YALNIZ DEĞİLSİNİZ
“Sevgili anne babalar” diye başladı söze. Biraz gururlu, biraz mağrur, biraz ürkek, çokça da heyecanlıydı. İşi gereği topluluk karşısında sıklıkla konferanslar vermiş olsa da bugünkü heyecanı daha farklıydı. Taa derinden, yüreğinden, ruhundan geliyordu.
Önce derin bir nefes aldı. Önünde duran sudan bir yudum içti. Mikrofonunu düzeltti. Gözlerini karşısındaki grupta gezdirirken tebessümünü ihmal etmedi. Evet. Vakit gelmişti. Konuşmasına başlayıp bir ömre sığdırmaya çalıştığı dünyasını, onu pür dikkat dinlemeye gelen katılımcılara cömertçe sunmaya hazırdı. Sadece bir bilgi değildi sunacağı. Hayatının zorlu bir tecrübesini, bu tecrübe edişte yaşadığı yoğun duyguları dili döndüğü kadar anlatacaktı.
“Sevgili anne babalar. Bugün burada sizlerle birlikte olmak bana ayrı bir keyif ve heyecan veriyor. Hayatımın merkezinden kendimi çıkarıp oğlumu koyduğum süreci aktarmak, biliyorum ki hem size hem de bana çok şeyler katacaktır.
Oğlum doğduğunda herkes gibi ben ve eşim tarifi imkânsız bir duygu yaşıyorduk. Dokuz ayı beklemeden dünyaya merhaba diyen oğlum, zorlu bir doğum anından zafer kazanarak çıkmıştı. Sonradan doktorların söylediği kadarıyla bu zorluk onun beynine oksijen gitmesine engel olmuş. O zamanlar farkında olmadığım bu durum çok sonraları anlam kazanmaya başlayacaktı. Başlarda her şey yolundaydı. Oğlum her bebek gibiydi. Karnı acıkınca ağlıyor, bezini değiştirince rahatlıyor, keyfi olunca gülücükler saçıyordu. Yürümesinde ve konuşmasındaki gecikmesini ise genetik geçişlere bağlıyorduk. Büyüklerimizin “Babası da geç yürümüştü, ona çekmiş herhalde. Bunun amcası da okula gidene kadar konuşmadı. Şimdi susturabilene aşk olsun.” deyişleri kocaman bir gerçekle zamanında yüzleşmeme engel oldu. Dedesine benzeyen oğlum her an yürüyebilirdi. Amcasına benzeyen oğlum iki kelimeyi bir araya getirip kısa da olsa bir cümleyi her an kurabilirdi. An meselesiydi. Zamanı gelince olacaktı tüm bunlar. Olacaktı… Olmalıydı… Fakat içimden bir ses bir sorun olduğunu söylüyordu. Bu sesi bastırmak istedim yıllarca. Sadece içime söyledim. Dile getirirsem gerçekleşmesinden korktum. Kuruntu yapıyordum sadece. Her şey yolundaydı. Biraz geriden takip ediyorduk gelişimi o kadar. Oğlum geç de olsa ilk adımlarını atmaya başlayınca büyük bir rahatlama hissettik. Büyük bir engel aşılmış, bu sayede bağımsız hareket edip dünyayı keşfe başlamıştı. Sevinmiştik. Hem de çok. Şimdi sıra konuşmasındaki engeli aşmadaydı. O da hallolunca hiçbir sorun kalmayacakmış gibi geliyordu. Oğlum kendince bir dil geliştirmişti aslında. Sadece ben ve babasının anlayabildiği bir dil. Yabancıların anlamadığı. Sanki bize özel. Sanki sadece bize vermek istediği bir armağan. Anaokuluna göndermeye karar verdik. Orada akranlarıyla beraber olunca konuşması düzelir sandık. Ama olmadı. Anaokulu öğretmeninin tavsiyesi üzerine oğlumu önce tıbbi, sonra da eğitsel tanılamadan geçirmeleri için uzmanlara götürdük. Galiba oğlum amcasına benzemiyordu. Bu gerçekle tanışma zamanı gelip çatmıştı.
