- 660 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KAPADOKYA GEZİMİZ-2015
İTÜ-Makine Fakültesi 1962/1963 Yılları Girişlileri olarak her sene yurdun bir köşesinde buluşur, özlem gideririz. Bu sene de Kapadokya yöresinde buluşmak için 30.05.2015 günü akşamı Nevşehir’deki Peri Tower’de bir araya geldik. Geçen seneki gezimizde; oy çokluğu ile bu yöreyi seçmiş ve organizasyon işini de arkadaşımız Metin ve Şenay Çitçi çiftine vermiştik. Geçen süre içinde organizeci arkadaşlarımız bizlerle yaptığı yazışmalar, onaylar ve ödemeler sonunda günü geldiğinde başta İstanbul, İzmir ve Mersin’den olmak üzere yurdun çeşitli yerlerinden arkadaşlarımız otele gelmeye başladılar. Yalnız akşam saatlerinde İstanbul’dan ve İzmir’den gelen arkadaşlarımız; İstanbul’un Fethi Kutlama Törenlerindeki jetlerimizin gösterileri nedeni ile uçakları iki saat geç kalkmış, bu nedenle otele zamanında gelemediler. Aynı gün sabah uçağı ile Kayseri’ye gelen birinci grup arkadaşımız ise Kayseri’de tarihi yerleri gezdikten sonra zamanında otele yerleşmişlerdi. Toplam 70 kişiden oluşan bu arkadaş grubumuzla özlem giderirken ülkemizin ilginç bir turistik yöresini daha yakından tanımış olacaktık.
Gecikmeler nedeni ile tüm arkadaşlarımızın özlem gidermesi ve görüşmeleri sabah kahvaltısında oldu. Lokantada bizim ve diğer yabancı grupların yerleri önceden ayrılmıştı. Genelde eşleri ile gelmiş olan arkadaşlarımız, ben dâhil birkaç arkadaşımız ise çeşitli nedenlerle eşsiz gelmişlerdi. Geçen seneden beri toplantılarımıza katılmaya başlayan Sengül Özelgin/Nacar ve Uğur Yaman/Çölgeçen ile bu sene de Filiz Kinak/ Gürbüz aramızdaydılar. Toplantıya katılmak üzere olan ancak rahatsızlıkları nedeni katılamayan sınıf arkadaşımız Günay Şerifoğlu/ Erdoğan ile Kıvanç –Şenay Eryavuz çiftlerine de bu vesile ile acil şifalar diliyorum. Ayrıca bu sene ilk defa İbrahim Cicelek, Sedat Okan ve Emin Yeşilkaya adlı arkadaşlarımız da eşleri ile birlikte gezimize katılmışlardı. Sedat’ın aynı zamanda Artvinlilerin Eniştesi olduğunu da memnuniyetle kendisinden ve Eşi Ayşe Hanımdan öğrendim.
Kahvaltıdan sonra otel girişine gittiğimizde gezimizi yüklenen Dijon Firmasının üç adet otobüsünün bizleri beklediğini gördük. Hareket saati yaklaşınca vasıtalarımıza binmeye başladık. Kaptan koltuğunun yanındaki tek kişilik koltuk rehberimize ait olduğunu düşünerek ben bir arka koltuğunda oturmaya başladım. Bu arada rehberimiz olduğunu söyleyen ince, zarif genç ve güzel bir hanım yanıma oturdu. İsminin Serap Şahin olduğunu öğrendiğimiz rehberimize rahat çalışması için başka koltuğa geçmemi önerdiysem de sakıncası olmadığını söyleyince birlikte oturmaya başladık. Vasıtamız biraz ilerleyince rehberimiz mikrofonu eline aldı, ayağa kalkarak kendisini tanıtıp bizlere de hoş geldiniz dedikten sonra yöreyi anlatmaya başladı:
Resim-1 Kapadokya’daki bazı oluşumlar ve balonlar ile gezi görüntüleri. Gezimizin ikinci günü sabahı geziye katılan arkadaşlarımızdan Zafer Başaran ve Savaş Çevik Eşleri ile birlikte balon gezine katılmışlar ve geziye başlayacağımız sıralarda gruba yetişmişlerdi. Foto: Ömer Demir
-Kapadokya, milyonlarca yıl önce Erciyas ve Hasan Dağları’nın patlaması ile lavlarının Nevşehir yöresindeki denize akması sonucu meydana gelmiştir. Uzun zaman içinde denizin kuruması ve tabiat şartları gereği yumuşak kısımları erozyon sonucu ufalanıp yok olmuş, sert kısımlar ise gördüğümüz Peri Bacalarını oluşturmuştur. Puf taşı özeliğinde olan bu katmanlar, işlenirken çok yumuşak hava ile temas edince de sertleşir. Bu bakımdan buralara gelen insanlar bu katmanları oyarak kendilerine barınaklar, ibadethaneler ve depolar yapmışlardır. Bu şekilde toplu yaşama şehirleri ortaya çıkmıştır. İlginç bir apartmana benzeteceğimiz yer üstündeki bu oluşumların benzerleri yer altında da vardır. Yer altı şehirleri adını verdiğimiz bu oluşum, püf kaya kütlesinin çökme neticesinde toprağa gömülmesi ve insanların gereksimi neticesinde meydana gelmişlerdir.
