- 571 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Goncalarım Kızamık Oldu (b.ö.r.-23-)
Bir eğitim-öğretim yılının daha sonuna yaklaşıyoruz. Yapılalı daha yirmi yıl bile olmamış okulum adeta dökülüyor. Duvarları çatlamış, kapıları ve eskiyen pencere çerçeveleri çürümeye yüz tutmuş. Binanın bir yerde şanssızlığı diyeyim; kurulduğu arsanın yıl yıl kayması. Sessiz ve yavaş yavaş kendini hissettiren bir heyelan ile okulun zemini kaymış, duvarlarda çatlaklar oluşmuş. Olabildiğince geniş tutulan pencere çerçevelerinin ve kapıların yağlı boyaları hiç yenilenmemiş. Belli ki, geçen yıllar içinde okul ve lojman binalarının tamir ve onarımla ilgili azıcıkta olsa bakımı yapılsaymış durum farklı olurdu elbette. Okulun iyi bir restore edilmeye gereksinimi kaçınılmaz bir halde. Sene sonunda mevzuat gereği okulun durumunu ayrı bir dilekçe ile İlçe İlköğretim Müdürlüğüne bildirerek tatile çıktım.
Mayıs sonları, memleketimde mısır çapalama, çayır temizleme, yaylacılığa hazırlık gibi işler her yılki gibi devam ediyor. Ucundan, kenarından çoğu kez ortasından bu uğraşlarda çalışan bir elemanım artık. Böylece uzun yaz günlerinin köyümde çalışma mesaisi başlamış oldu. Bu arada yeni bir görev beni bekliyor. Yaşlanan öküzlerimizi Ardahan hayvan pazarında satıvermek. Köyde genelde her ailenin bir çift öküzü var. Amcamlardan ne zaman ayrıldığımızı, babamın bizleri köydeki mahallemizden ne zaman kır evimize taşıdığını anımsayamıyorum. Küçüktüm. Zeytin siyahı tüyleri ve deri renginden yana adı Zeytin olan ve onun iş arkadaşı Polat adlı bir çift öküzümüzü hayal-meyal hatırlıyorum. İlkokul yıllarındaki ikisi de kirli sarı renkteki öküzlerimizin adları Kibar ve Çerkez’di. Bunlar, güçlü, kuvvetli ve de çok çabuk, titiz hayvanlardı. Akrabalar, komşular ve bizler hayrandık bu güzel hayvanlara. Nihayet ilk gençlik yıllarımızdaki öküzlerimiz birisi ev tosunu birisini de yakın bir komşudan satın alınan bir tosunun eşleştirmesi ile edindiğimiz orta boy öküzlerimizdi. Cumi ve Cömert. Bunlar da cüsselerinden beklenmeyecek ölçüde güçlü hayvanlardı. Artık yaşlanmışlardı, elden çıkmaları gerekiyordu. Öküz, çiftçinin toprakla ve doğayla amansız mücadelesinde sadık arkadaşı dersem hayvanlara haksızlık etmiş olurum. Öküzler, evin en ağır işlerine koşulan en bulunmaz dosttur. Tarla sürerken, harman işlerinde, ormandan odun taşırken, köy değirmenine giderken işin ağır tarafını hep öküzler çeker. Kağnı arabalarına koşulmuştur bu ağzı var dili yok hayvanlar yıllarca, yüz yıllarca. Köyde çalıştığın yıllarda en çok bu hayvanlara acırdım. Hele rampa yollarda ağır yük çekerken son güçlerini harcayarak terler içindeki halleri şimdi bile bir film şeridi gibi gözlerimin önüne gelir. Çiftçinin, evinin direği olan bu hayvanlara hala acırım.
Ardahan’a, bir minibüsle bir gün önce gittim. O geceyi, sinemaya giderek ve sağlık memuru olan teyzemin oğlunun evinde misafir kalarak geçirdim. Hayvan pazarında hayvanlarını satmak isteyen amcam ve birkaç köylüm kışla dediğimiz birinci yayladan hayvanlarla birlikte yola çıkacaklar. Benim Cumi ve Cömert’imi de birlikte getirecekler kendi hayvanlarıyla. Geceyi Ardahan köylerinde hısımlarında konaklayarak geçirecek olan kafile ertesi günü erkenden hayvan pazarına ulaşacaklar.
