoluna devam etti. Nihayet eşek onu Husban dağına çıkardı, Mûsâ (a.s.)’ın ordusunun ve İsrâiloğulları’nın karşısına götürdü. Bel’am onlara bedduâ etmeye başladı; fakat İsrâiloğulları’na beddûa ederken Allah onun dilini kendi kavmi aleyhine çevirdi. Yanında bulunan halk, onun kendi aleyhlerine bedduâ etmekte olduğunu görünce: "Ey Bel’am! Ne yaptığını biliyor musun? Sen İsrâiloğulları’na hayır duâda, bize bedduâda bulunuyorsun" dediler. O: "Ben bunu kendi irademle yapmıyorum, Allah dilime hâkim oldu" dedi. Bunun üzerine dili ağzından çıkarak göğsü üzerine sarktı. Sonra kavmine: Dünya ve âhiret benim elimden gitti, artık hileye başvurmaktan başka çare yoktur..." Dedi.
Bu ayetin indiriliş sebebi gerçekten de bu mudur?
Başka sebepler de var kaynaklara bakıldığında. Burada ayrı ayrı yazmaya gerek görmüyorum. Ancak kesin olan bir şey var: Bizler zahiren alim görünen zalimlerin elini eteğini öpmeye devam ettiğimiz müddetçe Bel’am bin Baura’lar hiç eksik olmayacaktır Geçmişte Bel’am, bu gün Fetö, yarın bir başkası…
YORUMLAR
Allah insana beş duyu vermiştir görün duyun tadın dokunun v.s kısacası nihayet tartın diye bunlardan daha önemlisi akıl akıldan da önemlisi irade vermiştir yazık ki insanlar iradelerini bu tip zevata teslim etmeye çok meraklılar Allah biliyor ya ben o feto denen garabeti hiç bir zaman sevmedim ve itibar etmedim çevremde o deliye meyleden çok oldu hatta ısrarla onun güzarına beni sokmaya çok çalışmışlardı mantığım o her şeye zırıl zırıl ağlayan adamı hep reddetti ya her şeye ağlayan adamdan mürşit olur mu hatta mümin olur mu mümin sabırlı insandır metanetlidir bu feto denen adam ağlaya zırlaya kitleleri kendine bağladı şaklabanın en önde gideni bu tip garabetlerden müteşekkil uzun lafın kısası milletimin kahir ekseriyeti şu eksende yaşıyor diyorlar ki ;HAYATTA EN BÜYÜK MÜRŞİT BİZİM HACI MÜRŞİT :) yazmadan katip okumadan alim Mürşit :)
Sinan ATİK tarafından 8/8/2016 8:18:53 AM zamanında düzenlenmiştir.
Değerli hocam, bugün 'liyakat' sorunundan bahsediyoruz...
Sanırım, çoğunlukla 'uzmanlık', 'işbilirlik' anlaşılyor...
'Sadakat' kriteri de söz konusu ediliyor, ama ortadaki anlaşmazlığın, uzlaşmazlığın alevlenmemesi için pek sık tekrar edilmiyor...
Evet, aslında en önemli sorunumuz ve/veya eksiğimiz sadakat...
Sadakatin en temeldeki kriter olması gerçeğini, alçakça bir kalkışma ile onun kurban ettiği şunca insanımız pahasına bir daha gördük...
Demem o ki, sadakat Sünniliğin de, Aleviliğin de, Kürtlüğün de, hatta Türklüğün de üstünde olan bir durum!...
Bunların, bugün temenni edildiği gibi bütünleşmesi de sadakate bağlıdır...
Bu, "Tek vatan+Tek millet+Tek devlet+Tek bayrak" olarak formüle ediliyorsa, önemli olan bunun gerçekçiliğinin anlaşılmasıdır, başka şey değil!...
Ne var ki, sadakat sorunu olan bir kültür(süzlük) yarattık!...
Bu 'kültür(süzlük)'ün "...koca koca profesörler, üniversite hocaları, iş adamları, doktorlar, hakimler,mühendisler, polisler, öğretmenler, her meslekten insan..." özneleri, "Allah'tan başkasının huzurunda eğilme"nin, kendisini var eden değerlere, o değerlerin özü olan milli birlik ve beraberliğe sadakatsizlik olduğunu anlayamaz elbette...
Tabii, "Kime ve neden sadakat?" diye, hâlâ soracak andavallı, ahlaksız, gönülsüz, riyakar, kötücül, ağır mı ağır bir tipoloji sorunumuz var!...
[Bugün bunlardan biri "Gezi'de ölenler de şehit sayılmalıdır" diyebiliyor!... Darbecilerin en başta belleyeceği kendisi ve kendisi gibilerken!...]
Herhalde anlatabildim, değerli hocam...
Selam ve saygılarımla.