Atıl Bey ve Hayalleri
Bir fincan sade kahvenin kırk yıl hatırının olduğu iddia edilen bir toplumda, sade vatandaş olmanın zorluğunu çözemiyordu bir türlü sosyolog namzedi Âtıl bey. Kahve içtiği zamanlarda, sade vatandaşların ülkesindeki problemlerin, bünyesine işleyen bir zehir gibi içine işlediğini hissediyordu her yudumda. Ve bu ıstırabını dışa vuramamanın sancılarını yaşıyordu daima...Yazılarını yayımlayabileceği bir gazete bulamamıştı ne zamandır. Bu yüzden de sade vatandaşla sade kahvenin farkını anlatamamıştı kimselere. Sıkıntısı bunun içindi.
Yoksa iyi kötü bir iş bulmuştu işsizliğin diz boyu olduğu bu ülkede. Bir kamu kuruluşunda çaycı olarak çalışmaya başlamıştı. Evine ekmek götürme telaşının mutluluğunu yaşıyordu çok şükür. Sonra bitirdiği bölümün kapsama alanına uygun sayılırdı çaycılık.Üst düzey bürokratından en alt düzeydeki çalışanlara çay götürdüğü için onların değişik hâllerine şahit oluyor, durumlarını inceleme ve değerlendirme fırsatı buluyordu. Ve her şahit olduğu olaydan yazacağı makalelere malzeme topluyordu Âtıl. İş günü boyunca hep içinde bulunduğu ataletten kurtulup atak yapacağı günleri hayal ediyordu.
Bir gün iş çıkışında nüans ve fark kelimelerinin ayrımına varamayan müdürünün kültür hamakatine kafa yorarak yürürken arkasından çağıran bir sesle irkildi karanlık sokakta. Sonra ürpererek arkasına döndü köşe başındaki karaltıyı fark etti. Biraz telaşlandı, hızla uzaklaşmak istedi oradan.bir anda bir sürü düşünce geçti aklından. Karaltının, Âtıl nerelerdesin demesiyle rahat bir nefes aldı. Demek ki adıyla seslendiğine göre tanıdık biriydi şimdilik meçhul zat. Merakla beklemeye koyuldu. Karaltı yanına yaklaşınca liseden arkadaşı olan 777Âtıf olduğunu fark etti. Lise biteli görüşmüyordu iki arkadaş. Bir koltuk kahvesine gidip çayla simidi hâlleştirip nefislerini körletirken hâl hatır bahsine girdiler. Âtıf geçmişe âtıfta bulunmadan söze girdi. Fen –Edebiyat fakültesinin felsefe bölümünü bitirdiğini, Millî Eğitim Bakanlığının açtığı öğretmen yeterlik sınavını kazandığını ve tayin beklediğini söyledi. Oysa lisedeyken Âtıf fen derslerinde daha başarılıydı ve mühendislik eğitimi almayı düşünüyordu. Tercih azizliğine uğramıştı anlaşılan. Âtıl da bir üniversitenin sosyoloji bölümünü dereceyle bitirdiğini ama dalına uygun bir iş bulamadığını söyledi hayıfla. Şimdilik bir kamu kuruluşunda, sözleşmeli çaycı olarak çalıştığını söyledi.Sonra yazılarından ve onları yayımlayamadığından söz etti uzun uzun. Âtıf, Âtıl’a üzüldüğün şeye bak be kardeşim! En azından bir kamu kuruluşuna kapağı atmışsın ya! Ona şükret. Yazı işi kolay. Hani lise birinci sınıftan ayrılan bir çocuk vardı. İsmi Turan mıydı , neydi? O mahalli bir gazetenin yazı işleri müdürü olmuş. Bir de aynı matbaada aylık kültür ve edebiyat dergisi çıkarıyorlarmış amatörce de olsa.
