- 673 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Okullardaki Zamanlarım Tatil Mevsimim Oldu Yıllarca (b.ö.r.-24-)
En mutlu olduğum zamanlarım okulda, sınıfta, öğrencilerim arasında olduğum anlar olmuştur yıllarca. Sene başında okulun ve sınıfın fiziki koşullarını iyileştirmek az da olsa problem oluşturur. Köy okulu, uzun yaz boyunca, öğrenci ve öğretmene hasret, gurbetten dönecek yavuklusunu bekleyen taze gelinler örneği boynu büyük bekler öğrenci ve öğretmenini. Kentlere uzak köylerde çalışan her öğretmen gibi ben de yaz tatilini baba vatanımda geçirmek üzere okulumdan ayrılırdım. Eylülde okuluma döndüğüm zaman çoğu kez sınıfların bazılarının camlarını kırılmış olarak bulurdum. Köydeki bazı hayta çocuklar camları kırıp sınıflarda araç ve gereçlere zaralar verirlerdi. Eylül başlarında okuldaki kırık-döküklerin tamiri için ayrı bir mesai harcamak gerekiyordu hemen hemen her yıl. Yakacak sorunu da çözüme kavuşturduktan öte sene başı işleri yoluna girmiş olurdu…
Öğretmenliği icra ettiğim bu ikinci okulumda beni en mutlu eden bir olgu vardı. Okul yaşı gelen her öğrencinin kız-erkek kaydını sorunsuzca yapabiliyordum. Güzel Anadolu’muzun Doğu, Güney-Doğu Anadolu ve Karadeniz Bölgesinin iç kısımlarında çocuklarımızın okula devam sorunu bir türlü çözüme kavuşturulamadı. Yarının anneleri olacak sevgili kız çocuklarımızı bir türlü okula aydınlığa erişemedi. Oysa cumhuriyetimizin yaşı yarım asrı kat etmişti. Kars’ta, Van’da hatta Hakkâri ilinde çalışan meslektaşlarımla mektuplaşırdım. Bana sürekli okullarındaki olanaksızlıklardan, tezekle soba yaktıklarından ve özellikle kız öğrencilerini okula alamadıklarından yakınırlardı. Benim en azından yakacak ve devamsızlık sorunum yoktu en azından.
Kocaeli, İstanbul’a komşu. Türkçemizin en güzel konuşulduğu il kuşkusuz dünya cenneti İstanbul’umuz. İzmit’te de konuşma dili düzgün. Kusursuza yakın. Siyah önlükleri, beyaz yakalıkları ve kız öğrencilerimin başlarına taktıkları renkli kurdelaları ile sınıfım bir çiçek bahçesi görünümünde. Hele bir de tatlı konuşmalarıyla, şakıyan bülbüllerden farksız benim sevgili öğrencilerim. Beş sınıf bir arada. Okulun açıldığı ilk günlerde adeta kalp atışları hissedilen okula yeni başlayan birinci sınıflar. Diğer yanda hayli boy atmış, dört ve beşinci sınıflar. Hepsi bir başka güzel, boy boy öğrenci topluluğu.
Sene başı veli toplantısında isteklerimi velilerle paylaşıyorum. Hafta içinde yaptığım tırnak, saç ve elbise yakası kontrollerimde öğrencilerimin temiz olmalarını hatırlatıyorum. Devamsızlık ve derse geç kalma olgusunun okulumuzda yaşanmaması gerektiğini söylüyorum. Velilerimle adeta pazarlık yaparcasına şu konuyu özellikle belirtirdim. Veliler, veli olarak görevini yapacak. Çocuklarıyla gereği gibi ilgilenecek. Zaman zaman okula gelip çalışmalarımızı gözlemleyecek. Ben de öğretmen olarak görevimi en iyi bir biçimde yapmaya çalışacağım. Sıkıntılarımız olursa birlikte çözün üreteceğiz sorunlara. Merkezden uzak, kuş uçmaz, kervan geçmez köylerde çalışırken en büyük amirim vicdanımdır ilkesini kendime rehber edinmişim. İstemeyerek te olsa ufak bir haksızlık yapsam vicdanım beni rahat bırakmaz, gecelerim bana zindan olur.
Vicdan azabıyla ilgili Tolstoy’un Diriliş adlı yapıtını hiç unutamam. Bir Rus aristokrat gencin kavak yellerinin başında estiğ bir döneminde işlediği bir hatayı giderme, kendini affettirme çabaları anlatılır bu romanda. Bir insana haksızlık yapmanın, onun yaşamını karatmanın ne fena bir davranış olduğunun hazin öyküsünü anlatılır. Etkisini yıllarca unutamadım bu güzide eserin. Vicdan azabının ne demek olduğunu bu kitapla adeta beynimin en uç hücrelerine işlendi. O bağlamda istemeyerek te olsa vicdan azabı hissettirecek olaylara karışmak insanı hep rahatsız eder. Günlerce uykusuz bırakır. Bunun için yaşam felsefemin içine insanlara haksızlık yapmamayı kendime ilke edindim. Hele biz öğretmenlere teslim edilen günahsız yavrulara gereği gibi ilgi göstermemek affedilmez bir olgudur. Gerçi çalıştığım bölgede çevre okullarda öğretmen-veli sürtüşmeleri ara ara olmuyor değildi. Mazeretli, mazeretsiz mesaiyi aksatan meslektaşlarım oluyordu. Köylüler imzalı-imzasız dilekçelerle hemen ilçeye öğretmeni şikayet ediyorlardı. Toplantılarda ilköğretim müdürümüz öğretmen şikâyetleriyle ilgili bir hayli, çoğu imzasız dilekçelere muhatap olduğunu anlatıyordu.
