- 561 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
Öğretmenlikte Acı Zamanlar (b.ö.r.-25-
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Yurdumuz, yemyeşil ovaları, mor dağları ve sarı platolarıyla olabildiğince büyük bir ülke. Üç tarafımızda denizlerimiz ve uzun vadileri geçerek denizlere ulaşan akarsularımız var. Açık havalarda gökyüzü kaplayan sıklıkta yıldızlar örneği yurt sathına yayılmış sayıları kırk binleri geçen köylerimiz. Köylerimiz uzak uygarlık nimetlerinden. Çoğunlukla mahrum kalmışlar yüz yıllar boyunca; kentlerin eriştiği az da olsa erinç düzeyinden. Işıksız, yolsuz, susuz, doktorsuz yaşamış milletin efendisi, çalışan, üreten köylü insanımız. Fiziksel gücünü sonuna kadar kullanmış tarlada-bağda, bahçede. Bilgiden, aydınlanmadan yoksun yaşamış köylümüz çoğunlukla.
İşin bir garip tarafı da şöyle; yoksulluk kader diye beyinlere nakşedilmiş. Benim garip, verileni itirazsız, sorgusuz kabul eden elleri nasırlı insanımın şu düşünceye körü körüne bağlı olduklarını kaç kez dinledim: “Bu dünyada Müslümanlar çile çekecek, bin bir yoksulluk içinde yaşayıp, öbür dünyada rahata kavuşacaklar. Cennet’te altlarında ırmaklar akan yemyeşil ağaçlar arasında, en nadide yiyecekleri tadarak yaşayacaklar. Bu dünya gayrimüslimler içindir. Gayrimüslimler bu dünyada rahat yaşıyorlar. Lakin öbür dünyada onlar cehennemin en diplerinde yanıp tutuşacaklar. Bu dünya neyimize? Bizlere fazla çalışmak gerekmez! Asıl olan, ebedi kalacağımız öbür dünyadır. Bu dünyada ne kadar çile çekersek öbür dünyada o oranda rahat yaşayacağız.” Maalesef bu skolastik, çağdışı düşünceyi savunan nice koca koca adamlarla karşılaştım uzak köylerimizde.
Mollalar, uzun yıllar boyunca çoğu kere uzun kızılcık sopalarıyla çocuklarımıza günlük ibadetlerine yetecek kadar namaz surelerini öğretmişler. Kutsal kitabımızı hatmedenler olsa bile, sure ve ayetlerin meal ve tefsirini bilmeden dini görevlerini yapmaya çalışmış bu topraklarda insanımız tıpkı yirmi birinci yüz yılda olduğu gibi.
Öğretmenlik yaptığım divanın bir köyünden bir imam arkadaşla sohbet ediyoruz. İmamımız yıllarca il devlet hastahanesinde kadrolu görev yapmış. Hocam diyorum, “ İnsanlarımız camilere gidiyor, ibadet yapıyor, hutbe dinliyor. Namaz surelerini okuyor. Okudukları surelerin meallerini ne ölçüde biliyorlar? Mevlana diyor ki, ibadetin en alt düzeyde yapılan biçimi, okunan surelerin anlamını bilmeden yapılan ibadettir.” Siz bu durumlar için neler söylemek istersiniz? İman arkadaşım dürüstçe ve açık kalplilikte anlatıyor:
“Öğretmen bey, babam beni daha çocuk yaşlarımda hafız kursuna gönderdi. Hafız oldum, yıllarca da imamlık yaptım. Ne yalan söyleyeyim. Hiçbir surenin mealini ve tefsirini yapacak bilgim yok. Öyle bir eğitim almadım…” İmamın bilgi düzeyi böyle olursa sade vatandaşın halini nasıl betimlemeli. Köylümüz hastası için doktor yerine mollalara koşmuş yıllar yılı. Dertlerine çareyi ilaçlarda değil muskalarda aramış. İşte, cehaletin, bilgisizliğin kol gezdiği güzel yurdumun böylesi yerlerinde çalıştık köy öğretmenleri olarak. Bilimin aydınlığını yansıtma uğraşı verdik uzak köylerde, köy öğretmenleri olarak. İlginç olaylarla baş başa kaldık.
