- 1191 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Tavuksuz Diplomalar (b.ö.r.-22-)
Ülkemizde, köy okullarında mesai eylül başlarında başlar nisan sonunda biterdi. Bu uygulama yıllarca deva etti. Hatta illerde okulların açılıp kapanması birkaç hafta arayla yapılırdı. Bölge ve iklim koşullarına göre okulların açılıp kapanması ilden ile fark ederdi. Valilerimiz bu konuda yetkili mercilerdi. Mayıs ayının ilk günlerinde sene sonu evrak teslimi ile benimde tatilim başlardı. Kendimi Artvin’de baba vatanımda tarla-bağ bahçe içinde ya da yaylalarda sürülerin hemen yanı başında bulurdum. Bu öykümde de köy çalışmaları, soğuk, sisli ve puslu günlerdeki çobanlık anıları ve okulculuk çalışmalarımla baş başa olacağız.
Mayısın ilk haftalarında köydeyim, memlekette. Artık önceki yıllardaki gibi eşimi mart başında köye gönderemiyorum. Küçücük, çekirdek bir aile olduk. Oğlum ilkokula başladı. Eve vardığımızda hiçte güzel karşılanmadık. Niçin gelini erkenden göndermemişim! Evimizde feodal ilişkiler sürüyor. Babam tek ve kesin karar verici. Her sözü bir padişah kanunu, şeyhülislamız, fetvasız. Üretim, hasat çalışmaları da tıpkı geçen yüzyıllar gibi. Bilek kuvvetine dayanıyor her iş, toprakla güreşircesine mücadele… Sadece harman işlerinde uygarlık nimeti patos kullanılıyor.
Mısır çapalarının en yoğun olduğu günlerde başladı yeni bir yaz tatilim. Birkaç hafta yoğun çalışmalarla çapa işlerini yoluna koyarak köydeki çalışmalara dalıverdik ailece. Belirtmeliyim, doğamız güzel, güzel ne kelime harika. Her taraf yemyeşil. Alabildiğine geniş ormanlar. İğne yapraklı ağaçlar bir orman denizi. İçlerinde ulu ladin ağaçları, köknarları ve sarıçamları barındırıyor. Bir o kadar da meşe, karaağaç, gürgen kayın benzeri yayvan yapraklı ağaçlar. Nihayet dağların doruklarına yakın maki toplulukları. Hele makilerin ancak yaz başlarında ki çiçek açmış halleri tanımsız güzel.
Yaylacılık günleri başlamış. Aşağı yayladayız. Kuzuları annelerinden ayırma zamanı gelmiş. Kardeşim asker. Kısır diye adlandırılan kuzu, toklu ve koçlardan oluşan sürüyü gütme işi benim üzerimde. Yayla evimizden hayli uzak, dağların eteklerinde kamp yerim var. İki yüzü aşkın kalabalık sürümü bir arkadaşımın yardımıyla güdüyorum. Arkadaşım yanımda kısa süre kalıyor yaylaklarda. Erkenden yaylaya dönüp köpeklerle, benim yemeğimi getiriyor. Ayrıca odun topluyor akşamleyin kamp ateşim için. Ve yaylaya geri dönüyor.
Kamp ateşimde ısınarak ve doğanın vahşi sessizliğini dinleyerek geceleri bitirmeye çalışıyorum. Bazı anlarda içime garip bir korku düşüyor. Cinler, periler aklıma geliyor. Neyse ki köpeklerin ara ara havlamalarıyla dağ diplerinde, ulu ladin ağaçlarının yanı başında yalnız olmadığımı hissediyorum. Yine böyle yalnızlığı iyice hissettiğim bir gecenin sabahında puslu, sisli bir güne uyanıyorum. Ateşim sönmüş, hava iyice soğumuş, yavaştan yağmur çiseliyor. Çobanlığın itlik, köpeklik olduğu çileli yeni bir günü başlıyor. Sürümle yavaş yavaş dağların yamaçlarına açılıyorum. Arkadaşım sabah nevalemle bana kavuşuyor. Dakika dakika hava soğuyor. Yağmur şiddetini artırıyor. Sürümüzle otlakların ilerlerine doğdu yönleniyoruz. Ormanlar geride kaldı. Yamaçların ilerisinde çimenler daha gür. Birde ne görelim yemyeşil çimenler beyazlara bürünmüş. İşin şakası yok, hafif doluyla karışık kar yağıyor.
Yönümüzü geriye çevirdik. Islandık yağan yağmurla. Bir an önce ormanlara yaklaşmak ilk hedef. Nihayet çamların yanına vardık. Arkadaşımın yanmakta nazlanan muhtar çakmağının marifetiyle bir ateş tutuşturduk. Koyunlarını güden Hasan amcamızda yanımıza zorlukla can attı. Ellili yaşlarında, güçlü kuvvetli Hasan amcamın yüzü bembeyaz, dişleri mitralyöz gibi takırdıyor, sadece çakır gözlerinin sönük mavisi fark ediliyor. Bu arada sürüler birbirine karışmış, meleyen koyunlar ve kuzular bir başka âlem. Çobanlık işte öyle bir şey. Hani anlatılamaz, sadece yaşanır.