Bu konuda vatandaşların tarafsız olduklarını söylemek olası değil. Zaten imzasız dilekçeler durumu aydınlatıyordu. Ülkede Maraş olayları yaşandı. Üye sayısı en kalabalık öğretmen örgütü bu olayların yıl dönümünde Maraş katliamını protesto boykotu yaptı. Boykota katılan arkadaşlar açığa alındı. Köylüler açığa alınan arkadaşları vatan haini, kızıl komünist diye görmeye başladı. Mevcut hükümet basın-yayın yoluyla gerçekleri saptırmada eline su dökülmez bir başarı sağlıyordu. Hatta dönemin Milli Eğitim Bakanı’nın sol görüşlü öğretmenleri “parkalı anarşist” diye yaftaladığı bir dönemdi yetmişli yılların sonları. Kişisel olarak düşüncem, ben devrimciyim diyen bir öğretmen önce sınıfında devrim yapmalı. Ben devrimciyim, hem de Atatürk ilkelerini savunan bir devrimci. Devrimciler, öğrencilerini en güzel ve başarılı bir biçimde yetiştirmeli. Onların, okuyan, sorgulayan birer yurttaş olarak yaşama başlamalarına çalışmalı. Çalışmalarında çevreye örnek olmalı, cehalete, karanlıklara karşı yapılan savaşta ışık olmalı. Mesai saatlerini sonuna kadar değerlendirmeli. Öğretmen şikâyetleri konusunda muhtarımız şöyle bir laf etti bana:
“ Öğretmenim sizi niçin şikâyet edeyim. Okulun yanındaki yoldan müteakip defalar her geçişimde sizi sınıfınızda görüyorum…” Üç okullu köyümüzdeki öğretmen arkadaşlarla muhtarımız arasında sürtüşmeler eksik olmuyordu.
Sınıfımda öğrencilerim arasında olmakla uçsuz mutluluklar yaşadım, yaşardım. Yalansız, riyasız bir dünyada yaşayan öğrencilerin dünyalarına girebilmek onların sevinç ve acılarını paylaşmak ne tanımsız bir güzelliktir. Çocuklara gelecek günler adına ümit aşılamak, arkadaşlık ve dostluk duygularının hoşluğunu öğretmek ve yaşamak en birincil ilkelerim arasında olmuştur. Alın teri ile kazanç elde etmeyi, başkasının emeğine saygı duymayı ve yapılan her işte, uğraşta adil olmayı düstür edinmenin önemi vurgulanarak yapılan çalışmalarla okulda, çevrede sevilmemek ne mümkün. Tüm çalışmalarda ve uygulamalarda gün gün insan ilişkilerinin sürekli iyiden, doğrudan ve güzelden yana geliştiğini gözlemlemek ve yaşamakla elde edinilen mutluluk hiçbir maddi değerle ölçülemez. Öğretmen-veli ve öğrenci arasındaki ilişkileri karşılıklı saygı-sevgi ve hoşgörü içinde tutma ve yaşatma anlayışımla okul yıllarım benim için sürekli birer bayram sevinci mutluluğu içinde geçerdi. Zihnen ve beden yorulduğum vaki değildir.
Asıl ağır çalımları yaz tatillerinde doğduğum topraklarda yaşardım. Çoğu kez iptidai koşullarla doğa ile yapılan savaş öğreği mücadelelerde ölümüne uğraşlar içinde olduğum çok olmuştur. Önceki yazılarımda mısır çapalamalarından, yaylacılık meşakatlarından dem vurdum. Çayır ve tarla işlerinden, harmanda hasat çalışmalarını ve saman tozunun dayanılmaz yakıcılığını anlattım. Tüm bu işlerde çıkarsız dostlarımız, ağzı var dili yok öküzlerimizin ne kadar ağır yükler taşıdığı birer canlı vakaydı.
Köy öğretmenliği yıllarımda çocuklarım küçük, ayda bir kez kente inme şansım oluyor. Sosyal yaşamsız, masrafsız bir yaşam tutturmuşum. Uzun kış günlerinde komşu ziyaretleri, okunan romanlar ve de bir transistörlü radyo ile zamanı değerlendiriyorum. Maaşımdan biriktirdiğim paraları eksiksiz babama teslim ediyorum. Daha yirmili yaşlarda bir genç olarak para kazanmak, birikimini anne-babaya aktarmakla büyük bir haz yaşıyorum. Köyümde babamın koyunları-sığırları, kurulu düzeni yerli yerinde. Ev işlerinin çevrilmesi gerek. Ayrıca kışlar uzun ve soğuk, ekim sonunda beyazlara bürünen doğa ancak nisan sonunda yeşilleniyor. Kışlık odun tedariki gerek. Anne ve babalarımızın tüm işlerine seve seve koşmak bizim kuşaktaki çoğu gençler için kutsal birer görevdi köyümüzde.