Resim-2 Vasıtamız ilk ziyaret edeceğimiz yerde durunca Rehberimiz Serap Hanım’ın peşinden Kaymaklı Yer altı Şehri Müzesine doğru yürümeye başladık. İçerde çeşitli ülkelerden gelen turistler olduğu için biraz bekledik ve yaşımızdan dolayı ücret ödemeden kimlik göstererek müzeyi gezmeye başladık. Önde Serap Hanım, yanında arkadaşımız Ahmet Hatipoğlu olmak üzere bizler de peşlerinden müzeye doğru ilerliyoruz.
Serap Hanım özet olarak devamla:
İnsanlar, yörede M.Ö. 3500-3000 yıllarında görülmeye başlanmıştır. Bu yöre; sırası ile Etiler, Frigler, Persler, Makedonlar, Romalılar, Bizanslılar, Selçuklular, Osmanlılar ve Türkiye Cumhuriyeti devletlerinin yönetiminlerinde kalmıştır. Etiler veya Persler burasına “Güzel Atlar Ülkesi” anlamına gelen “Katpadukya” adını vermişler, zamanla Kapadokya diye anıla gelmiştir. Burasına hâkim olan devletler, kendi ihtiyaçlarına göre kullanmaya başlamışlardır. İlk gelenler; su kuyusu, barınak ve ambar inşa ederken ilk Hıristiyanlar burada yüzlerce kilise yapmışlar, ibadetlerini gizlice yaparak dinlerini geliştirmiş ve yaymışlardır. Bugün ise yöremiz müze ve soğuk hava deposu olarak kullanılmaktadır.
Resim-3 Kaymaklı Yer Altı Şehrindeki bir koridorun başında arkadaşlarımızla. Aydınlatılmış olmasına rağmen dar ve alçak olması nedeni ile ancak tek sıra halinde ve başın iyice eğmek sureti ile rahat bir şekilde ilerlemek mümkün olmuştu. Müze olarak kullanılmaktadır. Buna benzer onlarca yer altı şehirleri bulunmakta, bazıları da ısılarının sabit olmalarından dolayı soğuk hava deposu olarak hizmet vermektedir. Soldan sağa doğru: Metin Gültekin, Abdullah Parlar, Vahap Esen, Fevzi Durmuş ve Filiz Kinak Gürbüz görülmektedir.
Rehberimiz Serap Hanım’ın verdiği bilgileri özet olarak ifade etmeye çalıştım. Aynı zamanda vasıtalarımızın geçtiği yerleri ve uzakta görülen ilginç oluşumlar hakkında da akıcı ve temiz Türkçesi ile bizlere bilgiler sunarken ilk ziyaret edeceğimiz Kaymaklı Yer Altı Şehrine gelmiştik bile. Dört katlı dar ve alçak tünellerden aşağılara doğru inerken başımızı taş tavana vurmamak için aydınlatılmış koridorlardan iyice eğilerek aşağılara doğru dikkatlice ilerledik. Çok ilginç yerlerden geçtik. Havalandırma kanalı, taş kapı ve duvara oyulmuş Haç dikkatimizi çekti. Büyük değirmen taşı şeklinde olan ve başka yerde yapılıp getirildiği aşikâr olan bu kapı taşının o zamanki şartlarla buraya nasıl getirildiği henüz çözülmüş değildi.
Resim-4 Yer altı şehrinde bir yerleşim yerinin şematik görünüşü. Şekilde görülen hava kanalı ve taş kapılar hayli ilgimizi çekmişti. Çizim: Ömer Demir
Resim-5 Kaymaklı Yer altı Şehrinden çıkışımızda hepimizin neşesi yerindeydı.Uzun boylu olanlarımız dört elle yürümüş,orta boylular başlarını eğerek yürürken kısa boylu olanlarımız ise burada boyları ile gurur duymuşlardı!..
Yer altı şehrini gezdikten sonra Göreme Açık Hava Müzesine doğru hareket ettik. Rehberimiz müze içinde bulunan çeşitli kiliseler hakkında bilgiler sunduktan sonra özetle:
-Bu yörede yaşayan insanların arasında Türkçe konuşan, ancak Rumca yazı kullanan Hıristiyan dinine geçmiş Türk soylu insanlar da vardı. Tüm bu insanlar barış içinde birlikte yaşamasını biliyorlar ve aralarında bir anlaşmazlık olmuyordu. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Mübadele Kanunu gereği sınırlarımız dışında kalmış Müslümanlar buralara yerleştirilirken Hıristiyan olanlar da ait oldukları ülkelere gönderildi, diye sözünü bitirdikten sonra bana mikrofonu uzatarak;
-Fevzi Bey!..Geziniz nasıl geçiyor,gezip gördüğünüz yerleri nasıl buldunuz,geziden memnun musunuz?Dedi.Ben de;
-Burası gerçekten ilginç ve çok geniş bir alanmış. Birkaç sene önce küçük bir arkadaş grubu ile buraları gezmiştim. Ancak o yerleri hala göremedim veya hatırlayamadım. Buraları genç yaşta gezseydik, daha verimli olabilirdi diye düşünüyorum. İzniniz olursa ek bir bilgiyi paylaşmak isterim. Burada taşlar yumuşak olduğu için insanlar oyup içinde kalmışlar. Memleketim Artvin’de ise taşlar serttir, orada da ilk insanlar toprak altında kerpiçten barınaklar yapmış ve orada oturmuş veya saklanmışlardır. Çocukluğumda köyümde olanların içine girip define aradığım bile olmuştur. Kerpiç duvarları taş gibi çok sertti, diye sözümü tamamladım.