Daha yirmili yaşlara adım atmamış çiçeği burnunda iki öğretmeniz Trabzon’daki köyümde. Aya çıkılalı birkaç yıl olmuş. Velilerimizle bir sohbet anında aya Amerikalıların insan indirdiğinden bahsediyoruz. Velilerimiz hemen itiraz ediyorlar: “Olur mu böyle bir şey, hiç aya çıkılır mı? Eğer öyle olay olsaydı imamımız muhakkak bu konuda bizlere bilgi verirdi…”Diyorlar. Bizler genç öğretmenler, “Madem bize inanmıyorsunuz, Cuma günü namaz çıkışı aynı konuda imamla tartışalım.” diye ortaya çıkıyoruz. Uygar dünyanın bildiği bir gerçeği imama ve cami cemaatına anlatacağız. Köyde okulun açıldığının daha ikinci yılı. Halk öğretmene ne kadar inanır. İmam onların her şeyi; doktoru, hâkimi… Tehlikeli sularda kulaç atıyoruz. Gençlik. Vatandaşlarımız yemeden içmeden konuyu imama götürüyorlar. İmamımız, altmışlı yaşlarında, güler yüzlü, hoş sohbet bir din adamı. İmam, ayın fethi konusunu kısa süre içinde ilçede müftüye danışıyor. Böylece aya çıkıldığını gerçeğini öğrenip bu bilgiyi velilerimizle paylaşıyor. İmamın bu güzel çabasını daha sonra öğreniyoruz öğretmen arkadaşımla. Böylece konu aydınlığa kavuşmuş oldu. Cami kapısında tartışma durumu yaşanmadı. Aynı konu Kocaeli’ndeki köylülerimle de gündeme geldi. Ülkemizin batı bölgelerinde yaşayan insanımızın cehaletle savaşta mesafe kat ettiği zannederdim. Maalesef Kocaeli’ndeki köylülerimde aya çıkıldığından bi haberdi.
Bilgiden bu derece uzak köylerde en heyecanlı, dinamik gençlik yıllarım geçti. Kitaplardan ve öğretmenlerimden öğrendiğim makbul fikirlerle yüz yıllarca geri kalmış köylerimde ışık olmaya çalıştım. Yurttaşların devlete karşı görevlerini bir çırpıda sayar her vatandaşımız. Vergi vermek, kanunlara uymak, seçimlerde oy kullanmak ve de askerlik yapmak. Halkımız bu görevleri seve seve yapar. Babam İkinci Dünya Savaşı yıllarında askermiş, tam otuz altı ay askerlik yapmış. Nihayet uzun askerlik yıllarını tamamlayarak köyüne dönmüş. Benim ise uzak köylerdeki çilemin biteceği yoktu.
Yolsuz, susuz, her olanaktan yoksun uzak köylerde yetesiyeden kat kat fazla çalıştım. Dört kişilik bir aile olduk. Diyebilirim ki, değil Kocaeli’nde yurdun hiçbir okulunda yok benim hücre boyutunda, dar lojmanım örneği küçücük bir lojman.