Temmuz ve ağustos aylarında bozuk, sisli puslu havalarda babamla kış yakacağı için odun tedarik işine girişiyoruz. Bin dokuz yüz yetmişli yıllarda ormanlarımızdaki köknar ağaçlarına bir böcek musallat oldu. Sapasağlam ağaçların yerden birkaç metre yüksekliğinden gövdesine saldıran bir böcek; burgu örneği ağacı delip özüne ulaşıyor. Güzelim gencecik ağaçlar gün gün kuruyor, ölüveriyor. Havisi belli olmayan bir rivayete göre bu zararlı böceği kuzey komşumuz ülkemize bir biçimde postalarmış… Kuruyan ağaçlar bizler için kış odunu oluşturuyor. Ormanın değişik yerlerinde böylesi kuru ağaçlar hayli fazla. Orman idaresi sonbaharda kışlık odun ihtiyacı için ruhsat veriyor. Lakin ruhsat zamanını bekleyen kim? Gecenin bir deminde, ormancıya ve mühendise yakalanmadan kuruyan ağaçları kesip, apar topar eve taşımak olası.
Köyümüzün ünlü çayının karşı yakasında büyük bir çayırımız var. Havalar uygun giderse iki haftada ancak bu büyük çayırın otlarını biçim, toparlamak mümkün oluyor. Ağustos ortaları, çayırdayız. Evimizin olduğu yakada, hemen karayolunun üzerinde kurumuş bir ağaç gözümüze batıyor. Ağaç adeta, “ Kim erken gelir beni keserse ben onun nasibiyim.” Diye bizlere haber gönderiyor. Babamla karar veriyoruz. Ramazan ayındayız. Savur’dan sonra balta-hızar biz ağacın yanına varacağız. Kayınpederimin öküzleri bizde. Eşim ve gelinimiz, bizden yarım saat sonra iki kağnı arabasıyla yanımıza gelecekler. Kısa sürede kurumuş ağacı kesip eve taşıyacağız. Kararımızı uygulamaya koyduk. Babamla, ha babam de babam ağacı hızarladık. Hemen hemen yarım metre çapında bir ulu köknar. Evdeki söz ormanda geçmedi. Ağaç bir türlü devrilmiyor. Elimde urgan çabucak ağaca tırmanıyorum. Babam telaşlanıyor, “Aman, ağaç aniden devrilir altında kalırsın, yapma…” Köyde, kesilip aniden devrilen ağaçların altında kalıp ölen insanlarımız olmuş geçen yıllarda. Gençlik var serde, ayrıca amatörce çeşitli sporların içinde olmuşum. Ağaç devrilirken aksi yöne atlarım düşüncesiyle en ufak bir korku hissetmiyorum. Derken ağaca tırmandım birkaç metre. Urganı bağlayıp yere atladım. Zor bela yolun ortasına ağacı devirdik. Bu arada kağnılarımızda yanımıza yanaştı. Göz açıp kapayıncaya kadar koskoca ağacı kesip, budadık ve arabalarımıza yükledik. Eve vardığımızda etraf henüz yeterli aydınlanmamıştı. Bu arada otantik deyişle ter tırnağımızdan çıktı.
İlk gençlik yıllarımın emektar öküzlerimizi Ardahan hayvan pazarında sattığımızı bir önceki öykümde anlatmıştım. Bu arada babam aynı yaz genç ve sattığım hayvanlardan daha cüsseli, güçlü kuvvetli bir çift öküz aldı. Çift-çubuk işlerini bu hayvanlarla yapıyoruz. Evimizin karşısındaki ormanın yukarılarındaki sırtın arka yüzünde kış odunu için bir ağaç kesmiş babam. Bu kez o ağacın bir biçimde eve nakli gerekiyor. Yine sisli, puslu bir güne uyanıyoruz. Geceden saatlerce yağmur yağmış, yerler ıslak. Genç ve kuvvetli öküzlerimiz, zincir, kayış ve boyundurukla ormana yollandık. Hedef sırtın arka yüzündeki yerde yatan ağaç. Ağaç tepenin arka tarafında, sırtın güney yüzünde ve yedi sekiz metre aşağısında. Toprak genelde çıplak, adeta kum ve çakıl karışımı ve kaygan. Yanımızda bir köknar ağacı var. Daha aşağılar alabildiğine dik, kayalık, seyrek yayvan yapraklı ağaçlar var sağda solda. Öküzleri ağaca yaklaştırdık. Koşum işini tamamladık. Bir an önce ağacı sırtın beri yakasına çıkaracağız. Babam hareketi başlattı. Hayvanlara “ho” dedi. Ben hemen yandayım. Öküzlerimiz canla-başla adeta toprağı eşeliyorlar. Ayaklarının altında topraklar kayıyor yere bir türlü sağlam basamıyorlar. Zorla ağacı hareket ettirdiler. Aniden ağaç bir yılan gibi aşağı kaymaya başladı, hayvanlarımızı da peşinden sürükleyerek. Öküzler boyundurukla beraber sürükleniyor. Ani bir refleksle hayvanı boyunduruğa başladığınız urgandan tuttum bir elimle, diğer elimle de hemen yanı başımızdaki köknar ağacının dalına el attım. Bir elimle daldan asılıyorum, diğer elimle de boyunduruğun ucundaki urgandan. Olacak bu ya. Ağacın kayması duruverdi. Babam yere oturmuş yüzü ak kâğıt örneği bembeyaz olmuş. Elleriyle dizlerini dövüyor. Ağzından şu sözler dökülüyor:
“Eyvah, öküzlerimiz mahvoldu! Eyvah! Eyvah..!”
