- 747 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
DUYGU’NUN ÖYKÜSÜ-7
ANNE KARDEŞİM NEREDE?
Ve kapı açılıyor…
Hemşire kucağındaki bebekle gelip karşıma dikiliyor. Benim bebeğimle!
"İçeri alalım sizi,” diyor gülümseyerek.
Hemen kollarıma almak istiyorum çocuğumu.
Hemşire, "Hayır" diyerek engelliyor beni. Üzerime bir önlük ve kafama bir örtü veriyor. Lavaboya yönlendiriyor.
Lavaboda ellerimi yıkıyorum ve dirseklerime kadar kollarımı özenle dezenfekte ediyorum.
Hemşire, nihayet bebeğimi uzatıyor bana. İlk kez kucağıma alacağım...
Yahya Kemal Beyatlı’nın dediği gibi:“bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar,
ömrün bütün ikbalini vuslatta duyanlar,
bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamanı,
görmezler ufuklarda, şafak söktüğü anı...
bir ruh, o derin bahçede bir defa yaşarsa
boynunda o’nun kolları, koynunda o varsa,
dalmışsa o’nun saçlarının rayihasıyla,
sevmekteki efsunu duyar her nefesiyle.
…
Evet! İşte, gece gündüz beraber uyuduğum, ama bunları vuslatta duyduğum cananım, hiç bitmeyecekmiş gibi süre gelen o ayrılıkta hep umutsuzken, bir şafak gibi söküverdi ufkumdan.
Evet! İşte, kucağımda artık benim en büyük hasretim! Ruhum aydınlıklar içinde, çünkü kollarımda o, koynumda o… Öylece dalıyorum onun saçlarının kokusuna, sevmenin sihrini duyuyorum her nefesinde…
Yoğun bakımda yatırıldığı süreçten sonra ilk kez böylesine sıcak bir temas içindeyiz bebeğimle. Kuş gibi hafif!
"Çok zayıf" diyorum hemşireye.
"Yoğun bakımdaki en kilolu bebeklerden biri" diyor. Kilosunu soruyorum. “İki bin dokuz yüz gram” diyor.
Ali Kemal 3.700 gr doğmuştu. İki abimin dört buçuk ve beş kilo doğduklarını, hatta benim de üç bin dokuz yüz gram doğduğumu bildiğimden, Ali Kemal’in ufak doğduğundan hayıflanır dururdum. Şimdilerde on altı aylık olan Ali Kemal hızla kilo alıp koca göbekli bir bücürdük haline dönüştüğünden o hayıflanmalarımın ne kadar yersiz olduğunu gördüm. Bu bebeğim çok daha minik doğdu, ama eminim ki, o da sağlıklı bir şekilde gelişip, hızla kilo alarak abisiyle boy ölçüşecektir. Artık hayıflanmak yok...
Hemşire, bebeğimi nasıl emzirmem gerektiğini anlatmaya çalışırken, “Gerek yok anlatmanıza,” diyorum; “bu ikinci bebeğim."
Hemşire gidiyor yanımızdan. Oğlumla baş başa kalıyoruz. O arada ilk ‘selfie’mizi çekip Özgür’e yolluyorum.
Emziriyorum oğlumu. Gözümü bir an bile ayırmıyorum ondan. Bir anda ondaki garipliği hissediyorum. Göğsünü dinliyorum nefes alışı çok hızlı. Sık sık durup hızlı hızlı nefes alıyor. Çok korkuyorum. Hemşireyi çağırıyorum yanıma. Bebeğimi kucağına alıyor; beni dışarı çıkartırken bebeği içeri sokuyor. Kapıda büyük bir sıkıntı içinde beklemeye başlıyorum. Az sonra yoğun bakım doktorlarının hızlı bir şekilde gelmekte olduklarını görüyorum. Yanımdan geçerlerken, "Hocam, bebeğimle ilgili bir sorun mu var?" diye soruyorum, duymuyorlar bile, hızla içeri giriyorlar.
Kapıda ki banka oturuyorum. Ağlamadığım halde gözlerimden yaşlar aktığını fark ediyorum, engel olamıyorum onlara. Oturduğum yerden kalkıp kapıda ki butona basıyorum. Kimse açmıyor. Çaresizce kıvranmaktayım. Belki aradan bir ş,eyler görebilirim diye düşünerek perdesi çekili yoğun bakım ünitesi camının önüne geliyorum. Evet, ufacık bir aralık varmış, görüyorum. Bebeğimin küvözünün başına toplanmış herkes, ama ne yaptıklarını kestiremiyorum. Bütün hemşireler ve doktorlar haraket halinde… Ve benim baktığımı gören bir hemşire gelip perdeyi düzeltiyor. Artık görüntü yok…
Dua ediyorum. Gözlerimden akan yaşları elimle sildikçe yanağıma sıvaşıyorlar. Koridordan gelip geçenler bakıyor. Acıyorlar bana bakışlarında görüyorum. Utanıyorum.
Kapıya gidip ısrarla butona basıyorum. Bir açan olursa, “Çocuğuma ne olduğunu bilmek benim hakkım. Ben onun annesiyim. Henüz doğru düzgün koklayamasam da on kilo metre öteden bilirim benim yavrum olduğunu. Oğlumu gösterin bana!” diyeceğim.
Israrlarıma dayanamayıp hemşire açıyor kapıyı. "Az sonra doktor size bilgi verecek" diyor.
Israrla sormaya devam ediyorum. "Kötü bir şey mi oldu, ne olur doğru söyleyin!"
"Benim bilgi verme yetkim yok. Dediğim gibi az sonra doktor çıkacak" deyip kapatıyor kapıyı.