Köyde kira ödeyip taşınacağım bir evde yok. Bir akrabam ziyaretime geldiğinde durumumu gözlemleyip garip bakışlarından halime acıdıklarını hissediyorum. Ziyaretçilerimin karşısındaki mahcubiyetimi anlatamam. Tüm olanaksızlıklar içinde yaşadığım yılların bir sonu olmalı artık diye düşünüyorum. En azından ulaşımı olan ve de barınacağım bir konut bulacağım köylere tayın istiyorum sene sonlarında. İl, ilçe merkezlerine atanma yaptırmamın olanağı hiç yok. Merkezde çalışan stajyer veya birkaç yıllık meslektaşlarım var. Onlar mevcut iktidarın has adamları. Milletvekilleri ve bürokratlarla sorunlarını kolayca çözebilmişler…
Yeni bir eğitim-öğretim yılı başında tayin dilekçeme verilen yanıtla karşılaşıyorum: “ Yerinize öğretmen bulunamadığı için tayininiz yapılamadı…” Konuşmalarında, Yeşilçam jönlerine öykünen, “Nevetli, nayırlı” ilköğretim müdürümüzden başka bir yanıt beklemek aslında saflık olurdu benim için. Oysa her yıl il dışından onlarca öğretmen atanıyordu ilimize. Köyde, sorunsuzca görev yapan beni niçin alsınlar! Köyün vasıtası yokmuş, lojmanı darmış kimin umurunda! İstemlerim karşılanmamış, moralsizce mesleğe devam ediyorum. Beni mutlu eden tek olgu; bir gül bahçesi güzelliğindeki sınıfım ve öğrencilerimle bir arada olmak. Ayrıca okuduğum romanların gizemli dünyasına dalmakla günlerim geçiyor.
Okuluma en yakın komşu köyde çalışan meslektaşımla arkadaşlıktan öte bir dostluk ilişkisi içindeyiz. Ailece görüşüyoruz. Dostuma Almanya’da çalışan bir akrabası küçücük bir televizyon getirdi. Akü ile çalışan küçücük televizyonu izleme olanağı buluyoruz çoluk çocuk. O yıllarda kendi evimde ailece televizyon izlemeyi ne büyük bir özlemle hayal ederdim. Çalıştığım uzak köylere elektrik gelmesi için daha nice yıllar geçecekti. Almanya’dan benim için bir kasetçalar siparişi verdik. Kısa sürede yeni aparatıma kavuştum. Kasetçalara şiirler okuyorum. Okuduğum şiirleri zaman zaman dinliyorum. Anadolu’nun uzak bir köyünde hastalanıp ölen Şefik Sınığ adlı meslektaşımın ölüm anında son sözleri, “Bana çiçek getirin, öğrencilerimi getirin.” tümcesinden esinlenerek Ceyhun Atuf Kansu’nun yazdığı Dünyanın Bütün Çiçekleri adlı şiirini de kasetçalarıma okuyorum. Yaşamım, şiirde işlenen öğretmenin yaşamıyla bire bir örtüşüyor. Ara ara kendi sesimden, “Yalnız kaldım, çile çektim ama yaşadım,/Bilir bunu köyler…”mısralarında betimlenen olguları ben de aynen yaşıyorum…
Yetmişli yılları bitiriyoruz. Yüzden çok yurttaşımızın katledildiği Maraş olayının yıl dönümünde meslek örgütümüz katledilen insanlarımızın anısını yaşatmak adına bir günlük ders bırakma, boykot kararı almış. O yıllarda Türkiye’miz çeşitli siyasi görüşlerin bir canlı arenası. Yasal örgütümüz Töb-Der’de de farklı görüşler var. Çevre köylerdeki tüm öğretmenler örgüt üyesi. İl ile iletişim kısıtlı. Merkez köyde bile telefon yok. İlden haber geldi. Bizlerin desteklediği gurup boykota katılmıyor. Sadece benim divanımda çalışan meslektaşımın gurubu boykota katıldığı haberini aldık. Boykot günü bizler normal sınıflarımıza girdik. Senede ziyaretimize hiç gelmeyen ilköğretim müdürü ve yardımcıları köyleri bir bir dolaşıp durumu kayıt altına aldılar. Boykota katılan arkadaşlarımız o yıl derse sokulmadı. Maaşlarının yüzde yetmişi ödendi. Divanımdaki arkadaşın yerine köyümde oturan genç bir lise mezunu müdür yetkili öğretmen olarak atandı.