“Aman baba, çabuk ol hayvanları çözüver diyorum.” Bir telaş içinde, acelayla. Hayvanların yaşayacak günleri bitmemiş. Ben son gücümü harcayarak ve aklıma gelen en içten dualar ederek ağacın kaymamasına çalışırken babam da hayvanları azat etti boyunduruktan. Ağaç bir gürültüyle ağaçlıklar ve kayalıklar arasından taa aşağılara kayıverdi. Bu olayı topu topu on saniye içinde yaşadık. Babamın çaresizce elleriyle dizini döverken ki aciz haline ilk kez tanık oluyordum. Oysa babam cesur bir adamdı. İşte köyde çalışmanın cana ve mala gelebilecek böylesi tehlikelerle karşılaşma riski her zaman vardır. Bu risklerle iç içe yılarca yaşadık.
Ağustosun son günlerinde İzmit’e yolculuk telaşesi başlardı. Uzun yaz ayları bitmiş. Eylülün ilk günlerinde seminer çalışmaları başlayacak. Yolculuğumu Artvin üzerinden Karadeniz sahilinden yapıyorum normalde. Köydeki işlerin yoğunluğundan zamanında Artvin’den İzmit için bilet almam mümkün olmadı. Bu kez Ardahan’dan bilet bulabildim. Otuz Ağustos, saat on üçte otobüsümüz hareket edecek Ardahan’dan. Yukarı yayladayız. Yaylamız Ardahan’a yakın. Annemle vedalaşıp, yanımıza da kışlık yağ-peyniri benzeri nevalemizi alıp karayolunda Ardahan’a gidecek minibüslere bineceğiz. Ağustos sonu, iki bin beş yüz metrelere varan yükseklerde yaylalar. Şans bu ya, hava bir soğuk, sis, pus bir birine karışıyor. Erkenden yola çıktık çoluk çocuk. Vasıta bekliyoruz. Her gün vızır vızır geçen araçlar sanki göğe çekildi. Ne gelen var ne giden. Bir minibüs geçti sadece, üstteki bagajı bile eşya dolu. Beklemek, hele de çaresizce beklemek ne acı ve tuhaf. Araç denk gelmezse biletlerimiz yanacak. Bir kez daha bilet bulmak ne mümkün. Kara kara düşüncelere dalarak bekliyoruz yolun kenarında, üşüyerek.
Saat on ikiyi geçmek üzere; sürücüsü Ardahan köylerinden olan bir boş minibüs imdadımıza yetişti. Sürücü arkadaşa durumu aciliyetini anlattım. Genç, gözü pek bir arkadaştı Hızır’ımız. En seri bir biçimde bizi otobüsümüze kavuşturdu. Bir gün önceden Ardahan’a gelen bir köylüm öğretmen arkadaş ta aynı otobüsle İzmit’e gidiyordu. Eski, antika bir araçtı bizi menzilimize kavuşturacak vasıta. En çok doksan kilo metre hıza ulaşıyordu. Olsun. Koltuklarımıza yerleştiğimizde uzun yaz günlerinin zorlu çalışma anlarını ve de yayla soğuğunda bekleme telaşını unutuverdik. Artık okula, öğrencilerime asıl dinleneceğim ortama gidiyordum.
Gün batarken Kars’ı geçtik. Saat yirmi dörtte Erzurum otobüs terminaline vardık. Yetmişli yılların sonu. Ülke sağ-sol parsellenmiş. Kars ve Artvin illerinde sol hâkim. Erzurum sağın elinde. Erzurum’dan geçen Kars plakalı araçlar taşlanıyor. Gece yarısı, otobüsümüz yarım saat mola verdi. Öğretmen arkadaşla birer çay içmek üzere araçtan indik. Tedirginiz. İki kişiyiz masada. Garson bey önümüze dört bardak çay koydu. “Arkadaş, biz iki kişiyiz bu dört bardak ne demek oluyor…” Diyerek itiraz etmek istedik duruma. Tarkan bıyıklı garson bey, “Burada adet böyledir.” Diyerek sertçe yüzümüze baktı. Sessizce çay paralarını ödedik. Birer bardak çay içtik. İkinci bardaktaki çayları içmeyerek durumu kendi çapımızda protesto ettik. Ağız-burun dağıttırmadan koltuklarımıza yerleştik. Biz, Kars plakalı aracın yolcuları potansiyel tehlikeli kızıl komünistlerdik Erzurumlulara göre. Oysa ben, ülkemi, bayrağımı, genç cumhuriyetimi ve insanımı hep sevdim, dil, din, renk ve düşünce ayrımı yapmadan… Aracımız bizi tam otuz altı saatte İzmit’e ulaştırdı. Ne günler yaşadık gök kubbemiz altında bu güzel topraklarda.