Şehrin girişindeki Ardahan köprüsünde amcamları karşıladım. Havada kara bulutlar dolaşıyor. Bin sekiz yüz metre rakımlı bir yüksek ovada dağların yakınlarında kurulmuş bir ilçe Ardahan. Tipik bir karasal iklimi barındırıyor. Yaz mevsimi birkaç ay yaşanır bu topraklarda. Hava bozduğunda ısı aniden düşer, dağların doruklarına çoğu kez dolu yağar. Güneş çok nazlı, günün ilk saatlerinde yüzünü birazcık gösterdi soğuyan havayla birlikte bulutların arasına saklanıverdi. Yağmur çiselemeye, bizler de üşümeye başladık. Bilumum o bölgenin uzak-yakın köylerinden satılık sığırını- buzağısını, koçunu-koyununu hatta atını-kısrağını ve benim gibi öküzlerini önüne katanlar buluştuk hayvan pazarında. Hayvan alıcıları, tüccarlar direkt girmiyorlar alışverişe. Alışverişlerinin işlerini gerçek cambazı olan ve cambaz diye adlandırılan ellerinde değnekleriyle dolaşan Ardahanlı adamlara yaptırıyorlar. Pazar pek sönük, alış-veriş adına adeta yaprak kımıldamıyor. Bir olaya tanık oluyorum. Şavşat’ın uzak köylerinden bir hemşerim peşinde buzağısı olan montofon cinsi bir sığırını piyasaya sürmüş. Hayvan semiz ve genç, iyi para eder. Cambazlar adamın başına üşüştüler. Bazısı alıcı, bazısı satıcıdan yana cephe aldı. Soruyor bir cambaz:
“İsmin nedir efendi kardaş?” Yanıtlıyor aç kurtlar arasında az sonra parçalanacağın habersiz şaşkın koyun misali benim garip hemşerim, biraz da göğsünü gererek, “Şükrü demişler benim adıma.” Cambazın bir başkası söze giriyor hemen:
“Olur, mu Şükrü Efendi böyle? Bak ne güzel bir fiyat önerdik sana. Sen bu süt hayvanını bize satmayıp kasaba mı satacaksın. Yazık, günah değil mi senin yapacağı iş…” Sözün bir bitmeden, diğer cambaz lafa giriyor. Bir ara bir fiyata anlaşma sağlandı. El sıkışma safhasına başladı. Kaşla göz arasında bu kez daha düşük bir fiyata alışverişi sonlandırdı cambazlar. Bizim Şükrü Efendinin hayvanına istediği ilk rakam havalarda kaldı.
Saatler ilerliyor. Yağmur ha bire yağıyor. Önceleri ahmakıslatan şeklinde yağan yağmur artık biz pazarda açıkta olanları iyice ıslatacak biçimde yağmaya başladı. Öğlen yaklaşıyor. Pazar öğlende kapanacak. Sağımda-solumda satılık hayvanlarına müşteri bekleyen vatandaşlarla ara ara sohbetler ediyoruz. Babamla konuşmuştuk; öküzlerimizi on beş bin liradan aşağı bir fiyata satmayacağız diye. Fiyat konusunu sohbet arkadaşlarımla da paylaşıyorum. Yerin kulağı vardır. Belki sözümü bir duyan olur, hayvanlara biçtiğim fiyatı uygun bulup yanıma gelen olur diye hayaller kuruyorum. Amcam ve köylülerim satış yapamadan hayvanlarıyla yaylamıza doğru yola çıktılar. Pazar kapanıncaya kadar beklemeyi uygun bularak ve de soğuktan titreyerek müşteri beklemeye devam ettim. Artık Pazar halkının çoğu satıştan ümidini keserek yavaş yavaş hayvanlarını önüne katarak köylerinin yolunu tutmaya başladı.