Geçenlerde Cuma namazı çıkışında karşılaştık bana kartını vermişti orada adresi var.deyip elini cebine attı. Matbaanın adresini not etmesini söyledi. Âtıl heyecanla iç cebindeki hem akıl hem de not defteri olarak kullandığı deftere attı elini. Ve adresi yazmaya koyuldu telaşla. “Âtıfet Hanım Çıkmazı numara 7” diye adresi kaydetti defterine. Bu fasıldan sonra, Âtıf kalkmaya yeltenen Âtılı kolundan çekti hele acele etme biraz eski günleri yâd edelim. Hani lisedeyken bizim sınıfta bir kız vardı sana ilgi duyan. Sen de ona şiirler yazdığın hâlde gerçek duygularını belli etmezdin. Şu anda adını hatırlamıyorum der demez. Yüreği cız etti Âtıl’ın. Ve iç cebinden çıkardığı defterin ilk sayfasına yazdığı iki dizeyi okuması için defteri Âtıf’a uzattı. Âtıf defteri eline aldı.
“Gülüşünle örtüşür, yanağındaki kakül.
Gülü kıskançlık bürür, sen gülünce Ayşegül.”
dizelerini seslice okudu. Âtıl bir an için o günlere gitti. Duygularını Ayşegül’e belli etmediği için ne kadar pişman olmuştu. Hele, Ayşegül bir kabzımalın oğluna gelin giderken ne kadar üzülmüştü. Birer çay daha içtikten sonra şimdilik muhabbetlerine nokta koyup koltuk kahvesinden çıkma niyetiyle ayağa kalktılar. Hesabı Âtıf vermek için cüzdanına el atınca, Âtıl hemen onun elini tuttu ve “bir dakika sen benim konuğumsun hem de daha işe girmemişsin çay paralarını ben ödeyeceğim.” dedi. Onlar çay parasını ödemek için biri birleriyle mücadele ederken garson Halo dayı(namı diğer Halil dayı) gülerek bırakın tartışmayı ikinizde ödeyin diye lâtife yaptı. Hesabı Âtıl bey ödedikten sonra, iki arkadaş birlikte kahveden çıktılar. Metroya kadar yürürken iliklerine işleyen soğuğun şiddetiyle ikisi de tir tir titriyordu. Metroyla Kızılay’a geldiler. Kızılay meydanında vedalaşıp ayrıldılar.
Âtıl ivedi adımlarla bineceği otobüs durağına doğru ilerlerken polis otosuna bindirilen tinerci çocuklara ilişti gözü. Bu ülkenin durumu ne olacak diye kafa yormaya başladı. Şimdilik eğitimini yaptığı dalda bir iş tutmasa da bir sosyolog namzediydi Âtıl ve bu çocuklar gelecekte şimdiden daha tehlikeli olacaktılar ülke için. Bu meselenin tez elden çözülmesi gerekli diye düşündü içinden. Zaten bu güne kadar konumu gereği hep içinden düşünmek zorunda kalmıştı. Neyse ki Âtıf’la karşılaşmıştı. Bundan sonra yazılarını yayımlama imkanı bulursa. Bu tür sorunlara neşter vurabilecekti en azından. Bu düşüncelerle otobüs durağına vardı. Otobüs beklerken durakta bekleyen insanları incelemeye koyuldu. Güzel Türkiye’min çilekeş insanları, soğukta otobüs bekliyor özgürce diye geçti aklından. Sosyologluğunu etkin olarak kullanamasa da böyle durumlarda işe yarıyordu âtıl konumdaki mesleği Âtıl’ın. Âtıl böylesine karmaşık ülke meseleleriyle cebelleşirken otobüs geldi. Neyse ki otobüste yer vardı ve oturabilmişti. Yoksa günün yorgunluğu en çok ayaklarında hissettiriyordu kendini. Otobüsün buz tutmuş camını temizlemeye çalıştı eliyle. Anlaşılan, niyeti dışarıyı seyrederek keyifli bir yolculuk yapmaktı.Yolculuk sırasında otobüse binen sarhoş yolcunun komik hareketlerini izlemekten dışarıyı seyretmeye fırsat bulamadan ineceği durağa geldiğini fark etti.Otobüsten indi.
