- 574 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Sancı
Hastalığım önemsiz gibi geldi önceleri, hafif bir soğuk algınlığı sanıp tedaviyi geciktirmiştim. Haftalar geçmesine rağmen halsizlik ve yorgunluktan kurtulamıyor, aniden artan ateşli ağrılar yüzünden uzun saatlerimi yatakta geçirmek zorunda kalıyordum. Bayram öncesi gittiğim hastanedeki doktorun kan tahlili sonuçlarına, şikayetime ve yaptığı muayeneye göre verdiği reçeteyi harfiyen uyguladım. Sonrasında kullandığım ilaçlar kendimi ara sıra bir nebze olsun iyi hissetmeme yarıyordu fakat kanımdaki iltihabı bir türlü kurutmuyor, beni iyileştirmiyordu. İnsan böyle yatağa bağımlı yaşamak zorunda kaldığında dışarıdaki güneşin ışık oyunlarını, evin içindeki sesleri ve konuşmaları, saatlerin gösterdiği yönü takip edemiyor. Koca bir gün adeta uzun, tek ve biteviye bir saate dönüşüyor; o koca saat içinde dikkatinizi bir şeylere toplamakta güçlük çekiyordunuz. Bu oldukça moral bozucuydu. Bazen ölümcül bir hastalığa yakalandığımı ve hastaneye yatırıldığımı hayal ederim. Yatakta geçirdiğim günleri avutacak bir meşgale bulmakta zorluk çekmeyecektim. Çünkü odamın kasvetini dağıtacak ve pencereden görünen dünyaya susatmayacak, okuma fırsatı bulamadığım kitaplarım olacaktı. Şimdi yanıldığımı anlıyorum. Sizi yatağa çivileyecek bir hastalığın pençesinde kıvranırken şiirle, romanla hoşbeş olmanıza pek fırsat olmayabilir. Bu sancılı nekahat uzadıkça kaygı duymaya başladım. Araştırmalarımdan kandaki enfeksiyonun başka rahatsızlıklara işaret edebileceğini, iyi bir tetkik ve tedaviden geçmezsem, rahatsızlığımın çok daha ciddi sonuçlar doğurabileceğini öğrendim. Bayram tatili yüzünden hastaneler kapalıydı. İnsan böyle durumlarda danışabileceği bir doktorla ahbap olmadığına içerliyor. Bu yüzden resmi tatil bitene kadar kendi başımın çaresine bakmak zorundaydım. İnternet’ten edindiğim bilgiler ışığında kendime şifalı otlardan, sebze ve meyvelerden oluşan düşük kalorili bir kür hazırladım. İçinde fazlasıyla şeker, yağ ve un bulunan yiyeceklerden kaçınmalıydım. Hafif tempolu bir egzersiz bile önerilerin arasındaydı. İlaçlar ve istirahat bunca zaman hastalığın seyrini değiştirmemişti. Fakat çörek otu, ada çayı, zerdeçal, kuru üzüm, bahçemizde yetişen, gübresiz ve hormonsuz domates, salatalık, elma, sarımsak, semizotu, soğan gibi panzehirler beni üç günde ayağa kaldırdı. Evet, yanlış duymadınız, üç gün önce ateşler içinde kıvranırken ek olarak uyguladığım egzersiz programı ve beslenme kürü beni iyileştirmişti. Kanımca bana daha çok yarayan şey yediğim mucizevi bitkilerdi. Şimdi o toprakta yetişen ve bize hayat veren canlıları daha dikkatle süzüyor, tefekküre dalıyor ve törensel bir sükunetle toprağa minnet duyuyorum. Bize meyvesini veren ya da bir şekilde doğaya anaç bir katkıda bulunan ağaçlarla aramdaki damarları daha güçlü bir şekilde hissedebiliyorum. Sonuçta gezegene hayat veren toprakla, onu birlikte paylaştığımız bitki ve hayvanlarla olan girift bağlantımız, bir anneyle embriyo arasındaki bağa benzetilebilir. O yüzden doğaya yapılan her saldırı, kesilen her ağaç, yanan her orman ya da katledilen her tür doğrudan bizim varlığımızı da tehdit ediyor. Balkonundaki çiçekleri seven, onlarla konuşan yaşlı insanlardan tutun da tek bir ağacın kesilmemesi için eylem başlatanlardan, sokak hayvanlarını evine doldurup besleyen ya da eziyet edilen hayvanların hakları için mücadele eden aktivistlere kadar kendini toplumsal düzenin dışındaki sorunlara adayanların bu tutumu bana aşırı görünürdü. Bu duyarlı insanların çabasının yeterli olmadığı ortada. Bugün hala orman yangınlarını engelleyemiyor, nesli tükenmekte olan canlıların güvenliğini sağlayamıyor, ekolojik dengeyi kökünden sarsacak sınai üretimi sürdürüyoruz. Eğer insanoğlu doğada yarattığı tahribatın sonuçlarına dönük bazı önlemler almazsa, tabiat bir organizma gibi içinde üreyen bu hastalığı yenecek şekilde bağışıklık kazanacak, yeniden biçimlenecek ve korkarım ki insanlığın sonunu getirecektir.
YORUMLAR
ne güzel dile getirmişsiniz doğayı ve doğanın bize uzattığı gerçek dostluğu..
tebrik ederim.
biliyor musun, ben tavuk, sahte besinlerle beslenen dana etlerinden tiksiniyorum... Yumurtalar bile topraktan uzak, ilaçlarla tavuklara yumurtlatılıyor. kesim için yetiştirilen piliçler tümden zehirli..
dünyanın uzaklaştığı GDO 'lu tohumlar ülkemizde yasallaştırıldı ve yıllar sonra toplu ölümlere yol açacağı söylenmekte uzaman Profesörler tarafından. İçme sularına bile hile katılan bir ülke haline gelindi ise durumlar çok vahim demektir.
memleketimizde sadece ideolojik terör yok ki? en teklikelisi bizi gıda, besin terörü ile yavaş yavaş ödürmekteler ama kimse buna karşı gelmemekte direnmektedir...
bu konuda bir yazı yazsak; ''Ölüm ilahi takdir, kaderimiz böyle yazılmış'' ucuz edebiyatla gıda katillerine destek çıkılmaktadır.
Ülkem adına çok yazık!
Tekrar teşekkür eder, yeni yazılaırnızda buluşmak dileği ile
selam ve saygılar...