Rehberimizin sorması üzerine Ardanuç-Yolağzı Köyümün ismini söyledim. Sayın Halit Özdemir Hoca’nın Artvin Tarihi adlı eserinden aldığım bu ek bilginin resimleri de aşağıdadır.
Resim-6 Artvin-Ardanuç yöresinde bulunan bazı yer altı barınaklarının iç görüntüleri. Duvarları ve tavanı kerpiçle örüldükten sonra üstüne toprak dökülerek gizlenmiştir. Ardanuç-Yolağzı Köyümde bulunan yer altı barınakların bazıları çeşitli nedenlerle yok edilmesine rağmen çok geniş bir oda şeklinde olan birinin ise üsteki giriş kısmı toprakla örtülerek koruma altına alınmış durumdadır. Bu barınağın üstüne örtülen geniş ve büyük bir yatsı taşın nereden ve nasıl getirildiği bilinmemektedir. Foto: Halit Özdemir
Bu arada Abdullah Parlar söz alarak Yunanistan’da bir aile ile tanışırken sormaları üzerine Karamanlı olduğunu söylemiş. Bunun üzerine evin yaşlı hanımı da kendilerinin de Karaman’ın Ürgüp yöresinden geldiğini ve bir hemşerisini gördüğüne çok sevindiğini ifade etmiş. Bilindiği gibi o bölgede Karamanoğulları Beyliği vardı. Buradan mubadele ile gönderilen bir aile de Yunanistan’ın tanınmış ailelerinden biri olan Karamanlis Ailesidir. Türkçe dışında başka dil bilmeyen bu aileler yeni ülkelerinde çok zorluk çekmişlerdi.
Malazgirt Savaşından çok önceleri Anadolu’nun çeşitli yörelerine Türkler yerleşmiş, Hıristiyan dinini kabul etmelerine rağmen dillerini korumuşlar ve Malazgirt ve Kol gibi savaşlarda soydaşlarının saflarına geçerek Anadolu’yu bir Türk yurdu olmasına yardımcı olmuşlardır. Bu yöreye yerleşen Türkler zamanla kiliselerine, mezarlık veya hamam gibi saygın yerlere Yunan Harfleri ile Türkçe kitabeler koyduklarını tarihçilerimiz belirlemişlerdir.
Resim-7 Selçuklulardan önce Anadolu’ya gelen Türkler Hıristiyan dinine geçmelerine rağmen dillerini korumuşlar ve kutsal saydıkları binalara Yunan Harfli Türkçe kitabeler yerleştirmişler ve Anadolu’nun Türkleşmesine ön ayak olmuşlardır.
Buna benzer bir durum Artvin, Ardahan ve Kars yöremizde de görülmektedir. Bu yörelere M.Ö-7.YY. yerleşmeye başlayan Kıpçak/Kuman Türkleri Gürcü/Kartveller ile birlikte yaşarlarken dillerini kısmen korurken dinlerini değiştirerek Gürcülerin Hıristiyan dinine geçmişlerdir. Günümüzde harabe halinde olan kiliselerine Gürcüce kitabeler koymuşlardır. Ancak Ay Yıldızımız gibi tarihimizin derinliklerinden gelen ve kutsal sayılan Altı Köşeli Yıldız ile eserlerini damgalamayı da ihmal etmemişlerdir. Bu yıldız Gürcistan’ın Gürcü bölgelerindeki kiliselerde görülmezken Türklerin yerleştiği Ahıska ve Acara bölgelerin de çokça görülmektedir.
Mubadelede olduğu gibi yer adlarını değiştirirken de çok yanlışlıklar yapılmıştır. Bunun en açık örneği Ardanuç Köylerinden Anç ve Ançgora köylerinin isimleri yabancı diye değiştirilmiştir. Hâlbuki Ançoğulların bir Türk Boyu olduğunu Divan-ül Luğat-ı Türk’te belirtilmektedir.
Resim-8 Artvin yöresinde bir kilise girişindeki Altı Köşeli Yıldız Türk Damgası ve üst tarafta Gürcü Harfleri ile kitabesi görülmektedir. Bu yıldızı Türkler; bayrak, ibadethane, mezar baş taşı ve çeşme gibi saygın yerlere tarih boyunca işlemişlerdir. Bu durum İslam Dinini kabul ettikten sonra da devam etmiş ve camilerine de işlemişlerdir. Üsküdar Meydanındaki Valide Sultan Camii girişindeki sadece bir örnektir. Zamanla bu yıldız Türkler tarafından unutulmuş Musevi Hazar Türkleri kanalı ile Yahudilerin Simgesi olmuştur.
