Samatya 'da yılbaşı
Samatyada Yılbaşı
Bütün gece yağmur yağdı
Öptü camları dudaklarından
Bir otobüs bile geçmedi
Samatya duraklarından
Acımasızca uzatıp elini zaman
Aldı 2002 yılını 2003 yılından
Aman ne yaman
Ne kestane vardı ne de tombala
Samatya esnafını kandırmışlardı
King diye suyu çekilmiş mandalinayla
Eh her şey parayla
Bura Samatya
Levent’te oturmak var ya
Ah ah ah zalim para
Zengin sofralarında hindi
Hindi de sevmem ya
Sakın ha şimdi
Uzanamadığı şiire
Mundar diyor demeyin
Kardeşim sev-mi-yo-rum
Siz yiyin
İşte böle
Bu yılbaşı da böyle geçti
Benim için yılbaşından çok aybaşı önemli
Al maaşı ver faturalara
Elde ne kala
Elektrik telefon doğal gaz
İnce saz
Yine tam da giderken 2002
Doğalgaza zamgeldi
Ne Noel Baba çaldı kapımı
Ne de bir çocuk
Bu gün yağmur ertesi serin İstanbul
Bu gün hava soğuk
Gidip de doğal gazı yakayım bari
Yüksel Nimet Apel
30/Nisan/2007/İstanbul
(c) Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir. Samatyada Yılbaşı adlı şiirde hata varsa lütfen buraya tıklayarak bize bildiriniz..
Bu şiirin hikayesi:
Yokuş Çeşme’ye akşamın gölgesi düşmüştü. Odanın bahçeye bakan penceresinin yarı aralıktı çiçekli perdeleri. Bu saatte uyunur mu diye düşünüp duruyordum, nereden bilebilirdim gittiğini. Ertesi gün hava güneşliydi, yokuştan aşağı iniyordum dertli dertli içimi çektim. Bir kaç ay sonra kimbilir nerede nasıl bir evde,sokak içinde mi giriş kat mı nasıl bir semt de yaşayacaktım. Nasıl bir muhitte olacaktım?
Her zaman yokuşu çıkmak zor oluyordu söyleniyordum. En çok da duvar diplerindeki çöpler için söyleniyordum. Ya kendimle konuşurdum sanki benden daha titiz biri yokmuş gibi ya da Hastanenin kapısı önünde beyaz gömlekli birini gördüğümde onlara şikayet ederdim. Kahve muhabbeti gibi -Yahu ne olacak bu memleketin hali? Hep suskun olurlardı. Onları suçluyormuşum gibi soğuk bir yüz ifadesi ile başka yönlere bakarlardı. Belli ki onları fazla rahatsız etmiyordu. İçin, için _Elimizden bir şey gelmiyor, bizim derdimize bak, geçim sıkıntısı bir yana gün boyu durmaksızın çalışmalar bir yana... der gibi bakanlar da olurdu. Yokuşun bu denli dik oluşundan, bastonumu itina ile emniyetli yerlere basmaya azami gayret sarfederdim. Ama her şeye değerdi. Birden bire karşımıza çıkan o uçsuz bucaksız mavilik için. Deniz hamamın arkasındaydı, hergün mavinin yeşilin değişik tonlarını sunan cömert deniz bazen çarşaf gibi düpedüz, bazen bir gün önceki Lodosun etksiyle kırış, kırış Lacivert pırıl,pırıl hele de güneş olduğunda şıkır şıkır olurdu. Her şeyin bir bedeli vardı. Denize bakan evimin bedeli de yaşam gibi olan bu dik yokuştu. Evimizin arkasında gecekondular, bitişik evlerdeki midyeciler ve evimle gecekonduların arasında banliyö treni vardı. Erenköydeki evimiz de denize yakın sayılırdı.Evden görünmese de sahile iner deniz boyu yürüyebilirdim şimdilerde bilmem ama o zamanlar sahil bomboştu oysa burası yaniYenikapıdan aşağıya top sahası denizde ki rengarenk gemiler allı sarılı ışıkları boğuk sesleriyle işte İstanbul diyebileceğimiz bir panorama çiziyordu evlerimize.Hamam tarihi Davutpaşa hamamıydı semt ise eski Samatya ve yol başların da ki Langa levhaları ve hep eskiyi özleyen insanlarıyla daha çok ta iş muhiti olmuştu Aksaraya doğru otomotif sanaii, rusların mekan tuttuğu oteller,yabancı plakalı arabalar arapların her ülkeden zencilerin otobüslerle taşıdıkları mallarıyla büyük bir pazara dönüşmüştü Samatya sokakları.Evimiz de tadilat yapılıp pencereler pimapen olmadan önceleri balkonun badanasını ellerim le yapar taşlığı yıkar kömür çuvallarını sol tarafa yerleştirirdim sağa da eski kiracılar dan kalma oval meşe masayı tam denize karşı koyar oturup bir yorgunluk kahvesi içerdim. O kırk yıl hatırı olan olmasa da nestcafemi mutlulukla yudumlardım. Sonraları top sahası ve kulübü için şükürler olsun ki alçak bir kaç