Sınıfa sokulmayan genç ve deneyimsiz arkadaşım bu kez kendi yaptığı, sınıfındaki tarih ve mevsimler şeridi başta olmak üzere bazı araç-gereçlerini sınıftan çıkarmış. Okulun anahtarını muhtarın suratına fırlatmış. Bu kez muhtarda, “Sen de oturduğun lojmanda köylülerin getirdiği odunları yakamazsın…” diyerek çıkışmış. İşler çığırından çıkmış. Divanımızda ve merkez köyün kahvelerinde bu olay konuşuluyor.
İş başa düştü. Muhtarımızla meslektaşımın arasını düzeltmek insanlık borcuydu bir yerde. Tüm iyi niyetimle bir arabulucu, barış elçisi olurum düşüncesiyle komşu köye gittim. Muhtarla, öğretmeni buluşturdum. Meslektaşımın katıldığı eylemle velileri ve öğrencileri karşısına almasının yanlış olduğunu belirttim. Ellili yaşlarını yaşayan muhtarımızın da biraz daha hoş görülü olması gerektiği gibi sözlerle havayı oldukça yumuşattım. Daha sonra iki öğretmen ve muhtar birlikte kahvehanelerin olduğu merkez köye gittik. Akşama doğru bir velimin traktörüyle köye döndüm. Yolda velim, “Hocam, iki öğretmen ve muhtar baş başa vermiş hayli konuştunuz. Yoksa açığa alınan öğretmenle ilgili miydi konuşma konunuz?” türünden sorular sordu. Kısaca, milletin ağzında sakız olan konuyla ilgili konuştuğumuzu söyledim ailece de görüştüğümüz ve iki çocuğunu okuttuğum velime.
Ertesi gün Pazar. Yine merkez köyde arkadaşlarla buluştuk her pazar buluşmamız gibi. Öğleden sonra köye döneceğim. Benim köyümde oturan muhtarın amcasının oğlu Nuri amcamızla karşılaştım. Nuri amcamız, gençlik yıllarında kendi köyünde bir cinayete neden olup yıllarca hapis yatmış birisi. Altmışlı yıllarını yaşıyor. Köyde eşiyle ziyaretime geliyor. Ailece görüşüyoruz. İlişkilerimi tüm velilerimle gayet düzeyli tutuyorum. Muhtarla öğretmen arasındaki nahoş durumun tamamen normalleşmesi için Nuri amcamızın da olumlu katkısı olur diye düşündüm. Yanına yaklaştım. Selam-sabah demeye kalmadı. Fırtınalı havalarda Karadeniz’in kabarması, hırçın dalgalarla sahilleri dövmesi örneği Nuri amcamız hırçınlaştı; yüzünden düşen bin parça. Başladı saymaya: “Siz iki öğretmen, dün muhtarı dövecekmişsiniz. Bakalım siz Kürtler mi kabadayı biz mi kabadayıyız…” Oysa ben Artvinli, meslektaşım Ordulu’ydu. Adamcağız, ses tonunu yükselterek saymaya devam ediyor. Bir ara soruyorum, “Bu bilgiyi kimden aldınız?” diye. Yanıt gecikmiyor, “Dün bu köyden traktörle kimle dönmüşsen işte o kişi anlattı bu olanları…” İşler sapa sardı iyice. Bakalım zaman ne gösterecek. Tamamen bir iftiraya uğramıştım. Kızgın ve üzgün bir ruh haliyle köye döndüm. Olayların altından nasıl çıkarım. Kupkuru iftirayı nasıl üzerimden atarım düşünceleriyle sabaha kadar uyumadım dersem yeridir.