Tarihi değerlerimizi tarihçilerimize emanet ederek biz konumuza dönelim. Kapadokya’da çok sayıdaki yer altı kiliselerinde mutfak, yemekhane, kiler ve şaraphane gibi yardımcı kısımların da olduğunu gördük. Ayrıca bazı kilise duvar ve tavanına İncil’de geçen olayların resmedildiğini de izledik.
Resim-9 Göreme’de bir kilise duvarı ve kubbesindeki günümüze kadar gelebilen resimler. Bu tablolar İncil’deki olayları açıklıyormuş. Bir bakıma Hıristiyanlık Kudüs’te doğmasına rağmen Kapadokya yöresinde gelişmiş ve yayılmıştır.
İlk Kiliseler ve Hıristiyanlık üzerine hayli bilgilendikten sonra öğlen yemeği için Uranos Sarıkaya adlı puf taştan oyulmuş geniş ve ilginç bir lokantaya girdik. Burada yemeğimizi yedikten sonra bu ilginç ve güzel lokantanın önünde topluca bir fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedik.
Resim-10 Bir puf taş bloğunun oyularak geniş ve güzel bir lokanta haline getirilen bu binanın önünde topluca bir fotoğraf çektirdik.
Fotoğraf çekiminden sonra Paşabağları ve Dervent Vadileri’ne doğru hareket ettik. Vasıtamız yol alırken Rehberimiz Serap Hanım yöreyi tanıtmaya devam ediyor, arkadaşların bilhassa Ahmet Hatipoğlu’nun esprileri hepimizi neşelendiriyordu. Bu vadilerdeki ilginç oluşumları izledikten sonra bir çanak çömlek atölyesine uğradık. Bilindiği gibi Eti Devleti’nden zamanımıza kadar bu yöre, çanak çömlek yapımında rakipsizdir. Avanos yöresinde bulunan bu atölyeler Kızılırmak’ın kızıl renkli çamurunu/Tıkasını kullanarak tarih boyunca; çanak, testi ve küp gibi çeşitli mutfak gereçleri üretirler. İşyerinin pazarlama mağazasını gezdikten sonra ilkel şekilde üretim yapan bir kısmına geçtik. Burada yarı kapalı bir çanağın yapılışını izledik. Bir arkadaşımızın “ Acaba, çanağın et kalınlığı her tarafında aynı mı?” Diye sorması üzerine usta bir ince tel ile eserini ortadan ikiye böldü, bize gösterdi. Gerçekten et kalınlığı her tarafta aynı kalınlıkta olduğu görülüyordu. Bize sunum yapan yetkili de:
-Arkadaşlar et kalınlığı her tarafta aynı olmazsa yüksek derecede ısıtılırken yamulur ve çatlar dedi. Bizler de mühendis olduğumuzu hatırlamış olduk.
Daha sonra tezgâhta çalışmak için bizden bir gönüllü istendi. Zafer Başaran gönüllü olarak seçildi ve iş elbisesi giyerek tamburu döndürmeye kızıl çamura/Tıkaya şekil vermeye başladı. Usta biraz yardımcı olmasına rağmen gerçekten bir çanak yapmayı başardı. Bu melekesini soyadına mı, yoksa Yenge’ye mi borçlu,bilmiyoruz!..
Resim-11 Zafer Başaran tezgâh başında, çanak yapmasını da başardı. Şaka bir yana el melekeleri çok gelişmiştir. Kendileri ortaokul birinci sınıftan beri sınıf arkadaşım olurlar. Küçük yaşlarından beri keman çalar ve üç küçük topu uzun süre düşürmeden bir elinden diğer eline havada dolaştırır. Foto: Abdullah Parlar
Çanak çömlek üretimini de gördükten sonra biraz yorgun ancak neşeli olarak otelimize döndük. Oteldeki odamda yarın akşam Türk Gecesi eğlencesine katılacağımız için gezimizin galasını bu gece yaparız düşüncesi ile giyinerek yemek salonuna indim. Benim ve birkaç arkadaşın dışında herkes günlük giysilerle gelmişlerdi. Yemeğin ortalarına doğru seyahat acentemiz Dijon Travel firması yetkilisi Sayın Özcan Ecemiş masamıza geldiler. Kendileri ile sohbet ederken Rehberlerden, Kaptanlardan ve programdan memnuniyetimizi belirttik. Zafer ve Savaş sabah erken kalkıp balon gezisine katılacakları için yemekten sonra odalarına gittiler. Ben de biraz yorgun olduğum için odamda dinlenmeyi uygun buldum ve odama gittim. Ancak sonradan öğrendiğime göre bir gala sayılmazsa da Muzaffer Yıldırım’ın gezilerimizi düzenleyen arkadaşlara bizler adına bazı hediyeler vermesi ve bir dahaki gezi yerinin belirlenmesi için yapılan kulisler hayli eğlenceli geçmişmiş. Sonradan öğrendiğime göre; çok daha cazip bir öneri olmazsa bir sonraki toplantının Abdullah Parlar ve Sacıt Sezgin’ın organize etmesiyle Bursa’da yapılmasına karar verilmiş.