bina daha yaptılar.Sık,sık bir helikopter iner kalkardı deniz biraz kapanmıştı ama elden ne gelirdi.Apartma nın bahçesin de yeşillik boldu yazın gürleşen ağaçların görüntüye mani olması ve aslında çok sevdiğim komşumun balkonundan aşağılara kadar sarkıttığı nevresimleri yüzünden zaman,zaman deniz görünmez oluyordu ta ki çamaşırlar rüzgar la duvarlara çarpa, çarpa yeniden kirlendiğin de toplanana kadar.Esasen üst katlardan bakıldığın da deniz adeta ayağımızın altındaydı. Ama bu şans üst katlarda oturanlara aitti.Daha sonraları balkonu mutfağa ilave edip kapattırdık.Oranın simgesi sessizliği yırtan helikopterlerle ekmek kırıntıları verdiğim güvercinlerimdi birkaç kez fotoğraflarını çekmiştim. Top sahasının yeşiliyle denizin mavisi ahenk içinde asfalt sahil yoluysa pırıl pırılken bu sukunetı trenin gürültülü geçişi bozardı. Özellikle kış aylarında güvercinlerimin karnını doyurmak bana sonsuz bir huzur verirken istemeden alt komşuma zarar veriyormuşum hayvanciklar çamaşırlarını kirletiyormuş üzülmüştüm ama o soğukta onları besinsiz bırakmaya gönlüm razı olmuyordu birkaç kez fotoğraflarını çekmeyi başarmıştım şimdi o resimler hatıra kaldı.Komşuyla kötü olmanın alemi yoktu bahçenin uzak bir köşesine atmaya başladım kırıntıları.vay be şunun şurasında yılbaşına birkaç gün kalmış ne çebuk geçti son bahar Eylül geçti Ekim her ne kadar romantızmi çağrıştımıyorsa da o da geçivermiş işte.Ya Kasım ayı o güzel kasımpatılarıyla adı aşkla iliştirilmiş filmi belkide filmleri şiirleri kimbilir daha ne ikinci baharların son umutlarının solduğu işte Kasım da geçtide Aralık ayının yirmisi olmuş sonbaharla kış arasın da ki aralık kapı gibi sonra binbir şaşaa ve özenle istekle beklenip kutlanan yılbaşı ve ikibin dördün ertesi ve yılın ilk günü ocak ayı beni nasılda karamsarlığa düşürür.Bunlar bir yıl önceydi bu yıl tam oğluma gelip hasret gidereyim derken bir haber aldım ki canım Afganistana gidecekmiş.Yıllar ah yıllar gözün körolsun felek be değişmeyen tek şeyin değişim olduğunu söyleyenler ne kadar doğru söylüyormuş meğerse düzen kurmak ne haddimize yazı yazılmış bikere sağlık olsun ne yapalım diyordum dilim bunu söylesede kalbim ağlıyordu yine bir anda sanki on yıl yaşlanmıştım. Şükürler olsun gitti altı ay sonunda sağ salim döndü darısı tüm evlatlarımıza diye dualardan başka ne tesellimiz var ki.Oldum olası doğayı çok severim gittiğim yerlerden renkli taşlar ağaç kalıntıları sahillerden midye kabukları toplar dururdum abim fotoğrafcı olduğu halde sinema müzik resme merakım vardı da neden fotoğraf çekmezdim diye şimdilerde esef ediyorum.Abim özene bezene verdiğim pozlardan çok komik karikaturize edilmiş resimlerimle beni hep kızdırıp dururdu.Ah şef ah abiciğim şimdi sararan o fotoğrafların onlar benimle hani sen nerdesin.Şöyle kafamı kaldırsam sokağın iki yanında ki dükkanların üstünde evleri görüyordum terasları oralardan çıkar denize bakardım ev sahipleriyle laflayıp çiçeklerinin ne kadar güzel oluğundan sözeder nasıl baktıklarını sorardım nasıl böyle güzel olduklarını tabiiki oda herşey gibi sevgiyle oluyordu.Yukarı çıkarken belkide bir alt komşu kapısını açıp tecessüsle sağına soluna bakınırdı sırf merakından olduğunu söyleyecek değil ya bir bahane bulurdu elbette. Benim kusurum da her zaman düşünecek esef edcek yazacak bir şeyim olur da tembelliğim dikkatsizliğim yüzünden gözden kaçırdığım ne çok şey vardı oysa Samatyada sekiz yıl yaşadığım o gerçek İstanbulda sonra ne mi oldu evimiz istimlak oldu Marmaray projesinden dolayı.Duvarlarına torunlarım için çizdiğim resimlere üzüldüm en çokta bu şirin,tarihi semtten ayrılışımıza. Kısmet bu kadarmış İstanbul seni çok pek çok seviyorum evliyalarını minarelerini herbir semtini vapurlarının düdüğünü Martılarını. Dilerim düşman ayağı basmaz bağrına ve canım yurduma hoşçakalın.
Yüksel Nimet Apel