- 614 Okunma
- 0 Yorum
- 1 Beğeni
-İNSAN VE KİMLİĞİ HAKKINDA BİRKAÇ SÖZ-
İnsanoğlu, Âdemoğlu, Türkoğlu; Günlük hayatta sıkça telaffuz edilen üç tabirdir. Üçüyle de gönül bağı kurarım. Hiç kuşku yok ki; insanın aidiyet ve tabiiyet mefhumlarını belirleyen, şekillendiren ve çeşitlendiren farklı ögeler vardır.
Her şeyden önce insanın insan olmaktan gelen bir değeri vardır. Yunus Emre’nin “Yaradılanı severim Yaradandan ötürü” sözü misalidir. Kuran-ı Kerim’de Tin Suresi 4’üncü ayetinde “Ki biz insanı en güzel bir biçimde yarattık” buyurulmaktadır. Mahlûkatın, Yaradılmışların en şereflisi insan anlamında “Eşref-i Mahlûkat” deyişi pek meşhurdur.
Ne ki, Kur’an-ı Kerimde insan yeryüzünde bozgunculuk yapan bir varlık olarakta tanımlanır. Sözgelimi Bakara Suresi 30’uncu ayetinde “Düşün ki, Rabbin meleklere: «Muhakkak Ben, yeryüzünde bir halife tayin edeceğim.» dediği vakit, «Biz seni tesbih ve takdis edip dururken orada fesat çıkaracak ve kanlar akıtacak bir yaratık mı yaratacaksın?» dediler. «Her halde Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim!» buyurulmaktadır. Yine Ra’d Suresi 25’inci ayetinde “Fakat Allah’a verdikleri sözü belgeledikten sonra bozanlar ve Allah’ın, birleştirilmesini emrettiği ilişkileri koparanlar ve yeryüzünü fesada verenler; işte bunlar, lanet olsun onlara ve yurdun kötüsü de onlara olsun!” buyurulur.
Peki, bu hususlar bir paradoks mudur? İnsan, bir yandan yaradılmışların en mükemmeli diğer yandan fitne fesat kaynağı bir varlık olabilir mi? Oysa burada bir tezat bulunmamaktadır. İnsanın mükemmeliyeti ana hususiyetken bozgunculuk çıkartanlar insanlığın tümü olmayıp şahıslar veya belirli bir zümre olabilmektedir.
Öncelikle insan Kur’an-ı Kerimde Âdemoğlu olarakta tabir edilmektedir. Âli İmrân Suresi 33’üncü ayetinde “Gerçekten Allah, Âdem’i, Nuh’u ve İbrahim ailesiyle İmran hanedanını süzüp âlemler üzerine seçti.” denildiği gibi aynı surenin 59’uncu ayetinde de “Allah nezdinde İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı. Sonra ona «Ol!» dedi ve oluverdi.” buyurulmaktadır. A’râf Suresi 11’inci ayetinde ise “Gerçek şu ki, önce sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: «Âdem’e secde edin!» dedik; hemen secde ettiler, ancak İblis secde edenlerden olmadı.” denir. Tüm bu ayetler insanın yüceliğini ortaya koymaktadır.
Ne var ki, Âdem ve Havva’nın oğulları Habil ile Kabil birbirlerine zıt karakterler olmaktadır. Kur’an-ı Kerim bu iki kardeşin durumlarından Maide Suresi 27-32’inci ayetler arasında söz eder. Habil ve ağabeyi Allah’a birer kurban sunarlar. Kabil kurbanı kabul edilmediği için Habil’i öldürmeye karar verir ve öldürür de. Maide Suresi 32’inci ayeti kerimede “Bunun içindir ki, İsrâiloğulları’na: «Kim, bir cana kıymayan veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmayan bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir nefsin yaşamasına sebep olursa, bütün insanları yaşatmış gibi olur» hükmünü yazdık (farz kıldık). Şüphesiz ki, onlara peygamberlerimiz açık delillerle geldiler. Yine de bundan sonra onların birçoğu yeryüzünde aşırı gitmektedirler.” buyurulmaktadır.
Demem odur ki, tüm insanlar Âdem ile Havva’dan gelmekte bu tüm insanların kardeş olmasına zemin hazırlamakta ancak kardeşler arasında da ihtilaf doğabilmektedir. Gerçekten, günlük hayatta da bu hususu doğrulamak mümkündür. Bir bakıyorsunuz aynı anne babanın çocukları zıt karakterdeler. Bir kardeş paraya pula ehemmiyet vermezken beriki paracıl duyguların tutsağı olabiliyor. Biri fedakâr bir insan diğeri ise çıkar duygusundan burnunun ucunu göremiyor.