En mutlu olduğum zamanlarım okulda, sınıfta, öğrencilerim arasında olduğum anlar olmuştur yıllarca. Sene başında okulun ve sınıfın fiziki koşullarını iyileştirmek az da olsa problem oluşturur. Köy okulu, uzun yaz boyunca, öğrenci ve öğretmene hasret, gurbetten dönecek yavuklusunu bekleyen taze gelinler örneği boynu büyük bekler öğrenci ve öğretmenini. Kentlere uzak köylerde çalışan her öğretmen gibi ben de yaz tatilini baba vatanımda geçirmek üzere okulumdan ayrılırdım. Eylülde okuluma döndüğüm zaman çoğu kez sınıfların bazılarının camlarını kırılmış olarak bulurdum. Köydeki bazı hayta çocuklar camları kırıp sınıflarda araç ve gereçlere zaralar verirlerdi. Eylül başlarında okuldaki kırık-döküklerin tamiri için ayrı bir mesai harcamak gerekiyordu hemen hemen her yıl. Yakacak sorunu da çözüme kavuşturduktan öte sene başı işleri yoluna girmiş olurdu…
Öğretmenliği icra ettiğim bu ikinci okulumda beni en mutlu eden bir olgu vardı. Okul yaşı gelen her öğrencinin kız-erkek kaydını sorunsuzca yapabiliyordum. Güzel Anadolu’muzun Doğu, Güney-Doğu Anadolu ve Karadeniz Bölgesinin iç kısımlarında çocuklarımızın okula devam sorunu bir türlü çözüme kavuşturulamadı. Yarının anneleri olacak sevgili kız çocuklarımızı bir türlü okula aydınlığa erişemedi. Oysa cumhuriyetimizin yaşı yarım asrı kat etmişti. Kars’ta, Van’da hatta Hakkâri ilinde çalışan meslektaşlarımla mektuplaşırdım. Bana sürekli okullarındaki olanaksızlıklardan, tezekle soba yaktıklarından ve özellikle kız öğrencilerini okula alamadıklarından yakınırlardı. Benim en azından yakacak ve devamsızlık sorunum yoktu en azından.
Kocaeli, İstanbul’a komşu. Türkçemizin en güzel konuşulduğu il kuşkusuz dünya cenneti İstanbul’umuz. İzmit’te de konuşma dili düzgün. Kusursuza yakın. Siyah önlükleri, beyaz yakalıkları ve kız öğrencilerimin başlarına taktıkları renkli kurdelaları ile sınıfım bir çiçek bahçesi görünümünde. Hele bir de tatlı konuşmalarıyla, şakıyan bülbüllerden farksız benim sevgili öğrencilerim. Beş sınıf bir arada. Okulun açıldığı ilk günlerde adeta kalp atışları hissedilen okula yeni başlayan birinci sınıflar. Diğer yanda hayli boy atmış, dört ve beşinci sınıflar. Hepsi bir başka güzel, boy boy öğrenci topluluğu.
Sene başı veli toplantısında isteklerimi velilerle paylaşıyorum. Hafta içinde yaptığım tırnak, saç ve elbise yakası kontrollerimde öğrencilerimin temiz olmalarını hatırlatıyorum. Devamsızlık ve derse geç kalma olgusunun okulumuzda yaşanmaması gerektiğini söylüyorum. Velilerimle adeta pazarlık yaparcasına şu konuyu özellikle belirtirdim. Veliler, veli olarak görevini yapacak. Çocuklarıyla gereği gibi ilgilenecek. Zaman zaman okula gelip çalışmalarımızı gözlemleyecek. Ben de öğretmen olarak görevimi en iyi bir biçimde yapmaya çalışacağım. Sıkıntılarımız olursa birlikte çözün üreteceğiz sorunlara. Merkezden uzak, kuş uçmaz, kervan geçmez köylerde çalışırken en büyük amirim vicdanımdır ilkesini kendime rehber edinmişim. İstemeyerek te olsa ufak bir haksızlık yapsam vicdanım beni rahat bırakmaz, gecelerim bana zindan olur.
Vicdan azabıyla ilgili Tolstoy’un Diriliş adlı yapıtını hiç unutamam. Bir Rus aristokrat gencin kavak yellerinin başında estiğ bir döneminde işlediği bir hatayı giderme, kendini affettirme çabaları anlatılır bu romanda. Bir insana haksızlık yapmanın, onun yaşamını karatmanın ne fena bir davranış olduğunun hazin öyküsünü anlatılır. Etkisini yıllarca unutamadım bu güzide eserin. Vicdan azabının ne demek olduğunu bu kitapla adeta beynimin en uç hücrelerine işlendi. O bağlamda istemeyerek te olsa vicdan azabı hissettirecek olaylara karışmak insanı hep rahatsız eder. Günlerce uykusuz bırakır. Bunun için yaşam felsefemin içine insanlara haksızlık yapmamayı kendime ilke edindim. Hele biz öğretmenlere teslim edilen günahsız yavrulara gereği gibi ilgi göstermemek affedilmez bir olgudur. Gerçi çalıştığım bölgede çevre okullarda öğretmen-veli sürtüşmeleri ara ara olmuyor değildi. Mazeretli, mazeretsiz mesaiyi aksatan meslektaşlarım oluyordu. Köylüler imzalı-imzasız dilekçelerle hemen ilçeye öğretmeni şikayet ediyorlardı. Toplantılarda ilköğretim müdürümüz öğretmen şikâyetleriyle ilgili bir hayli, çoğu imzasız dilekçelere muhatap olduğunu anlatıyordu.