Son anda etrafımı bir cambaz gurubu sardı. Öküzlerime müşteri oldular. Ben fiyatı on altı binden tutturdum. Adamlar yanımdan ayrılacak oluyorlar. Derken geri dönüp pazarlığa devam ediyorlar. Elimi kaptırdım cambazlara. Omuzumdan kolumu çıkarırcasına ha bire elimi sallıyorlar. Durum hiç iç açıcı değil. En son birisi konuşmaya başladı:
“Ben, hayvanları alacağım fakat anam avradım olsun on dört binden yukarı vermem bu hayvanlara…” Bin lira ucuza vermek olmazdı emektar hayvanlarımı. Satış yapamazsam dört saatlik bir yol yürüyecektim yağmur altında. Hem de iki bin beş yüz metreye yaklaşan yükseklikteki Sahara Dağını aşarak. Öküzler yaşlı, bir kez daha müşteri bulmak zor… On dört bine alış-verişi sonlandırdık. Öküzlerim Pazar yerinden uzaklaştırılırken içimi tanımsız bir hüzün kapladı. Yıllarca çayırda-tarlada birlikte çalıştığım iki sadık dostumu bir kez daha göremeyecektim. Arkalarından bakakaldım. Onların yaşamı bir kasap bıçağının altında son bulacaktı. Yaşam devam ediyor. Yer karası dönüyor habire. Ardahan postanesine kendimi zor attım. Asker olan kardeşime para göndereceğim. Ellerim kalem tutmuyor, yazı yazmak için. Hayli üşümüşüm. Öğleden sonra kendi ilçeme giden bir minibüsle Sahara Dağını sisler puslar içinde zorluklarla aşarak köye döndüm. O yaz babam daha genç bir çift öküz aldı. Dirliğimizi bu kez yeni alınan hayvanlarla yaptık.
Eylül başlarında okuluma, öğretmenliğe dönüverdim. Ellerimin nasırlarının normal deriye dönmesi, yazın güneş altında iyice esmerleşen tenimin okul günlerimdeki haline gelmesi için bana birkaç hafta yeterliydi. Okul ve lojmanın restore edilmesi için tahsisat çıkmış. Ne güzel, bu sevindirici haber; öğrencilerim ve benim adına. Artık yağmurlar yağdığında sınıfıma ve lojmana sular dolmayacak… Gelin görün ki, işler umduğumuz gibi yürümedi. Güvendiğim dağlara kara karlar yağdı. Şehirden hiçbir usta, kalfa, tamir işine girmedi. Tahsisat için ayrılan parayı az buldular. Köyümden inşaat işlerinden anlayan bir usta buldum sorunumuza çare olur diye. O da, ”Hocam, biliyorum iş bittiğinde paranın birazını keserler…” diyerek yan çizdi. Tahsisat kullanılmadan geri gitti. İş bize düştü yine. Okula ilgi duyan velilerimle kendi çapımızda bazı tamirat ve onarımlar yaptık yeni ders yılı başında.
Daha dersler başlamamış. Sabahın ilk saatleri. Ilık bir eylül sabahı. Okula hiç uğramayan muhtar ve tanımadığım adamlarla okula teşrif buyurdular. Konu, köy mezarlığının korusu satılacak. Köyün hemen girişinde birçoğunun çapı bir metreye varan kalın, ulu, meşe, palamut ağaçlarının oluşturduğu mezarlık korusu var. Tanımadığım adamlar, ilde kerestecilik yapan odun tüccarları. Koruya talip olmuşlar. Açık artırma yöntemiyle satış yapılacak. Derken mahalleden komşular geldi. Birisi bu satış işlemine itiraz ediyor:
“Hiçbirimizin haberi yok satış işleminden, bu nasıl bir iş?” Muhtar yanıtlıyor, “ Gerekli yazışmaları yaptım. Gazetede ilan verdim…” Biraz bağır-çağırdan sonra ortam sakinleşti. Bana da açık artırma işleminde tutanak tutma işi kaldı. Tüccarlardan birisi hemen kenara çekildi. Diğer ikisi birazcık fiyat artırdılar karşılıklı. Kısa bir sürede, kaşla göz arasında koskocaman koru satılı verdi. Belli ki, bu işte hoş olmayan durumlar vardı. Koru çok az bir paraya elden çıktı.