Söylemediğim sözleri söyleyip üzerime çamur atan sevgili velimi alıp Nuri amcamıza götürsem teknik hata yaparım. İftira atan adam yalan söyleyebilir. En iyisi muhtarla amcasının oğlu, bana hakarete varan sözler eden Nuri beyi buluşturmak. Eğer muhtar derse ki, benim ya da açığa alınan öğretmen arkadaşımın ağzından hoş olmayan, dövmek, kavga etmek anlamında sözler çıktı, ben çalıştığım köyü terk edeceğim. Başka bir köye atanmamı isteyeceğim. Eğer atanmam yapılmaz ise meslekten istifade edeceğim. Bana iftira atan insanların köyünde artık çalışamam. Bu meyanda ilçeye bir de dilekçe yazıp Nuri beyin kapısına dayandım. Hayret bir şey, bir önceki günün kızgın Nuri beyi gitmiş. Güneşli ve rüzgârsız bir havada çarşaf gibi süt liman deniz örneği sakin ve birazda mahcup bir yüz karşımda. Dilekçemde yazdıklarımı okuyup Nuri beyi muhtara gitmeye davet ediyorum. Gelişen olaylardan üzgün olduğumu ve yazdıklarımla kararlı olduğumu belirtiyorum.
Bu kez babam yaşındaki adam başlıyor anlatmaya: “Hocam çok üzgünüm, zaten senden uygunsuz sözler ummazdım. Bir kere sana iftira atan o sütsüze inandım. Seni kırdın. Bu kez ben hatalıyım. Konuşulanları unut gitsin. Lütfen beni kırma. Muhtara gitmeye hacet yok. Sana inanıyorum. Sen okula, öğrencilerinin başına dön…” Bir taraftan da yenge kocası namına üzüntülerini bildiriyor. Durum aydınlığa kavuşmuştu. Vatandaş bana niçin iftira atmış. Benim her velimle eşit mesafede ilişki kurmam. Onun konuşmadığı komşularla ben de konuşmamalıymışım! Yaşamımda beni en çok üzen söylemediğim sözleri bana yakıştıran bu velimin davranışı olmuştur. Konu kapandı, benim tinsel dünyamda oluşan yaranın kapanması yıllar aldı.
Köyde en büyük mutluluk kaynağım bir çiçek bahçesinden farksız sınıfımın atmosferi olurdu. Yalan nedir bilmeyen, gülünce ağızlarındaki inci aklığındaki dizi dizi dişlerini gözlemlediğim öğrencilerim arasında tüm olumsuzlukları unuturdum. Aynı yılın mart ayında okulumuzun çevresini dikenli tel ile muhafaza altına almayı planladım. Bahçemiz oldukça geniş. Çeşitli ağaçlarla süslü. Özellikle yaz mevsiminde bahçemiz köy sığırları için yolgeçen hanı oluyor.
Bir Cuma günü imamımızın, “Ey cemaat-i Müslim’in, ey ehvanı din…”sözleriyle başlayan hutbesini dinleyerek namazımızı eda ettik. Namazdan sonra daha önceden de haber ilettiğim velilerimle okulda veli toplantısı yaptım. Eğitim-öğretimle ilgili genel bir değerlendirmeden sonra okulun çevre düzeni konusunu görüştük. Sözü uzatmadan iş bölümü yapıldı. Her mahalle üzerine düşen miktarda meşe ağacından sağlam kazık getirecek. İşçilik kısmı para ile yaptırılacak. Tel ve işçi ücretlerinin hesabını yaptık. Toplantıyı tutanakla resmileştirdik. Velilerim, memnuniyet verici biçimde hemen işe başladılar. Mayısın ilk günlerinde işimizin bitirilmesi kararlaştırıldı.