İvecen adımlarla eve doğru ilerlerken, yarın iş çıkışı ilk işinin liseden arkadaşı Turan’ın yazı işleri müdürü olduğu gazeteye uğramak olacağını kurguluyordu kafasında. Gerçi gazete öyle yüksek tirajlı bir gazete değildi altı üstü bir mahalli gazeteydi; ama olsun hele yazılarımı bir yerlerde yayımlamaya başlayayım bakalım devran neler gösterir.”Görelim Mevla neyler neylerse güzel eyler”dizeleri dökülüverdi dudaklarından ve bir rahatlama hissetti o an. Bu düşünceler içinde vardı evine. Kapı zilini âdeti olduğu üzere iki kez kısa kısa çaldı. Eşinin kim o? Sorusuna hafifçe öksürür gibi yapıp boğazını temizleyerek müşfik bir sesle benim cevabını verdi. Eşi ona hoş geldin dedikten sonra sofra hazırlamak için mutfağa yönelirken yemek yemeyeceğini ;fakat çay demlerse içebileceğini söyledi. Karısı niçin yemek istemediğini sormadan peki canım deyip çay suyunu koymak için mutfağa girdi. Bir an eşini düşündü Âtıl. Ne özverili ne müşfik bir insandı. İki çocuğu ve onun için saçlarını süpürge ediyordu.Yokluktan yoksulluktan hiç şikayet etmiyordu. Âtıl’ın asgari ücret üzerinden aldığı maaşa üç beş kuruş da o katkıda bulunmak için gece gündüz demeden dışarıya dikiş dikiyor, nakış ve örgü örüyordu.geriye kalan zamanını da iki çocuğuyla Âtıl’a ayırıyordu. Hep özveri, hep özveri kendi için değil onlar için yaşıyordu âdeta. Nasıl ödeyecekti Necla’nın hakkını. Babasından kalan iki oda bir mutfaktan müteşekkil gece kondu da olmasa bir de kira ödeseler daha da zor geçinirlerdi kuşkusuz. Zaten Necla hanım şükretmesini bilen, tutumlu bir kadındı. Öyle, çaycılık yaptığı dairedekiler gibi giyim kuşama, makyaja ve gösterişe düşkün biri olsaydı, evin yolunu bulamazdı. Âtıl bu da şükredilecek bir nimet diye geçirdi içinden. Ama yüreğindeki ezikliği bir türlü atamıyordu. Çünkü böylesine fedakâr, böylesine müşfik biri için yapabildiklerini yeterli bulmuyordu. O da eşini rahat ettirmeyi çok istiyordu; ama bu koşullarda elinden bir şey gelmiyordu.
Necla’yı hep rahmetli annesine benzetirdi fedakârlığı ve hamaratlığı yönüyle. Annesini daha lisedeyken amansız bir hastalığa kurban vermişlerdi. İnşallah kaderi benzemez diye dua etti. O sırda elinde çaydanlık ve çay tepsisiyle eşi girdi odaya. Hayranlıkla baktı Âtıl Necla’ya. Necla çaydanlığı sobanın üzerine bıraktı. Tepsiyi masaya. Çayın demlenmesini beklerken. Necla bugün günün nasıl geçti canım dedi Âtıl’a. Âtıl eski bir arkadaşıyla karşılaştığını,onunla eski günleri yâd ettiklerini söyledi. Bir de yazılarını yayımlamak için bir ümit ışığı belirdiğini anlattı. Necla’nın gözleri parladı.İnşallah dedi çayları doldurmak için çaydanlığa uzanırken. Birlikte çaylarını içtiler. Atıl diğer odaya çocuklara bakmaya geçti. Beş yaşındaki oğlu üzerini açmıştı. Şefkatle öptükten sonra, yorganı çocuğun üzerine örtüp odadan çıktı. Pencerenin önüne oturup bir sigara yaktı. Hüseyingazi sırtlarından gelen bir çobanın yanık kaval sesi alıp götürdü çocukluk günlerine Atıl’ı. Artık iyice uykusu kaçmıştı. Anlaşılan pencere önünde, Hüseyingazi sırtlarının ay ışığındaki manzarasını temaşa ederek sabahlayacaktı.