Kapadokya’daki gezimizin ikinci günü sabahı; otelimiz lokantasında açık büfeden kahvaltımızı bizlere ayrılan masalarda yaptıktan sonra dışarı çıkmaya başladık. Bu sırada balon ile Kapadokya’yı havadan izlemeye giden arkadaşlarımızla dönüşlerinde karşılaştık. Zafer ve Savaş ile ayaküstü görüşürken çok ilginç manzaralar izlediklerini söylediler. Hareket saatimiz yaklaşınca vasıtalardaki yerlerimize oturmaya başladık. Hava biraz bulutlu ve yağmur yağma olasılığı vardı. Vasıtamız ilerlerken Rehberimiz Serap Hanım geçtiğimiz yerler hakkında bilgiler vermeye devam ediyordu. İlk uğrayacağımız yer olan Üçhisar Kalesi hakkında kısa bir bilgi verdikten sonra geniş bilginin diğer vasıtadaki arkadaşlarımızın Rehberi olan Süheyla Tunç Hanım tarafından yerinde verileceğini söyledi. Uzaktan kaleyi gösterince; büyük bir puf kaya, dıştan görülen oyukları ve tepesinde de sonrada yapılmış bir bina ve yanında da bayrağımızın dalgalandığı görülüyordu. Vasıtamız durunca giriş kapısı önünde toplanmaya başladık. Ancak hava biraz daha ağırlaşmış ve hafif şekilde çiseler düşmeye başlamıştı. Arkadaşlar tam olarak toplanınca Süheyla Hanım özetle:
-Üçhisar Kalesi’nin bulunduğu bu yer, yörenin en yüksek noktasıdır. Gördüğünüz gibi tamamen doğal olarak oluşmuş bir puf taş bloğudur. Bu bloğun içi, Hititlerden başlamak üzere M.S.9.YY. kadar geçen sürede zamanla oyulmuş ve savunma amaçlı kullanılmaya başlanılmıştır. Diye konuşmasına devam ederken yağmur da ıslatmaya başlamıştı. Bazı arkadaşlar şemsiyelerini açmış can kulağı ile dinlerken ben yavaş yavaş gerilere doğru sıvışmaya ve sonrada az ilerdeki çay bahçesinde oturmaya başladım. Daha sonra da bazı arkadaşlar da geldiler, turistler her yeri kaplamış oldukları için yer bulmakta biraz güçlük çekildi. Daha sonra kaleyi gezen arkadaşlarımız da geldiler ve çay içerek biraz ısındılar. Yağmur durunca vasıtalarımıza bindik ve yörenin kaynaklarından olan Onyx Taşı’nın da işlendiği Onyx Taş Atölyesine doğru hareket ettik. Gerçekten pazarlama kısmında çeşitli taşlarla yapılmış çeşitli yüzükler, gerdanlık gibi takılar ile tespihler dikkat çekiciydi. Sunum yapan yetkili taşların bazı hastalıklara karşı koruma özelliğini anlatırken Kehribarın da nasıl meydana geldiğini de anlattı. Ben çocukluğumdan beri kehribarı duymuştum, ancak bir cins taş olduğunu sanıyordum. Hâlbuki çam ağaçlarındaki reçinenin zamanla serleşmesi ile meydana geliyormuş. Yetkili bir reçine bloğu içinde kalmış kelebeği gösterince şaşırdım. Bu yanlış bilgimi düzelten yetkiliden Damadım Şadan Yıldız’a bayram hediyesi olarak bir doğal kehribar tespih satın aldım.
Diğer arkadaşlar da tesbih veya benzer hediyelikler satın aldıktan sonra vasıtalarımıza bindik. Biraz ilerledikten sonra Serap Hanım mikrofonu bana tutarak:
-Fevzi Bey, gezimiz nasıl gidiyor? Görüşlerinizi öğrenmek isteriz, dedi. Bu arada bazı arkadaşlar:
-O kadar anı yazıyor birsini anlatsın, diye bağırmaya başladılar. Ben de mikrofonu elime aldım:
-Gerçekten güzel bir gezi oluyor. Size ve organize eden Arkadaşımız Metin’e ve Eşi Şenay Hanıma teşekkür ediyorum. Bu kısa sürede çok yer görüp çok şey öğrendiğimiz gibi bir yanlış bilgimi de düzeltmiş oldum. Ben Kehribar’ın bir taş olduğunu bilirdim, hâlbuki sertleşmiş bir reçine imiş. Arkadaşlarımız benden bir anı istediler. İzin verirseniz çocukluğumda duyduğum ve Kehribarı duyunca hatırladığım bir olayı anlatayım:
- Henüz elektriğin ve vasıtaların köylere girmediği eski devirlerde; Ardahanlı bir köylü genci, hiç şehir görmemiş bir arkadaşını Kars’a götürür. Köyüne dönünce aynı durumdaki bir arkadaşı kendisini ziyaret eder ve yeni şehir görmüş arkadaşına merakla sorar:
-Ola Haso !. Şeherde na gorduz, hele deee!… Hasan da başlar anlatmaya:
O ki Kaaars’a gettuhhh,
Alduh bir kehribaaar ağuzluhhh,
Bir da Artun tutuniiii
İçtuhh da, durdıhhh,
İçtuh da, durdıhhh.