Bu konuda vatandaşların tarafsız olduklarını söylemek olası değil. Zaten imzasız dilekçeler durumu aydınlatıyordu. Ülkede Maraş olayları yaşandı. Üye sayısı en kalabalık öğretmen örgütü bu olayların yıl dönümünde Maraş katliamını protesto boykotu yaptı. Boykota katılan arkadaşlar açığa alındı. Köylüler açığa alınan arkadaşları vatan haini, kızıl komünist diye görmeye başladı. Mevcut hükümet basın-yayın yoluyla gerçekleri saptırmada eline su dökülmez bir başarı sağlıyordu. Hatta dönemin Milli Eğitim Bakanı’nın sol görüşlü öğretmenleri “parkalı anarşist” diye yaftaladığı bir dönemdi yetmişli yılların sonları. Kişisel olarak düşüncem, ben devrimciyim diyen bir öğretmen önce sınıfında devrim yapmalı. Ben devrimciyim, hem de Atatürk ilkelerini savunan bir devrimci. Devrimciler, öğrencilerini en güzel ve başarılı bir biçimde yetiştirmeli. Onların, okuyan, sorgulayan birer yurttaş olarak yaşama başlamalarına çalışmalı. Çalışmalarında çevreye örnek olmalı, cehalete, karanlıklara karşı yapılan savaşta ışık olmalı. Mesai saatlerini sonuna kadar değerlendirmeli. Öğretmen şikâyetleri konusunda muhtarımız şöyle bir laf etti bana:
“ Öğretmenim sizi niçin şikâyet edeyim. Okulun yanındaki yoldan müteakip defalar her geçişimde sizi sınıfınızda görüyorum…” Üç okullu köyümüzdeki öğretmen arkadaşlarla muhtarımız arasında sürtüşmeler eksik olmuyordu.
Sınıfımda öğrencilerim arasında olmakla uçsuz mutluluklar yaşadım, yaşardım. Yalansız, riyasız bir dünyada yaşayan öğrencilerin dünyalarına girebilmek onların sevinç ve acılarını paylaşmak ne tanımsız bir güzelliktir. Çocuklara gelecek günler adına ümit aşılamak, arkadaşlık ve dostluk duygularının hoşluğunu öğretmek ve yaşamak en birincil ilkelerim arasında olmuştur. Alın teri ile kazanç elde etmeyi, başkasının emeğine saygı duymayı ve yapılan her işte, uğraşta adil olmayı düstür edinmenin önemi vurgulanarak yapılan çalışmalarla okulda, çevrede sevilmemek ne mümkün. Tüm çalışmalarda ve uygulamalarda gün gün insan ilişkilerinin sürekli iyiden, doğrudan ve güzelden yana geliştiğini gözlemlemek ve yaşamakla elde edinilen mutluluk hiçbir maddi değerle ölçülemez. Öğretmen-veli ve öğrenci arasındaki ilişkileri karşılıklı saygı-sevgi ve hoşgörü içinde tutma ve yaşatma anlayışımla okul yıllarım benim için sürekli birer bayram sevinci mutluluğu içinde geçerdi. Zihnen ve beden yorulduğum vaki değildir.
Asıl ağır çalımları yaz tatillerinde doğduğum topraklarda yaşardım. Çoğu kez iptidai koşullarla doğa ile yapılan savaş öğreği mücadelelerde ölümüne uğraşlar içinde olduğum çok olmuştur. Önceki yazılarımda mısır çapalamalarından, yaylacılık meşakatlarından dem vurdum. Çayır ve tarla işlerinden, harmanda hasat çalışmalarını ve saman tozunun dayanılmaz yakıcılığını anlattım. Tüm bu işlerde çıkarsız dostlarımız, ağzı var dili yok öküzlerimizin ne kadar ağır yükler taşıdığı birer canlı vakaydı.
Köy öğretmenliği yıllarımda çocuklarım küçük, ayda bir kez kente inme şansım oluyor. Sosyal yaşamsız, masrafsız bir yaşam tutturmuşum. Uzun kış günlerinde komşu ziyaretleri, okunan romanlar ve de bir transistörlü radyo ile zamanı değerlendiriyorum. Maaşımdan biriktirdiğim paraları eksiksiz babama teslim ediyorum. Daha yirmili yaşlarda bir genç olarak para kazanmak, birikimini anne-babaya aktarmakla büyük bir haz yaşıyorum. Köyümde babamın koyunları-sığırları, kurulu düzeni yerli yerinde. Ev işlerinin çevrilmesi gerek. Ayrıca kışlar uzun ve soğuk, ekim sonunda beyazlara bürünen doğa ancak nisan sonunda yeşilleniyor. Kışlık odun tedariki gerek. Anne ve babalarımızın tüm işlerine seve seve koşmak bizim kuşaktaki çoğu gençler için kutsal birer görevdi köyümüzde.
Temmuz ve ağustos aylarında bozuk, sisli puslu havalarda babamla kış yakacağı için odun tedarik işine girişiyoruz. Bin dokuz yüz yetmişli yıllarda ormanlarımızdaki köknar ağaçlarına bir böcek musallat oldu. Sapasağlam ağaçların yerden birkaç metre yüksekliğinden gövdesine saldıran bir böcek; burgu örneği ağacı delip özüne ulaşıyor. Güzelim gencecik ağaçlar gün gün kuruyor, ölüveriyor. Havisi belli olmayan bir rivayete göre bu zararlı böceği kuzey komşumuz ülkemize bir biçimde postalarmış… Kuruyan ağaçlar bizler için kış odunu oluşturuyor. Ormanın değişik yerlerinde böylesi kuru ağaçlar hayli fazla. Orman idaresi sonbaharda kışlık odun ihtiyacı için ruhsat veriyor. Lakin ruhsat zamanını bekleyen kim? Gecenin bir deminde, ormancıya ve mühendise yakalanmadan kuruyan ağaçları kesip, apar topar eve taşımak olası.