- Oğlunuzda zihinsel öğrenme yetersizliği mevcut. Bu engelinden dolayı gelişimi akranlarına göre yavaş olacak. Erken başlayacağınız eğitim sayesinde adım adım ilerlemeler olacaktır. Hem sizi hem de eşinizi sabırlı bir süreç bekliyor. Dilerseniz konuyla ilgili dokümanlar verilebilir, özel eğitim uzmanlarıyla periyodik görüşmeler ayarlayabiliriz.
Uzmanın uzun uzun anlatımlarını burada size anlatmayacağım. O anda yaşadığım ilk duygu tam bir ŞOK idi. “Ne diyordu bu adam? Ne saçmalıyordu? Resmen çocuğuma zihinsel engelli diyordu. Ne yani. Benim oğlum şimdi özürlü müydü? Yok canım. Olmaz öyle şey. Bu bir kâbus olmalı. Sabah uyanacağım ve kâbus bitecek. Gözümü açınca bir rüya olduğunu anlayıp sadece gülüp geçeceğim?”
Eşimle göz göze geldik. Benzer düşünceler ikimizin de aklından geçmiş olmalı ki aynı anda başka bir yere daha gösterelim deyivermişiz. Ertesi gün başka bir merkeze götürdük. Daha ertesi gün başkasına. Başka yüzler, başka uzmanlar, başka doktorlar. Bu kadar başkalık içinde aynı olan tek şey oğlumun durumu. Çocuğunuz “Zihinsel Öğrenme Yetersizliği” ne sahip. Herkes ağız birliği etmişçesine aynı tespitte bulunuyordu. Kimse bize beklediğimiz cümleyi kurmuyordu. Biz ne kadar İNKAR etsek de duymak istediklerimiz söylenmiyordu.
Bu süreçte eşimle de zaman zaman gerginlikler yaşadık. Oğlumun durumundan dolayı beni açıkça olmasa da SUÇLAMA eğilimi gösteriyordu. Hamileliğimde kendime iyi bakmadığımı, vitaminlerimi zamanında almadığımı ima ediyordu. Hatta benim akrabalarım arasında engelli bireylerin olup olmadığını bile sorgular olmuştu. Bu durum beni çok incitse de cevap veremiyordum. O beni suçladıkça ben KIZGINLIK duyuyordum tüm dünyaya. Uzmanlara, eşime, doğumumu gerçekleştiren doktora, ikide bir soru soran aile büyüklerine, komşulara, komşuların normal çocuklarına. Ve en sonunda da kendime kızmaya başladım.” Neden ben Allah’ım? Neden benim başıma geldi? Hangi günahımın bedeliydi bu? “ Cevabını bilmediğim sorular beynimi kemirip dururken, hakkını vererek yaptığım tek şey ağlamaktı. Eskiden oğlumuzla birlikte gitmekten zevk aldığımız yerlere gitmez olmuştuk. Farklılığı biri fark eder diye bilinçsizce aldığımız bir önlemdi sanki. UTANMA dan dolayı evden çıkmaz oldum. Oğlumla vakit geçiriyordum ama sadece evimde. Gözlerden uzakta. Eşim iş yerinden daha geç gelir oldu. Sanki evde ne kadar az kalırsa, durumdan o denli uzak olacaktı. Hiç olmamış gibi. Hiç yaşanmamış gibi. Engelli bir çocuğumuz yokmuş gibi. Dualarım O’nunla PAZARLIK YAPMAya kadar gitmişti. Oğlumun durumu düzelsin diye adaklar adamıştım. Kurbanlar kesecek, fakirleri doyuracaktım. Kendimle baş başa kaldığımda KORKU duyuyordum. Bilinmeyene karşı duyulan bir korku. Arkadaşları tarafından dışlanacak, kandırılacak, biz öldüğümüzde hali ne olacak? Keşke bunun bir ilacı olsaydı. Hani grip olduğunuzda kullanırsınız da bir süre sonra geçer ya. Öyle bir şey işte. Ya da ameliyatla giderilecek bir durum. Ama yoktu. Zamanla, çabayla, sabırla, uygun yöntem ve tekniklerle, doğru alınacak eğitimle, en önemlisi de çocuğumu ve engelini KABUL ETMEKle yol alınacaktı.