Diye yöresel şivesi ile gezisini ballandırarak anlatır. Buna benzer tanınmış bir olayı da buraya eklersem o köydeki bu olay, daha iyi anlaşılır diye düşünüyorum:
Bir zamanlar Ağa, marabasına sormuş:
-Ola Memo!..Çohhh paran olsa na yersin? Memo’nun gözleri parlamış, elleri önünde bağlı, başını yana eğerek sevinç içinde Ağasına cevap vermiş:
- Valla Ağam!..Hep soğanın cucuğini yerim,he vallah!…
Bu sefer maraba ağasına sormuş:
-Pekey !..Ağam sen ne yersin? Diye sorunca ağa biraz düşünmüş sonra oturduğu yerden tesbihini sallayarak:
-Ola Namıssız! Bana bişe bırahmadın ki?
Köylü gencimiz bu defa da “Kars’a gittikleri zaman, kehribar ağızlık ile bir de Artvin Tütününü satın almışlar ve içip, içip durduklarını” övünerek arkadaşına nakletmiş.
Sözümü bitirdikten sonra arkadaşlar, “Ebedi Başkanımız Nüsret Parıldar’ı” alkışlarla mikrofona davet ettiler. Serap Hanım yerini Nüsret Başkanımıza terk ettikten sonra yanıma oturdu. Kendine özgü güzel bir giriş yaptıktan sonra aramızdan ebediyen ayrılan Osman Halaç, Yılmaz Türkken, Oktay Bodur, Rufael C.Bahar, Türel Fenman ve Viktor Razon merhum arkadaşlarımıza rahmetler diledi. Arkadaşların istekleri üzerine memleketi Bayburt yöresinin bazı türkülerini söylemeye başladı. Bizler de kendisine eşlik ederek neşeli bir şekilde öğle yemeği yiyeceğimiz lokantaya gelmiş olduk.
Öğle yemeğimizi yedikten sonra Ürgüp’e doğru hareket ettik. Arkadaşların isteği üzerine emekli dönemlerinde koro çalışmaları yapan Abdullah ve Gülşen Parlar çiftine mikrofon teslim edildi ve yol boyunca güzel şarkıları eşliğinde ilerledik. Üçgüzeller adlı yerde Kapadokya’nın panoramik görüntüsünü izledik. Hatıra fotoğrafları çekildikten sonra Rum sivil mimarisinin eserlerini barındıran Sinanssos/Mustafapaşa Köyüne doğru hareket ettik. İlk köy üniversite binasını ve Rumlardan kalma diğer tarihi binaları görüp köyü gezdikten sonra bir halı dokuma atölyesine doğru hareket ettik,
Resim-12 Üçhisar Kalesi manzaralı Güvercinlik Mevkii ve Gülşen Parlar. Foto: Abdullah Parlar
Halı Atölyesini gezerken çeşitli el tezgâhlarında halı dokuyan hanımların çalışmalarını izledik. Duvarlarda çeşitli Türk motifleriyle dokunmuş halıları da inceledikten sonra atölye yetkilisi bizi bir geniş salona götürdü. Duvar diplerinde sıralanmış banklarda oturup meşrubat içerken atölye yetkilisi, halıcılığımız hakkında geniş bilgiler sunmaya başladı. Dünya’da el halısı bakımından sadece İran’ın bizlere rakip olduğunu, ancak tek ilmekli İran Halısının çift ilmekli Türk Halısı ile yarışmasının olanaksız olduğunu belirti. Bu arada Dünyadaki en eski/yıllanmış halının nerede bulunduğunu ve kime ait olduğunu bilenlerimizi sordu. Elimi kaldırarak Dünyanın en eski halısının Orta Asya’da/ Türkistan’da bulunduğunu, Türkler’e ait olduğunu ancak yöresinin ismini şu anda hatırlayamadığımı belirttim.
Bunun üzerine sunucu “Dünya’nın en Eski Halısının Türkistan’da Pazırık yöresinde bir kurgandan çıkarıldığını, Batılı Bilim Adamlarının itirazlarına rağmen içerdiği motifler bakımından bir Türk eseri olduğu kesindir.” Diyerek sözünü tamamladı ve iki elemanı halıları önümüze sermeye başladılar. Ülkemizin çeşitli yörelerine ait çeşitli renk ve desendeki halıları ilgi ile izledik. En kaliteli halıların Hereke’de dokunmakta olduğunu ve önemli ölçüde dışarıya halı satışı yapıldığı da ifade edildi.
Resim-13 Dünya’nın en eski Halısı. Pazırık Halısı adı ile tanınan bu halı Türkistan’da Pazırık yöresinde bir kurganda bulunmuş ve Leningrad Müzesinde saklanmaktadır. Türk motifleri ile dokunmuş bu halının bir Türk eseri olduğuna Batılılar, M.Ö-300 yy ‘da göçebe bir toplum olan Türlerin bu halıyı dokumasının olanak dışı olduğunu ileri sürmektedirler. O yıllarda Türklerin göçebe bir toplum olduğu da onların tezleridir. Bu ve buna benzer buluntular artıkça gerçekler gözler önüne serilecek ve tarihimiz yeniden yazılacaktır.