Köyümüzün ünlü çayının karşı yakasında büyük bir çayırımız var. Havalar uygun giderse iki haftada ancak bu büyük çayırın otlarını biçim, toparlamak mümkün oluyor. Ağustos ortaları, çayırdayız. Evimizin olduğu yakada, hemen karayolunun üzerinde kurumuş bir ağaç gözümüze batıyor. Ağaç adeta, “ Kim erken gelir beni keserse ben onun nasibiyim.” Diye bizlere haber gönderiyor. Babamla karar veriyoruz. Ramazan ayındayız. Savur’dan sonra balta-hızar biz ağacın yanına varacağız. Kayınpederimin öküzleri bizde. Eşim ve gelinimiz, bizden yarım saat sonra iki kağnı arabasıyla yanımıza gelecekler. Kısa sürede kurumuş ağacı kesip eve taşıyacağız. Kararımızı uygulamaya koyduk. Babamla, ha babam de babam ağacı hızarladık. Hemen hemen yarım metre çapında bir ulu köknar. Evdeki söz ormanda geçmedi. Ağaç bir türlü devrilmiyor. Elimde urgan çabucak ağaca tırmanıyorum. Babam telaşlanıyor, “Aman, ağaç aniden devrilir altında kalırsın, yapma…” Köyde, kesilip aniden devrilen ağaçların altında kalıp ölen insanlarımız olmuş geçen yıllarda. Gençlik var serde, ayrıca amatörce çeşitli sporların içinde olmuşum. Ağaç devrilirken aksi yöne atlarım düşüncesiyle en ufak bir korku hissetmiyorum. Derken ağaca tırmandım birkaç metre. Urganı bağlayıp yere atladım. Zor bela yolun ortasına ağacı devirdik. Bu arada kağnılarımızda yanımıza yanaştı. Göz açıp kapayıncaya kadar koskoca ağacı kesip, budadık ve arabalarımıza yükledik. Eve vardığımızda etraf henüz yeterli aydınlanmamıştı. Bu arada otantik deyişle ter tırnağımızdan çıktı.
İlk gençlik yıllarımın emektar öküzlerimizi Ardahan hayvan pazarında sattığımızı bir önceki öykümde anlatmıştım. Bu arada babam aynı yaz genç ve sattığım hayvanlardan daha cüsseli, güçlü kuvvetli bir çift öküz aldı. Çift-çubuk işlerini bu hayvanlarla yapıyoruz. Evimizin karşısındaki ormanın yukarılarındaki sırtın arka yüzünde kış odunu için bir ağaç kesmiş babam. Bu kez o ağacın bir biçimde eve nakli gerekiyor. Yine sisli, puslu bir güne uyanıyoruz. Geceden saatlerce yağmur yağmış, yerler ıslak. Genç ve kuvvetli öküzlerimiz, zincir, kayış ve boyundurukla ormana yollandık. Hedef sırtın arka yüzündeki yerde yatan ağaç. Ağaç tepenin arka tarafında, sırtın güney yüzünde ve yedi sekiz metre aşağısında. Toprak genelde çıplak, adeta kum ve çakıl karışımı ve kaygan. Yanımızda bir köknar ağacı var. Daha aşağılar alabildiğine dik, kayalık, seyrek yayvan yapraklı ağaçlar var sağda solda. Öküzleri ağaca yaklaştırdık. Koşum işini tamamladık. Bir an önce ağacı sırtın beri yakasına çıkaracağız. Babam hareketi başlattı. Hayvanlara “ho” dedi. Ben hemen yandayım. Öküzlerimiz canla-başla adeta toprağı eşeliyorlar. Ayaklarının altında topraklar kayıyor yere bir türlü sağlam basamıyorlar. Zorla ağacı hareket ettirdiler. Aniden ağaç bir yılan gibi aşağı kaymaya başladı, hayvanlarımızı da peşinden sürükleyerek. Öküzler boyundurukla beraber sürükleniyor. Ani bir refleksle hayvanı boyunduruğa başladığınız urgandan tuttum bir elimle, diğer elimle de hemen yanı başımızdaki köknar ağacının dalına el attım. Bir elimle daldan asılıyorum, diğer elimle de boyunduruğun ucundaki urgandan. Olacak bu ya. Ağacın kayması duruverdi. Babam yere oturmuş yüzü ak kâğıt örneği bembeyaz olmuş. Elleriyle dizlerini dövüyor. Ağzından şu sözler dökülüyor:
“Eyvah, öküzlerimiz mahvoldu! Eyvah! Eyvah..!”
“Aman baba, çabuk ol hayvanları çözüver diyorum.” Bir telaş içinde, acelayla. Hayvanların yaşayacak günleri bitmemiş. Ben son gücümü harcayarak ve aklıma gelen en içten dualar ederek ağacın kaymamasına çalışırken babam da hayvanları azat etti boyunduruktan. Ağaç bir gürültüyle ağaçlıklar ve kayalıklar arasından taa aşağılara kayıverdi. Bu olayı topu topu on saniye içinde yaşadık. Babamın çaresizce elleriyle dizini döverken ki aciz haline ilk kez tanık oluyordum. Oysa babam cesur bir adamdı. İşte köyde çalışmanın cana ve mala gelebilecek böylesi tehlikelerle karşılaşma riski her zaman vardır. Bu risklerle iç içe yılarca yaşadık.