Bir sabah uyandım. Aynaya baktım. Kendime kocaman gülümsedim. Sonra oğlumun yanına gittim. Uzun uzun seyrettim. Depresyona girme lüksümün olmadığını düşündüm. Ona ancak biz iyi bakabilirdik. Ona bizden daha iyi anne baba olacak kimse olmadığı için bizim çocuğumuzdu. Oğlum için ve de oğlumuzla birlikte neler yapabileceğimize dair planlama yapma vakti gelmişti. Uzmanlarla iş birliğine geçtik. Eğitime başladık. Sadece oğlum değil biz de eğitiliyorduk. Renkleri, sayıları, kavramları, konuşmayı ikinci kez öğrendik. Sabretmenin gücünü her an hissettik. Küçük adımların zamanla nasıl büyüdüğüne şahit olduk. Tekrarların olmazsa olmaz olduğunu fark ettik. Minik başarılardan alkış kopardık. Çoğu insana sıradan gelen başarılar bizler için muhteşem, kutlanılası bir olay halini alıyordu. Anlık mutluluklar üçümüze de iyi geliyordu. Oğlum bizimle keyifli zaman geçirirken biz de onun her gün bir başka yönünü keşfediyorduk.
Hiçbir şeyde başarılı olamayacak diye kaygı duyduğum zamanlarımı düşündüğümde çok gülüyorum şimdi. Yapabildiği şeyler gitgide çoğalıyor. Kendini ifade edici dili gelişti. Gelişmeye de devam ediyor. Okuma hızı yavaş olmakla birlikte yine de çok gayretli. Yazması daha iyi. Basit matematiksel işlemleri yapabiliyor. Arkadaş ilişkileri de epey gelişti. Kalesini canla başla savunduğu gözlerden kaçmamış ki her maçta onu kaleci yapıyorlar.
Durumu ne olursa olsun( otizm, down sendromu, işitme, görme , zihinsel engelli, ortepedik yetersizlik v.s) çocuklarımızın yaşıtlarından farkları yok. Duyguları, düşünceleri, hissettikleri, sorunları, sevgi ve şefkate olan ihtiyaçları normal çocuklardan temelde farklı değil. Güçsüz olduğu yönler kadar güçlü olabileceği yönleri, yapamayacağı beceriler kadar yapabileceği becerilerinin de bulunduğunu unutmamalıyız.
Son olarak şunu belirtmek isterim ki yalnız değilsiniz. Zaman zaman paylaşımı gerçekleştirmek için toplanmak iyi gelecektir. Hepimizin farklı farklı deneyimleri olduğundan birbirimize katabileceğimiz çok şeylerimiz vardır. Engellerin önündeki engelleri kaldırmak dileğiyle…”
........
Dinleyicileri selamlayarak kürsüden indi. İçinden oğluna kocaman bir teşekkür etti.
Onu dinleyen engelli çocuğa sahip ebeveynler ise çocuklarının kendileri için ne anlama geldiğini düşünüyorlardı şimdi.
Çocuk, ana ve babanın sağlıklı olduğunun göstergesi miydi?
Çocuk, soylarının devamı mıydı?
Çocuk, eşleri birbirine bağlayan bir bağ mıydı?
Çocuk, özlemlerin giderildiği bir araç mıydı?
Çocuk, ana ve babanın gelecek garantisi miydi?
Çocuk, anne ve babanın gerçekleşmeyen hayallerinin sebebi miydi?
YOKSA...