Birkaç gün içinde motorlu hızarlarla işçiler kesim işini başlattılar. Köyden bazı vatandaşlarda kesilen ağaçları budama işinde çalıştılar. Ortaya çıkan, kereste olarak kullanılacak tomruklar İzmit’e nakledildi. Ortada ulu ağaçların dalları kaldı. Mezarlık temizlenecek. Bu dalların ev sobalarında yakılması olmaz, günahtır diye köylülerim fikir birliğine vardılar. Bende: “O halde bu odunları devşirip okula taşıyalım. Günah olmaz odunların okulda yakılmasında…” Diyerek, köylülerime bir öneri getirdim. Önerim kabul gördü. Bir kış boyunca mezarlıktan devşirilen odunlar yakıldı sınıf ve lojmanda. Çarpılan ve hastalanan kimse olmadı. Bacalardan çıkan dumanın rengi tıpkı köylülerimin bacalarından çıkan dumanla aynı renkteydi…
Komşu merkez köy, kahvehanelerinde akü ile televizyon izlenen köyde çevre okulların öğretmenleriyle sık sık buluşuyoruz. Önceki yıllarda benim köyümde de çalışmış otuzlu yaşlarını yaşayan bir meslektaşımız var. Öğretmenimiz, deneyimli, kültürlü, memleket ve dünya olaylarını takip eden birisi. Sohbetlerimizde, hastalığım kötü bir hastalık çıktı diye dert yanıyor. Bacağından birkaç kez ameliyat geçirmiş. Evet, hastalık, maalesef kanser, saklamanın artık önemi yok. Işın tedavisi uygulanıyor. Kasım ayı ortalarında kötü haber duyuldu. Öğretmenimiz iyice fenalaşmış. İstanbul’da işçi olan kardeşinin yanına gitmiş. Bir hafta sonu öğretmenler toplandık, bir köy minibüsü kiralayıp arkadaşımızın ziyaretine gittik. Hastalık çok hızlı ilerlemiş. Öğretmeniz kardeşinin evinde komada, son günlerini yaşıyor. Genç köy öğretmenleri bizler ölüm meleğinin bir an önce gelmesini bekleyen meslektaşımızın yanından hüzünle ayrıldık. Bir hafta sonra da yine bir minibüsle öğretmenimizin cenazesine gittik. Daha otuz iki yaşında mesleğine ve hayata doymadan aramızdan ayrılan dostumuza Ortaköy mezarlığında veda ettik.
Mezarlıktan devşirilen dal-budak odunları yakarak kış mevsimini bitiriyoruz. Marmara bölgemizin ilginç bir iklimi vardır. Bir bakarsın şubat ayında havalar ısınır, ağaçlar çiçek açar erkenden. Güya ilkbahar geliverir…
Yine böyle bir şubat yaşıyoruz. Okulun bahçesinde çimenler yeşerdi. Lojmanın önüne fidelediğim sarızambaklar boy attı. Bahçemizdeki erik ağacı ve cümle ağaçlar hep çiçeğe durdu. Tarlalar yemyeşil, ekinlerin boyları da hayli uzadı.. Güneş doğamızı iyice ısıtıyor. Okulun bahçesinde öğrencilerim cıvıl cıvıl, koşuyor, zıplıyor çeşitli oyunlar oynuyorlar. Terliyorlar. Öğrencilerimi, goncalarımı sık sık uyarıyorum, “Fazla koşup terlemeyin, bu havalara güven olmaz…” derken bir öğle sonrası rüzgâr sert esmeye başladı. Kısa sürede hava aniden soğudu. Akşamın ilk saatlerinde iri iri damlalarla yağmur yağmaya başladı. Sabahleyin kalktığımızda yemyeşil çimenler, benim sarızambaklarım bembeyaz karlarla kaplanmış. Deli bir rüzgâr yerlerdeki karları havalara uçuruyor. Kış geri gelmiş. Sekiz- on santim yüksekliğinde yağan kar her tarafı kaplamıştı. Geceleri don yapmaya başladı. Eriklerden hayır gelmeyecekti önümüzdeki yaz!