Ağustosun son günlerinde İzmit’e yolculuk telaşesi başlardı. Uzun yaz ayları bitmiş. Eylülün ilk günlerinde seminer çalışmaları başlayacak. Yolculuğumu Artvin üzerinden Karadeniz sahilinden yapıyorum normalde. Köydeki işlerin yoğunluğundan zamanında Artvin’den İzmit için bilet almam mümkün olmadı. Bu kez Ardahan’dan bilet bulabildim. Otuz Ağustos, saat on üçte otobüsümüz hareket edecek Ardahan’dan. Yukarı yayladayız. Yaylamız Ardahan’a yakın. Annemle vedalaşıp, yanımıza da kışlık yağ-peyniri benzeri nevalemizi alıp karayolunda Ardahan’a gidecek minibüslere bineceğiz. Ağustos sonu, iki bin beş yüz metrelere varan yükseklerde yaylalar. Şans bu ya, hava bir soğuk, sis, pus bir birine karışıyor. Erkenden yola çıktık çoluk çocuk. Vasıta bekliyoruz. Her gün vızır vızır geçen araçlar sanki göğe çekildi. Ne gelen var ne giden. Bir minibüs geçti sadece, üstteki bagajı bile eşya dolu. Beklemek, hele de çaresizce beklemek ne acı ve tuhaf. Araç denk gelmezse biletlerimiz yanacak. Bir kez daha bilet bulmak ne mümkün. Kara kara düşüncelere dalarak bekliyoruz yolun kenarında, üşüyerek.
Saat on ikiyi geçmek üzere; sürücüsü Ardahan köylerinden olan bir boş minibüs imdadımıza yetişti. Sürücü arkadaşa durumu aciliyetini anlattım. Genç, gözü pek bir arkadaştı Hızır’ımız. En seri bir biçimde bizi otobüsümüze kavuşturdu. Bir gün önceden Ardahan’a gelen bir köylüm öğretmen arkadaş ta aynı otobüsle İzmit’e gidiyordu. Eski, antika bir araçtı bizi menzilimize kavuşturacak vasıta. En çok doksan kilo metre hıza ulaşıyordu. Olsun. Koltuklarımıza yerleştiğimizde uzun yaz günlerinin zorlu çalışma anlarını ve de yayla soğuğunda bekleme telaşını unutuverdik. Artık okula, öğrencilerime asıl dinleneceğim ortama gidiyordum.
Gün batarken Kars’ı geçtik. Saat yirmi dörtte Erzurum otobüs terminaline vardık. Yetmişli yılların sonu. Ülke sağ-sol parsellenmiş. Kars ve Artvin illerinde sol hâkim. Erzurum sağın elinde. Erzurum’dan geçen Kars plakalı araçlar taşlanıyor. Gece yarısı, otobüsümüz yarım saat mola verdi. Öğretmen arkadaşla birer çay içmek üzere araçtan indik. Tedirginiz. İki kişiyiz masada. Garson bey önümüze dört bardak çay koydu. “Arkadaş, biz iki kişiyiz bu dört bardak ne demek oluyor…” Diyerek itiraz etmek istedik duruma. Tarkan bıyıklı garson bey, “Burada adet böyledir.” Diyerek sertçe yüzümüze baktı. Sessizce çay paralarını ödedik. Birer bardak çay içtik. İkinci bardaktaki çayları içmeyerek durumu kendi çapımızda protesto ettik. Ağız-burun dağıttırmadan koltuklarımıza yerleştik. Biz, Kars plakalı aracın yolcuları potansiyel tehlikeli kızıl komünistlerdik Erzurumlulara göre. Oysa ben, ülkemi, bayrağımı, genç cumhuriyetimi ve insanımı hep sevdim, dil, din, renk ve düşünce ayrımı yapmadan… Aracımız bizi tam otuz altı saatte İzmit’e ulaştırdı. Ne günler yaşadık gök kubbemiz altında bu güzel topraklarda.
YORUMLAR
Evet değerli yazarımız kıymetli öğretmenimiz, bir sayfaya bir kitap sığdrmışsınız efendim. Bir masaya oturmuşum siz okudunuz ben dinledim ve sıkılmadan, bilgilenerek.Her sayfanız içeriğinde ne ince detaylar var.
Biz, Kars plakalı aracın yolcuları potansiyel tehlikeli kızıl komünistlerdik Erzurumlulara göre. Oysa ben, ülkemi, bayrağımı, genç cumhuriyetimi ve insanımı hep sevdim, dil, din, renk ve düşünce ayrımı yapmadan… Aracımız bizi tam otuz altı saatte İzmit’e ulaştırdı. Ne günler yaşadık gök kubbemiz altında bu güzel topraklarda.
(Sayın öğretmenimiz vatanını ,bayrağını, milletini , Cumhuriyetini seven insanlar nasıl kızıl koministtir halen anlamış değilim,
Milli Eğitim Bakanı’nın sol görüşlü öğretmenleri “parkalı anarşist” diye yaftaladığı bir dönemdi yetmişli yılların sonları. Gençlik işte parka ve postalı çok seviyordum, halende seviyorum ;(parkalı yıllara götürdü şu bölüm beni, siyah parkamla ilgili yaşadığım çok acı bir bir hatıram var, günün birinde karşılaşırsak, şiir söyleşilerimizde bir sohbette detaylı anlatırım efendim...Sevgi ve selamlarımla...
Emeğe Saygımla ...
Oya gedik tarafından 7/12/2016 8:23:40 AM zamanında düzenlenmiştir.
İBRAHİM YILMAZ
sizin şiirleriniz, düz yazılarınız ve özgün paylaşımlarınız da bir harika belirtmeliyim.
selam-saygı ve sevgiler iletiyorum yüce gönlünüze.