Farklılıkları içinde barındıran çocuk sadece ve sadece sevgi miydi?
Özden HORAN
YORUMLAR
Özden sırf bu yazıyı bir şekilde dünyaya hediye etmen bile o kadar güzel ki...Bir defa okurken usta bir yazarın kaleminden dökülen satırları keyfini çıkarıyor gibi hissettim kendimi.Bir ikincisi yazının konusu hakikaten orjinal.Üçüncü dikkat çeken nokta ise finalin vurucu olması.Teşekkür ederim hem de tüm kalbimle...
Ha bir de bugün bu konu üzerine kafa yormamın da etkisi var tabi ki bu yorumlarımda...
ÇOCUKLARIMIZ (SOSYAL MAKALE)
ONLAR SAVAŞIN KURBANI BARIŞIN HAYRANIYDILAR
Hepimiz çocuktuk bir zamanlar. Ama büyüdük fiziksel olarak. Katılaştık. Hani çocukların gözlerinde hep gördüğümüz o saflığın yerini; kararmış, korkmuş, kuşkucu, güven duymayan bakışlar aldı gözlerimizde...
Büyüyünce çocukluğumuzuda unuttuk. Çocukluğumuzu unuttuğumuz için çocuklarımızı da unuttuk. Anlamaz olduk söylediklerini. İletişim kuramadık.
Bu nedenle babalarımız tarafından anlaşılamadığımız için çocukken çabucak büyümek istedik. Büyüyünce ve yaşamı tanıyınca tüm acımasızlığıyla, tekrar çocuk olmayı özledik.
Çoğumuz babamızla uçurtma uçurmadık. Tuttuğumuz takımın maçını babamızla izleyemedik. Sinemaya gidemedik. Atlı karıncaya binemedik. Lunaparkların ışıltılarına dalamadık.
Aynı şeyleri çocuklarımız bizden istediğinde hep yorgunduk. Hep erteledik onların taleplerini. Ama o gün hiç gelmedi. Israrcı olduklarında bağırdık onlara. Kırık görünce karnelerinde kızdık. Hatta dayak attık acımasızca.
Sonra da sanki bunları biz yapmamışız gibi "Çocuğumla iletişim kuramıyorum." diye hayıflandık kendimize.
İçkiye, fuhuşa, kumara zaman bulduk ama çocuklarımıza ayıracak zamanımız olmadı hiç bir zaman.
Kahvede, meyhanede arkadaşımızın derdini dinledik ama çocuklarımızın dertlerini annelerine devrettik pişkinlikle.
Sonra oturduk çocuk haklarını koruma kanunlarını kaleme aldık büyük bir gururla. Oysa bu belgeler insan neslinin kendi soyunun devamına yaptığı ihanetin utanç belgesiydi aslında.
Evlenirken sadece sevdiğimizin gözlerini gördük. Dünyaya getireceğimiz bebeklerin geleceklerini hiç düşünmedik. Allah çocuğu rızkıyla verir dedik hiç utanmadan. Ve sonra sanki onlar hiç yokmuş gibi yuvalarımızı bozduk hiç düşünmeden. Öksüz ve yetim bir çocuğun, annesi babası ayrılmış bir çocuktan daha şanslı olduğunu unuttuk boşanırken ve çocuk yaparken.
Çocuklarımıza geleceğimiz dedik. Çocuklarımız için bayramlar koyduk takvimlere. Kendimizi sevmekten çocuklarımızı sevmeye vakit bulamadık.
Oysa onların istediği ne paraydı, nede puldu, nede pahalı oyuncaklardı. Onların istediği pahalı giyselerde değildi. İstedikleri sevgiydi sadece. Katıksız, çıkarsız bir sevgi. Onlar dilleriyle değil bakışlarıyla söylediler. "Sev beni baba." O kadar onurluydular.
Oyun oynamaktı babalarından istedikleri. Konuşmak ve dinlenilmek istiyorlardı. Büyük adam yerine konulmayı hayal ediyorlardı.