Hani derim ki, insanım ben ya da hepimiz aynı güneşin altındayız demek tek başına bir şey ifade etmiyor. Bu açıdan aldığımızda yeryüzünde tüm insanlar fizyolojik ve anatomik bağlamda birer insan evladı olmaktadır. Kimse kın kanatlı değildir elbet. Müşkül şu ki, insanlar arasında biyolojik, psikolojik, sosyo kültürel açılardan türlü farklılıklar bulunabilmekte yine topluluklar ve toplumlar da ekonomik, coğrafi, eğitsel, sosyal ve kültürel boyutlarda ayrışabilmektedir. Ve bu ögeler çok defa insanın bireysel, toplumsal varlığını da sınırlandırabilmektedir. Evet, “hepimiz aynı güneşin altındayız” ancak aynı güneşin altında nice farklı bireysel ve sosyal yapılar vardır.
Bu düzlemde aldığımızda ontolojik bağlamda insanın değerinden söz ettiğimiz gibi yer yuvarlağında yaşayan tek tek her insanın ulvi bir varlık olduğundan söz etmek hayli güç olacaktır. Elbette doğal yapısı bağlamında insan ayrımı yapamayız. Irk ve cinsiyet motifleri gibi kişinin ya da bir topluluğun elinde olmayan hususlar karşımıza çıkmaktadır. Bu anlamda ırk ya da cinsiyet temelinde insana değer vermemek önyargılarla birlikte değerlendirilecek hususlar olmaktadır.
Yine Kur’an-ı Kerim de Hucurât Suresi 13’üncü ayetinde “Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışasınız diye sizi milletlere, kabilelere ayırdık. Haberiniz olsun ki, Allah katında en şerefliniz, en takvalınızdır. Muhakkak ki, Allah, bilendir, herşeyden haberdardır.” buyurulmaktadır. Dolayısıyla insanların ırk, milliyet, kavim ayırmadan tanışıp kaynaşabilmesi övülmektedir.
Peki, bu yer yuvarlağındaki fucurat nedir öyleyse? Bu durumda kim olursa olsun ne düşünürse düşünsün benim ırkım ya da dünyanın her yerinde her anlayışta, yapıda Türk’ü kabul ederim demek doğru bir düşünüş müdür acep? Şöyle bir örnek verelim: Anadolu’da ki varlığımızı, mevcudiyetimizi önemli ölçüde 1071 Malazgirt zaferine borçluyuz değil mi? O harpte Selçuklu ordusunda olduğu gibi Bizans ordusunda da Türkler yok muydu? Bugün milliyetçi bir insan Romanos Diogenes ordusunda yer almış Türki topluluklara nasıl bakar? Bu gerçeği tarihin eski bir devrine dönük kabul ederken bugün aksini savunuyorsak orada bir yanılgı var bence. Bugün Bizans ya da Selçuklu ismini taşıyan devletler yok ama isimlere de takılıp kalamayız değil mi? Bugün de Bizans zihniyeti, Konstantinopol anlayışı ve mücadelesi yok mu? Türkiye’de veya dünyanın bir başka bölgesinde bir şekilde Türk menşeli olupta İsrail’e siyonizme, masonik teşkilatlara, her tür emperyalizme hizmet eden insanları Türküm dese ya da Türk ırkı menşeli olsa da kabul etmek mümkün olabilir mi?
Millet ve milliyet ögeleri elbette vardır. Bunun bizim milletimizde ki karşılığı da elbet Türklüktür. Türk milleti Müslümanlığa da en büyük hizmetleri vermiş bir millettir. Diğer yandan Kur’an-ı Kerim millet gerçeğini tasdik etmektedir. Şura Suresi 8’inci ayette “Eğer Allah dileseydi bütün insanları bir tek ümmet yapardı. Fakat o yalnız dilediğini rahmetinin içine almaktadır. Zalimler için ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı.” denilmektedir. Yahut Rum Suresi 22’inci ayeti kerimesinde “Yine göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu da O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz ki bunda bilenler için nice ibretler vardır.” buyurulmaktadır.
Bu bağlamda dil ve kültür ögeleri üzerinden geliştirilen müspet milliyet ve milliyetçilik tahlilleri üzerinde her zaman durulmalı ve durulacaktır da. Râ’d Suresi 11’inci ayetinde de “Her insan için önünden ve arkasından takip eden melekler vardır. Allah’ın emrinden dolayı onu gözetirler. Allah bir kavme verdiğini, o kavim kendisini bozup değiştirmedikçe değiştirmez. Allah bir kavme de kötülük murad etti mi, artık onun geri çevrilmesine de imkân yoktur. Onlar için Allah’dan başka bir veli de bulunmaz.” Bu ayette de kavim gerçeği tasdik edilmekte ve özünü bozmamanın değeri üzerinde durulmaktadır.
Sözün özü mü? Hiç şüphe yok ki; insan bir değerdir. Hangi inanç, düşünce, ırk, cinsiyet, milliyet dairesinde olursa olsun saygınlığı ve özlük hakları esas olmaktadır. Kuşkusuz alt mensubiyet, tabiiyet, milliyet, illiyet gibi ögelerde türlü değerlendirme hakkı saklı olmak üzre realiteye uymakta ve mevcudiyet taşımaktadır.
L.T.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.