Resim-14 Halı Dokuma Atölyesi çalışanları, yurdun çeşitli yörelerin halılarını ortaya serdiler. Hepsi birbirinden ilginçti. En çok ilgiyi çeken halı ise 4 metre kare büyüklüğünde ve 50 bin lira değerindeki bir ipek halıydı.
Halı Atölyesindeki izlenimlerimiz de tamamlandıktan sonra vasıtalarımıza bindik ve otelimize döndük. Akşam yemeğini otelde yedikten sonra Harmandalı adlı bir lokantada Türk Gecesi adlı bir programa katılmak üzere vasıtalarımıza bindik. Rehberliğini Süheyla Hanım’ın yaptığı gruptaki arkadaşlarımızın vasıtaları ATM’den para çekeceklerinden bizden 10 dakika önce hareket ettiler. Büyük bir Puf taşı kütlesinin içi oyularak lokanta haline getirilmiş olan Harmandalı adlı bu yerde bize ayrılan masaların en iyi yerleri ATM’ci arkadaşlarımızca doldurulduğu görüldü. Bizler ve masaları ayrılmış diğer turist konuklar da yerlerini aldıktan sonra içki ve meşrubat servisi yapılmaya başlanıldı. Yerli içkiler sınırsız, yabancı içkiler ise ücret karşılığıydı. Masamdaki arkadaşlarım ile birer kadeh Rakı ve çerezi ile yetindik. Programda Mevlevi ve Alevi Semah gösterilerinin başka profesyonel sanatçılar, ülkemizin çeşitli yörelerinden halk oyunlarımızı canlı müzik eşliğinde sundular. Türk Gecesi olur da Oryantal olmaz mı? Birkaç genç hanım dansöz kıyafetleri içinde dans gösterilerini yaptılar. Her gösteri izleyiciler tarafından beğenildi ve çılgınca alkışlandı. Benim hoşuma giden ve duygulandıran gösteri ise Mevlevi ve Alevi Semahlarını, özel kıyafetleriyle sanatkârların müzik eşliğinde birlikte sunmalarıydı. Sanatkârların dikkatlerinin dağılmaması için resim çekilmesi yasak olduğundan görüntüleri buraya koyamadım. Yalnız lokantanın iç durumu hakkında bilgi edinilmesi için sitelerinden aldığım bir resmi paylaşıyorum.
Resim-15 Türk Gecesi olur da Oryantal olmaz mı? Profesyonel sanatkârlar bu ilginç yerde bizlere ve yabancı turistlere ülkemizin çeşitli yörelerinden halk oyunlarımızı başarı ile sundular. Mevlevi ve Alevi Semazenlerin müzik eşliğinde birlikte yaptıkları sema çok hoşuma gitti ve duygulandım.
Eğlencenin sonlarına doğru orkestranın Ankara Misket Havasını çalmaya başlaması üzerine masaları önünde oynayan Abdullah ve Eşi Gülten Hanım, alkışlarımızca sahneye davet edildiler. Sahnede oynamaya başlayınca başta Avni ve Sevgi Akın ile Metin ve Serap Gültekin çiftleri olmak üzere birçok arkadaşımız da sahnede yerlerini aldılar. Arkadaşlarımın ve sanatkârların bu Türk Gecesi eğlencelerine ben de bir Uygur Şarkısından esinlenerek yazdığım bir şiirle katılmak istiyorum:
SELAM
Selam ülkem, selam sana halkım,
Gönlümden binlerce size saygım,
Sevgim, şefkatim hep sizlere olsun.
Sizi söyler; oyunum, şarkım, sazım.
Sizinle birliktedir; kışım, baharım,
Güzel bir cennettir; temmuz, yazım,
Sizinle birlikte yüceldim, uslandım
Sizinle birlikte ne kadar güzel ikbal,
Sizinle birlikte göklere kanatlandım,
Sizsiz olamaz, hiç kimseye istikbal.
Selam ülkem, selam sana halkım.
Gönlümden binlerce size saygım,
Siz var oldukça Fevzi, ancak vardır.
Sizsiz olanlara, en içten kan ağlarım.
Güzel bir gezi, güzel bir eğlence ile noktalamış oldu. Eğlence bitince birlikte vasıtalarımıza giderken neşemize de diyecek yoktu. Vasıtalarımıza binerek ötelimiz önünde indik ve Rehberimiz Serap Hanım’a yakın ilgi ve hizmetlerinden dolayı teşekkür edip vedalaştıktan sonra odalarımıza dağıldık.
Ertesi günü açık büfe şeklindeki otelimiz lokantasında kahvaltımızı yaptıktan sonra otel önünde toplanmaya başladık.
Resim-16 Dönüş günü sabahı kahvaltıdan sonra otel önünde toplandık ve son bir görüntü aldırdıktan sonra yurdun çeşitli yöresine gidecek arkadaşlarımızla vedalaşıp Kayseri’ye doğru yol almaya başladık.