Çaresizlik içinde kapıda beklemeyi sürdürüyorum. Beş dakika, on dakika… Zaman bir türlü geçmek bilmiyor.
Nihayet açılıyor kapı. Murat bey çıkıyor. Hemen dikiliyorum karşısına. Bana üzgün gözlerle bakıyor. Kesin kötü bir şey var. "Bebeğiniz emerken biraz zorlanmış, şu an oksijen veriyoruz" diyor.
"Tekrar mı bağladınız hocam makinaya?"
"Evet, ama az veriyoruz" diyor beni rahatlatmak için. Oğlum yine ventilatöre (solunum cihazına) bağlanmış. Yani kendi başına nefes alamıyor, ventilatör adlı makina sayesinde nefes alıyor. Yani yaşıyor...
Taburcu olacağız diye özenle hazırladığım çantayla kapıda kala kalıyorum. Aldığım kıyafetlerin içi boş kaldı yine. Ben oğlumu giydirip kucağıma alacağım, sarılacağım diye beklerken yine içi boş giysileri öpeceğim gece yatarken. Olsun, oğlum iyi olsun, yaşasın da...
Eve dönüyoruz. Annem ve kıvırcık saçlarıyla Ali Kemal kapıda karşılıyor bizi. Ali Kemal konuşamıyor, ama gözlerinde “kardeşim nerede?" bakışları var.
“Kardeşini getiremedim sana oğlum" Diyorum ona.
Annem üzgün. Herkes üzgün.
Gece olduğunda içim o kadar sıkkın ki, yatağa sığamıyorum. Uyur gibi oluyorum, saat dörtken müthiş bir sıkıntıyla yeniden uyanıyorum.
Özgür uyumamış, hala oturuyor.
"Hastaneyi arayacağım,” diyorum ona, “İçim çok huzursuz, hiç iyi değilim. Kesin bir şey oldu."
Beni rahatlatmaya çalışıyor, sabah arayalım diye ısrar ediyor. ,kna oluyorum sabah aramaya, fakat sabahı edemiyorum bir türlü, hiç uyumuyorum.
Sabah mesai saati başlar başlamaz telefonu elime alıyorum. Arıyorum. Evet, gece dört gibi, tam da benim aşırı sıkkınlıkla uykumdan sıçradığım anlarda oğlum yine tıkanmış, nefes alamaz olmuş. Uyandığım an hissetmiştim oğluma bir şey olduğunu. Neyse ki, müdahale etmişler hemen. Çok şükür şimdi iyiymiş. Aynı zamanda buhar tedavisine de başlamışlar oğluma.
Yine aynı şeyler. Özgür’le bir hafta daha gidip geliyoruz hastaneye; yine uzaktaki kuvözden göbeğini veya bacağının yanını görmeye çalışıyoruz.
Bir hafta geçtikten sonra Dr. Murat bey, "yarın çıkabilirsiniz artık," diyor.
Bi yandan dünyalar benim oluyor, öte yandan da yüreğimi bir korkudur sarıyor. “Ya evde tıkanırsa ne yaparım?” diye soruyorum Murat Bey2e.
“Bir şey olmaz," diyor.
Rahatlıyorum.
Eve geliyoruz. İçimde coşkulu bir heyecan var. “Yarın yanımda olacak oğlum. Bu acı günler geride kalacak. Çok çok mutlu günler geçireceğiz…”
Ertesi sabah erkenden bebeğimizi almaya gidiyoruz. Dr. Murat Bey hastaneden çıkarken, “En ufak bir mikrop dahi kapmaması gerekiyor,” diye sıkı sıkı tembih ediyor.
“Sağlıklı olacak, toparlacak, değil mi?” diye soruyorum.
“Normal bebeklere göre daha ağır toparlar, ama toparlar," diyor.
Murat Beyin tembihleri beynimde iyice yer ediyor. Her şeyi oğlumun sağlığına göre organize etmeliyim.
İlk önce maske alıyorum eczaneden. Eve gelen giden olursa taktırmak için... İlk maskeleri de sürekli evde bulunan anneme ve yardımcım Gül’e taktırıyorum; tabii kendime ve Özgür’e de. Özgür biraz ırın kırın edecek oluyor, bebeğe yaklaşmasını yasaklıyorum hemen. Maskeyi takmaya razı olunca da bebeğimize yaklaşıp bakmasına izin veriyorum. Sadece yakınından bakmaya. Kucağa almak yasak!
Ali Kemal’e yasak yok elbette, bir tek o muaf yasaklardan. Kardeşini veriyorum kucağına. Oyuncak sanıyor. Kolunu, bacağını çekiştirmeye başlıyor. Seviyor kardeşini…
İkisini de öyle çok seviyorum ki!
İkisine de sarılıyorum.
İki oğlunu da çok büyük bir aşkla seven, dünyanın en mutlu annesiyim ben…
DUYGU’NUN ÖYKÜSÜ-7 Yazısına Yorum Yap
"DUYGU’NUN ÖYKÜSÜ-7" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
Her halükarda güzel bir duygu.
Benim de sanatçı bir kızım var, sanat onun için evlilikten daha önemli. Bebekleri o kadar sevdiği halde, şimdilik sadece öpüp, kokluyor.
Bu durumda bizlere de aynısını yapmak kalıyor tabi ki. Allah analı, babalı ve sağlıklı büyütsün. Hayatta en önemlisi o galiba. Sizde benim yerime bol bol öpün ve koklayın. Çok güzel bir yazı dizisiydi. Tebrik ederim.
Daha nicelerini okuma keyfini sürmek dileği ile.
Teşekkürlerimle.
ONDAN SONRA
@ondan-sonra2
çok teşekkür ederim efendim. saygılarımla