Derken sabah oldu. Eşinin hazırladığı sofrada karşılıklı oturup kahvaltılarını ederken, gün içinde yapacakları işlerle ilgili sohbet ediyorlardı. Sohbetin baş konusu Atıl’ın yazılarıydı. Kahvaltı bittikten sonra Necla âdet olduğu üzere hayır dua ederek uğurladı eşini. Atıl otobüs durağına geldiğinde durak oldukça kalabalıktı. O yüzden ilk otobüse binemedi. İşine geç kalma ihtimalinin tedirginliğine kapıldı birden. Kahvaltısını yapamadan daireye gelenlerin çayları gecikecekti ve bu yüzden müdür beye şikayet edeceklerdi Âtıl’ı. Ondan sonra müdür bey o uzun nasihatlerini vermeye başlayacaktı. “işten çıkarılmasının onun iki dudağı arasında olduğundan tutun da, insanın işine nankör olmaması gerektiğine kadar. Neler neler. Neyse ki bütün bu düşündüklerine gerek kalmadı- ek sefer konulduğundan- çok geçmedi durağa bir otobüs yanaştı. Güç bela bu otobüse binebildi. Otobüsteki insanların uykulu hallerine takıldı bir ara. Sonra yan taraftaki şen şakrak sohbet eden öğrenciler çekti dikkatini. Aklına “Biz de toz pembe görürdük dünyayı on sekiz yaşımızda.”dizeleri takıldı. Kendi lise yılları geçti gözlerinin önünden film şeridi gibi. Dünyayı o zamanlar da toz pembe görememişti oysa. Âtıl öğleye kadar okula gitmiş, öğleden sonra Hacı Bayram Camii’nin karşısındaki bir çay evinde garsonluk yapmıştı. Çok şükür oraların manevi havasında geçen yıllar kötü alışkanlıklar edinmemesinde etkili de olmuştu. Oralarda kimler yoktu ki. Meczuplar, siviller, birde sık sık kaldırılan cenazeler. Dilek dilemek için türbeye sıklıkla gelenler. O muhitle ilgili araştırmalar yapılabileceğini daha lise yıllarında düşünmüştü; fakat bir türlü asıl mesleğini icra etme fırsatını yakalayamadığından o tasarısı da su yüzüne çıkmıyordu.
O gün kıl payı daireye yetişti ilk iş olarak günlük imza çizelgesini imzaladı. Daha paltosunu çıkarmadan çay kazanının altını yaktı.bir derin oh çekti. Paltosunu çıkardı, özenle askıya astı. “ Güne nasıl başlarsan öyle biter derler. Bugün çevreme pozitif enerji yaymalıyım. Müdür beyin sözcükleri galat kullanmasını da hoş görmeliyim, kısaca bugün gerilmemeliyim diye kendine telkinde bulundu.” Kendisine günaydın diyenlere tebessümle mukabele etti. Sonra baktı ki oldukça huzurlu ve neşeliydi. İstediği havayı yakalamıştı. Çayı demledi. İlk servisine müdür beyden başladı. Müdür misafirlerine Avrupa Birliği Müzakerelerinin başlaması ile ilgili gayrı resmi brifinglerinden birini veriyordu. Diğer üye ülkelerle Türkiye’nin nüans farklılıklarından(!) dem vurup ahkam kesiyordu. Demek ki her konuda ahkam kesmek için müdür olmak gerekli diye düşündü Âtıl. Müdür beyden sonra kısım amirlerinin, şeflerin birde eşleri üst düzey yönetici olan bayanların çaylarını vermek en önemli göreviydi. O görevi de alnının akıyla yerine getirmişti. Artık bir nefes alabilir, kendi hayatıyla ilgili düşüncelere yer verebilirdi zihninde. Gerçi daha kaç tur atacaktı, elinde tepsiyle kaç merdiven basamağı çıkacaktı yorgun ayaklarıyla bilinmezdi.
Neyse bu hengame içinde akşam oldu. Paydos zili çalmasa da paydos saati geldi.alelacele boşları topladı. Ocağın altını söndürdü. İş önlüğünü çıkarıp askıya astı. Şimdi kamusal alan çalışması bitmiş, kişisel girişim süreci başlamıştı. Hızla asansörden tarafa yöneldi. Oda ne asansörün önünde en az on kişi vardı. Sıra beklemeyi göze alamadı, merdivenlere koştu. Basamakları ikişer ikişer atlayarak aşağı indi. Koşar adımlarla binadan çıktı.
(Yolda çay ocağının duvarına asacağı kendi dörtlüğünü oluşturmaya çalışıyordu . Aklına gelen dizeleri alel acele cebinden çıkardığı deftere karaladı
“Çay
Şıngır şıngır türkü söyler ince belliyle kaşık.
Tiryakisi yıllar yılı tavşan kanına âşık.
Dili burar demlenen demlik güzeli.
Bardağın üstündeki latif buğulu ışık.