Bu arada benim, henüz olgunlaşmamış goncalarım, mor menekşelerim, pembe gelinciklerim, camgüzellerim, öğrencilerim sık sık öksürmeye başladılar. Renkleri soluverdi…“Öğretmenim başım ağrıyor, eve gitmek istiyorum…” Seslerini sınıfımda sıkça duyar oldum. Okula devam azaldı bir iki gün içinde. Henüz okula başlamamış kızımda fark ettim önceleri ve de sınıfımdaki öğrencilerimde; çocukların gözlerinin akı kızarıyor. Öğrencilerimin yarısında aynı durumu gözlemledim. Goncalarım kızamık olmuştu. Sınıfı eşime bırakıp mahalleye koştum. İhtiyar heyeti üyesi traktörü olan Mehmet çavuşla birlikte İzmit’e hareket ettik. Mehmet çavuş, daha okulu bitirmeden, tek erkek evladını kaybetmiş, bağrı yanık bir velimdi. Kızları vardı öğrencim. Paltolarımıza sarılarak çamurlu ve bertilmiş yolları kat ederek traktörle İzmit’e vardık. Hemen İlköğretim Müdürlüğüne gittim. Nevetli, nayırlı konuşan artist özentili müdürümüz beni görünce surat astı. Hocam ne işin var bu saatlerde buralarda dercesine yüzüme baktı. “Müdür bey okulumda, öğrencilerimde kızamık salgını var. Biliyorsunuz böyle durumlarda okul müdürü durumu üst makamlara bildirir. Bunun için sizi rahatsız ediyorum.” Diyerek durumu müdürüme arz ettim. Müdür aynı ilgisizlikle, “Hocam dilekçen var mı?” diye sordu. Dilekçem yoktu. Hemencecik dilekçe yazıverdim müdürün odasında. İşlemi elden takip ettim. İzmit merkez ilçe. Müdürlükler vali konağında. Sağlık Müdürlüğü aynı binada. Bu kez dilekçemle sağlık müdürünün odasındayım. Kısa sürede kendisi doktor olan sağlık müdürü, bir hemşire ile köyüme doğru yola çıktık. Aracımız valilikten temin edilen bir jeepti. Yol boyunca doktor müdürümüz bir kelimecik de olsa benimle konuşmadı. Öğleden sonra köye vardık. Eşim öğrencilerin başında bizleri bekliyordu. Okula doktorun geldiğini duyan komşularım da hasta küçük çocuklarını okula getirdiler. Muayene işlemi kısa sürdü. Doktorumuz hasta çocuklara reçete yazdı. Geldiği gibi de fazla konuşmadan rahat makamına kavuşmak için geri döndü. Hakkını teslim etmeliyim. Hemşire hanım, benim goncalarımla bir anne şefkatiyle ilgilendi. Ertesi günü elimizde reçetelerle velilerimle İzmit’te gidip kızamıkla mücadele ilaçlarını aldık. Havalar yine düzeldi. Bu kez sahici ilkbahar geldi. Goncalarım da kısa sürede iyileşti.
Sene sonunda öğrencilerimin akademik başarıları beni ve velilerimi mutlu edecek düzeydeydi. Artık bu okulda ilk karşılaştığım yıllardaki gibi dörtler ve beşler yeterli düzeyde okuma yazma bilmez durumda değillerdi. Tek öğretmen çalıştığım okulumda birinci sınıflar bile işlek yazılar yazabiliyor ve de konuşur gibi bir okuma düzeyi tutturarak bir üst sınıfa geçiyorlardı. Goncalarımın atlattıkları kızamık salgını nedeniyle uygarlığın tüm olanaklarından yararlanarak rahat dairelerinde mesai harcayan müdürlerimi birazcık rahatsız etmiştim. Aman bu kadarına da katlanıversin benim sayın büyüklerim olmaz mı?
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.