Yurdun çeşitli yörelerine gidecek arkadaşlarımıza veda ederek İstanbul –Sabiha Gökçen Hava Alanına gidecek olan bizler vasıtalara binmeye başladık. Rehberimiz ve vasıtamız değiştiği için bu sefer orta sıralarda boş bir sıraya oturdum. Sonradan arkadaşların boş yer göstermeleriyle yanıma arkadaşımız Filiz oturdu. Yeni Rehberimiz Süheyla Hanım yerine oturduktan sonra da vasıtamız hareket etti. Süheyla Hanım da geçtiğimiz yerler hakkında bilgiler vermeye başladı. Hava açık olduğu için bu sefer heybetli ve yüksek Erciyes Dağı’nı bembeyaz bir örtü ile kaplanmış olduğunu gördük. Bir ara Süheyla Hanım özetle:
-Yabancı turistleri gezdirip onlara yöre hakkında bilgiler verirken “Biraz da Ermenileri nasıl kestiniz, buralardaki Hıristiyanları nasıl yok ettiniz? Biraz da onlardan bilgi verin”. Diye hoş olmayan bazı sorular ile karşı karşıya kalıyorum. Bu şekildeki soruları; ben bir rehberim, tarihçi değilim. Bu şekildeki sorularınızı tarihçilere sorunuz diye cevaplamak zorunda kalıyorum diye bir serzenişte bulundu. Mikrofon uzak olduğu için itirazımı yapamadım. Filiz ile bu durumu konuşurken uzun yıllar Amerika Birleşik Devletleri’nde çalışmış olan Filiz de:
- Ermeni Soykırım hikâyesini Amerika, Demokles’in Kılıcı gibi Türkiye’nin üzerine tutuyor ve istediklerini yaptırıyor. Türkiye’ye taraf olup Ermenistan’a ne yaptıracak ki? Dedi. Düşüncesi yabana atılır cinsten değil, doğruydu.
Vasıtamız Kayseri Hava Alanı’na yakın bir yerde pastırma, sucuk satan bir mağazanın önünde mola verince arkadaşlar alış veriş için mağazaya girdiler. Yıllardır bu ürünlere perhizli olduğum için ben de çay bahçesine yöneldim ve kahvesini yudumlayan Rehberimiz Süheyla Hanım’ın masasına oturdum. Kendileriyle sohbet ederken:
-Yabancı turistlerin “Ermeni Soykırımı” hakkındaki soruya verdiğiniz cevabı ben yeterli bulmuyorum. Siz de o soruyu sorana: Sizin ülkeniz sınırlarında 7 devletle savaşırken çok değer verdiğiniz bir azınlık, düşmanlarınıza yardım eder, sivil halkı işkenceler ile öldürür ve yöneticilerinizin tüm ikazlarına aldırmaz ve vahşetlerine devam ederlerse; acaba sizin ülkeniz bu vatandaşlarınızın yerini mi değiştirir yoksa tümünü diğer tarafa mı gönderirdi? Şeklinde bir cevap verebilirdiniz diye söyledim. Bunun Üzerine Süheyla Hanım:
-Bu insanlar o kadar bilenmişler ki, beni Ermeni düşmanı diye görürler, grup karışır ve şikâyet ederek işime son verdirirler. Bu konuyu daha yumuşak şekilde anlatsam bile bir şey değişmez. Çünkü yıllarca bu insanların kafasına bu konu yerleşmiş. Bu inancı kafalardan söküp atmak benim ne görevim de yetkim içindedir. Dedi. Ben de:
-Kusura bakmayın, tüm bunlar deneyim meselesi. Özür dilerim, dedim. Sonra vasıtamıza binerek hava alanına geldik. Sorunsuz olarak uçağımıza bindik. Koltuğum pilot mahallinin hemen arkasındaydı, yanımda iki yaşlı köylü hanım vardı. Durumu gören arkadaşlar:
-Bakıyorum torpilli yeri kapmışsın diye dalgalarını geçtiler. Ben de:
-Meslek meselesi, rotamızı demin imzaladım, biraz sonra havalanıyoruz diye cevap verdim. Sonra Süheyla Hanımla konuşmayı düşündüm. Nazım Hikmet’in:
“Ben yanmazsam,
Sen yanmazsan,
Biz yanmasak;
Karanlıklar nasıl aydınlanacak?”
Bir şiirindeki yukardaki kıtayı anımsadım. Ayrıca Anadolu’daki Hıristiyanların nerede sorusuna da Resim-7 ve Resim -8 cevap vermektedir. Bu ailelerden biri olan kendi ailemin de 16.yy.da Müslümanlığa nasıl geçtiğini düşünürken uçağımız Sabiha Gökçen Hava Alanı’na inmişti bile. Valizlerimizi aldıktan sonra arkadaşlarımızla başka bir toplantıda görüşmek üzere vedalaştık.
Bu güzel geziyi tertip eden başta Metin ve Şenay Çitçi çiftine, Dijon Firması yetkililerine ve rehberlerimize tekrar ayrı ayrı teşekkür ediyorum.
Fevzi Durmuş
Yakacık-13.06.2015
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.