Nisan sonu yaklaşmış. Yaz tatiline sayılı günler var. Komşu köy okullarıyla ortak bir kır gezisi düzenledik. Merkez köyün yakınlarında geniş bir çayırda buluştuk. Beş okulun öğrencileri bir arada. Güneşli bir hava, tatlı bir nisan günü. Sonbaharda ekilen tarlalarda ekinler boy atmış, doğa yemyeşil. Masmavi çiçekler açmış keten tarlaları, nadasa bırakılmış arazilerde allı, pembeli gelincikler gelinler gibi süslü ve narin, hafif esen rüzgârla sağa sola salınıyorlar. Beş okulun öğrencileri hep bir aradalar. Çayırımız çocuk cenneti. İp atlayanlar, top koşturanlar kendi âleminde. Öğretmenler toplanmış sohbete dalmışız.
Ne o, bu gelen iri kıyım, kravatlı bey kim? Kulak memelerinin altına kadar uzanan geniş favorili kişi müfettiş beyimiz. Okulumu teftişe geliyor. Öğrencilerimi arkadaşlara teslim edip bir soluk okuluma gidiyoruz. Müfettiş bey okulun çevresine şöyle bir bakıveriyor. Dikenli tel çekim işi bitmek üzere. Kısaca okulun çevre düzenini velilerimle yaptığımızı anlatıyorum. Sağlam meşe kazıkların uzun ömürlü olacağını konuşuyoruz. Defterler imzalanıyor ve gezi yerine dönüyoruz.
Kır gezisi sofrası kurup, tüm öğrencilerle halka oluşturuyoruz. Haşlanmış yumurta, marul, taze soğan, salatalık, domates, peynir ve köy ekmeği nevalemiz. Domates ve salatalıklardan bir salata yapmak istiyorum. Müfettişimiz, “Gerek yok, her şey doğal…” diyerek yemeğe başlıyor. Öğrencilerin yanında durum pek hoş olmuyor. Umuyoruz ki amirimiz kibar bir edayla, hepimize örnek olacak biçimde yemek yesin. Olsun! Karşıda il valisi yok. Ne de olsa uzak bir köyün, sene de bir kez ziyaretine gidilebilen sahipsiz öğretmeni ve mazlum öğrencileriyle baş başa tüccar tipli kalantor müfettişimiz. Yemekten sonra öğrencilerime usulen sorulan birkaç soru ile teftişim tamamlandı.
Birkaç gün sonra karneleri verip yaz tatiline girdik. Müfettiş raporunu merak ediyordum. Acaba neler yazılmış hakkımda… İlçeden aldığım raporumda altı kırmızı kalemle çizili birkaç tümce gördüm. Köyde çalışırken ağzınla kuş yakalasan eleştiri içerikli altı kırmızı kalemle çizili birkaç cümle yazılırdı. Öğrencilerin akademik başarıları yeterli bulunmuş. Bu kez eleştiri cümlem şöyleydi: “Okulun çevresine dikenli tel çekilme işinin bitirilmesi…” Olanaksızlıklar içinde çalıştığım köylerde beni en çok üzen hak etmediğim eleştirilere muhatap olmaktı. Öykümde anlattığın hoş olmayan, iyi niyet kurbanı olarak bazen de hiç hak etmediğim olaylarla karşılaştığım acı zamanlarım da oldu…
YORUMLAR
Yurdumuz, yemyeşil ovaları, mor dağları ve sarı platolarıyla olabildiğince büyük bir ülke. Üç tarafımızda denizlerimiz ve uzun vadileri geçerek denizlere ulaşan akarsularımız var.
Ne güzel anlatım öğretmenlik anılarınızı...
(Yurdumuzun her noktası başka güzel böyle güzel öğretmenlerimiz olduğu müddetçe daha da güzelleşiyor. Neler yaşıyor insan efendim acı talı hatıralarla. Tebrik ederim...
Emeğe Saygımla...
İBRAHİM YILMAZ
teşekkür ederim yüce gönlünüze. bu yazım aynı zamanda günün yazısı seçilmiş edebiyat defterinde 16.07.16 günü itibarıyla.
selam-saygı ve sevgiler iletiyorum yüce gönlünüze.