Biz nasıl çocukluğumuzu yaşayamadan büyüdüysek, onlara da çocukluklarını yaşayamadan büyümeyi müstehak gördük.
Dondurma yemek istediler. Üşürsün dedik. Oynamak istediler. Terlersin dedik. Koşmak istediler. Düşersin dedik. Odalarına çekildiler. Anti sosyal oldular diye telaşlandık.
Sıcaklığımızı, kokumuzu duymak istediler. Koynumuzda uyumaktı tek lüksleri. Onu bile yapamadık. İttik, horladık "Babacığım!" diye bize yaklaştıklarında.
Onlar okullarında babalarıyla hafta sonu balık tutan, çocukların hikayelerini dinlediler, imrenerek ve gözleri nemlenerek.
Okutamayınca tamirci çırağı yaptık onları. Ve haftalıklarını içki ve meze parası. Önlerine koyduğumuz bir parça ekmek için yeri geldiğinde "Nankör" dedik onlara. Sonra bizden gördükleri kötü muameleyi yapınca çocuklarına ve muhtaç duruma düştüğümüzde bize uyguladıklarında hakkımızı bile helal etmedik.
Döverek, söverek büyüttüğümüz çocuklar başkalarını sövüp, dövdüklerinde "Al bu musibeti başımdan" diye Tanrı’dan yardım istedik.
Kundakla kefen arasında ki kısacık hayatımızda biz çocukluğumuzu savaşların, bombaların, mayınların seslerinden oluşan ninnilerle uyuttuk.
Onlar savaşın kurbanı barışın hayranıydılar. Ve kanları kalemlerinin mürekkebiydi. Şarapnel parçaları saplanmış duvarlara bu gerçeği Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da son nefeslerini verirken kanlı parmaklarıyla yazdılar.
Onlar bu gerçeği susuz çöllerin sinek ve sıtma dolu bataklıklarına Angola’da, Zimbabve’de, Çad’da sadece kemikten ibaret parmaklarıyla açlıktan kırılırken titreye titreye yazdılar.
Hayatın dövmek için beklediği çocuklarımızı bizim dövmemiz bir marifetmiydi Allah aşkına!
Sübyan koğuşlarının yatakhanelerinde, falaka korkusuyla battaniyelerin altında tit tir titreyen çocuklarımızın büyüdüklerinde, adeta toplumdan öç alırcasına birer suç makinasına dönüştüğünü görmemezlikten gelmenin vicdan azabını duymadık çoğu zaman.
Zaman geçiyor. Çocuklar büyüyor ve onların süt kokan, körpe bedenleri acılarla nasırlaşıyor; minik avuçlarının ve sımsıkı kapanmış ufacık yumruklarının büyüklüğünde ki yüreklerinde...
Unutulan değerleri hatırlattı...
Anne baba olamayanları, bir de ne zorluklarda gerçek Annelik gerçek babalık nedir onları anımsattı tekrar.
Fiyatı olmayan tek şey sevgi, bunu da evlatlarımızdan esirgemeyelim...
Teşekkürlerimle saygılarımla...
buzmavisi tarafından 8/20/2008 12:05:09 AM zamanında düzenlenmiştir.
Konu elbette üzücü... ama çok ince bir ayrıntıyı da ilave etmek istedim...
Bu durumdaki insanlarımızdan zarar gelmeyeceğine kesinlikle ve kesinlikle önce kendimiz inanıp, sonra çocuklarımıza ve etrafımıza anlatacağız...
Diğer bir konu ise : Lütfen ama lütfen...
Bu durumdaki insanlara acıma hissi belli eden bakışlarımızı onlardan uzak tutalım...
İçimizde hiç kimse yok ki; kendi doğumunu ve gelişimini belirleyebilsin !...
Yazınız içerik ve anlatım olarak çok güzel bir dille ifade edilmiş...
Bunun için ayrıca teşekkürü hak ediyor...
SAYGILARLA