20.05.2007”
Yarın bu dörtlüğü yazıp müdür beyden izin alıp duvara asarım diye geçirdi içinden.Bakalım müdür bey izin verecek miydi.?! Verse bile yine o mutat nutuklarından birini atmaya başlardı mutlaka. Müdür bey Atıl’la memleket meseleleri üzerine konuşmaz sadece öğüt verir. Bir de ona ne kadar güçlü olduğunu , hangi iktidar gelirse gelsin gücünü koruyabildiğini hissettirmeyi severdi. Memleket meselelerini ise başkalarıyla mütalaâ ederdi. Adam ne de olsa müdürdü . Ülke sorunlarını üniversite mezunu dahi olsa bir çaycıyla yorumlaması yakışık almazdı.
Zaten bir Finansör bulsa bu seçimlerde aday olmasına ramak kalmıştı. Cumhurbaşkanının seçilemeyip de seçimlerin öne alınması onu da gafil avlamıştı.
Müdürü ile ilgili düşünceler Atıl’ın kafasını meşgul ederken. Arkadaşının çalıştığı matbaanın önüne gelmişti . Heyecanla kapından içeri girdi. Girişte bir sandalyede oturan 60 yaşlarında güler yüzlü bir ihtiyar "buyurun evladım ne istiyorsunuz."dedi. Atıl, Efendim ben Turan beyin arkadaşıyım kendileriyle görüşecektim derken, arkadaşının da müdür olduğu geldi aklına ve bir an için kendi müdürünü düşündü. Acaba arkadaşının da kendi müdürü gibi değişik davranışları var mıydı? O da bildiği bilmediği her konuda ahkam kesmeyi sever miydi?. Sonra bu düşüncelerinden dolayı utandı. O sırada konuşmaları duyan Turan da odasından çıkmıştı. Atıl’ı görür görmez tanıdı. Oo Atıl hangi rüzgâr attı seni buralara. Hiç değişmemişsin. Birbirlerini Lise bittikten sonra o güne kadar hiç görmeyen iki arkadaş hasretle kucaklaştılar.
Turan Atıl’ın elinden tuttu. Odasına geçtiler hemen ketıldaki hazır sıcak sudan sütlü iki neskafe yaptı(Alafrangalığın bir cilvesi olsa gerek) Turan, birini yıllardır görmediği arkadaşına ikram etti, diğerini kendisi aldı. Turan ee anlat bakalım görüşmeyeli neler yaptın ne işle meşgulsün dedi. Atıl hızlı bir biçimde özetledi hayatını. Turan Ne güzel demek evlendin çor çocuğa karıştın. Biz hâlâ bir “Köroğlu” bulmadık. “Anböle gındırlanik gidik” dedi yöresel söyleyişle. Hayırlısı olsun diye cevap verdi Atıl. Sonra Turan’a yazıları olduğunu bunları yayımlamak istediğini anlattı.Turan yazı kurulundan arkadaşlar incelesin sana ben haber veririm dedi. Atıl ataletle adalet sözcüklerinin nüansını müdürüne sormanın hayaliyle veda etti hayallerine ve arkadaşına. Bu ülkede her şeyin başına bir yeni sözcüğü eklemekle yenilikçi olunduğu zannı daha ne kadar devam edecek acaba diye düşünmeden edemedi. Sonra evinin yolunu tuttu. Hüseyingazi sırtlarındaki çobanın kaval sesinde ruhunu arındırıp dinlendirmenin hayalini kuruyordu yine… Hiç değilse Hayallerine kimse bir şey yapamıyordu. Maazallah onlara da ketvurabilselerdi o zaman ne yapardı. İçinden şükredip yutkundu. Evine varıncaya kadar kimseyle konuşmadı. Yol boyunca karşılaştığı hiçbir olay dikkatini çekmedi. Acaba onu hayata bağlayan eşi ve çocukları olmasa Atıl neylerdi... Evin önüne bu düşüncelerele vardığında, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın;
"Hak şerleri hayreyler,
Zannetme ki gayreyler.
Arif anı seyreyeler,
Mevla görelim neyler,
Neylerse güzel eyler. dizelerini mırıldanarak kapının zilini çalarken, evine sağ salim ulaşmış olmanın huzuru doldurdu yüreğini.
Ankara, İbrahim Kilik
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.