Yukarı yaylada sürüyü gütmek için çoban bulununca benim köyde çalışma günlerim başlardı. Tırpan, dirgen, tırmık üçgeni ile çalışmak hiçe kolay değildir. Sabah gün doğmadan başlayan çalışmalar akşam karanlık basıncaya kadar sürer. Sıcak temmuz ve ağustos güneşi altında günlerce tırpanla çayır, tarla biçmek her babayiğidin karı değildir. Fin hamamı örneği terler süzülür bedenden, eller birkaç kat deri atar ve nihayet nasırlaşır.
Köyde tek güzel olan olgu yoğun işlerin arasına sıkıştırılan bir köy düğünü olurdu. İşlerin en ciccivli zamanına bile denk gelse dost ya da komşu düğününe iştirak ekmemek olmaz. Arkadaşlarla buluşup, davul-zurna eşliğinde halay çekmeler, şaka şenlik içinde bir iki gün eğlenmekle yorgunluğumuzu atlatırdık. Araya bir de futbol maçı sıkıştırdığımızda annemizden yeni doğmuşçasına kendimizi zinde hissederdik.
Okullarda ve köylerde yaşadığım barış günleri yerini bin dokuz yüz yetmişli yıllarda ay ay, yıl yıl giderek önü belirsiz karanlık günlere bıraktı. Özellikle gençler olmak üzere halkımız politize oldu. Öncelikle üniversite gençlerimiz arasında farklı fikirler filiz verdi büyüdü. “Tam bağımsız Türkiye” özlemi solcu gençlerin şiarı oldu. Sol kesim ülkede devrim yapalım kaynaklarımız eşit paylaşılsın, hakça bir düzen kuralım gibi düşünceleri hayata geçirelim çabasına girdi. Sağcı gençler daha çok mevcut düzenin savunucusu oldular. Sol kesim, “Bağımsız Türkiye…”diye slogan atarken sağ kesim buna karşın, “Bağımsız Türkistan…”diyerek karşılık veriyordu.
1974 yılında, adayı Yunanistan’a bağlamak adına milliyetçi Rumlar, Kıbrıs Cumhuriyeti’nde darbe yaptılar. Mevcut devlet başkanı Makariyos adayı terk etti. Türkiye garantörlük hakkını kullanarak Kıbrıs Barış Harekâtı yaparak adadaki soydaşlarımızı deyim yerindeyse kıyımdan kurtardı. Başta ABD olmak üzere batılı dostlarımız biz Türkleri mutlu eden bu harekâtı içlerine bir türlü sindiremediler. Nato ülkesi olmamıza karşı Sam amcamız bize silah ambargosu uyguladı. Ülkemiz savunma ihtiyacı silahları başka yollardan daha fazla para ödeyerek almak zorunda kaldı. Ekonomi bozuldu. Demirel’in deyişi ile ülke, “Yetmiş sente muhtaç” hale düştü. İç ve dış dinamikler ülkede siyasi olayların artmasına neden oldu. Bir türlü istikrarlı hükümetler kurulamadı. Milletvekili pazarlıkları yapıldı. Devşirme milletvekilleriyle kısa süreli istikrarsız hükümetler kuruldu. 1973 seçimlerinde seçim yenilgisine uğrayan Demirel,” Halk bize muhalefet görevi verdi” demesine karşın, değişen koşullar içinde, “Milliyetçiler beri gelsin” diyerek milliyetçi cephe hükümetleri kurdu.
Ülkede olayların önü bir türlü alınamadı. Okuluna giden bilim insanları sokaklarda kurşunlandı. Çorum ve Maraş katliamları yaşandı. Yıllarca bir arada yaşayan halk sağcı-solcu, Sünni-alevi diye ayrıştı. Bir Mayıs günü İşçi bayramı için taksimde toplanan emekçiler uzun namlulu silahlarla katledildi. 1977 milletvekili seçimlerinde şair Ecevit yüzde kırkın üzerinde oy aymasına karşın o zamanki seçim yasasına göre tek başına hükümet olacak çoğunluğu sağlayamadı. Gazeteci Mehmet Ali Birand’ın deyişiyle, “Ecevit kumar borcu olmayan on adet milletvekili” bulamadı. Demirel yamalı bir hükümet kurdu. Kısa sürede kumar borcu olan milletvekillerinin devşirmesi ile Ecevit başbakan oldu bu kez… Sağ kesim, ”Ülkeye bu kış komünizm gelecek…” diye bol bol propaganda yaptı. Oysa romantik ve hümanist duygularla şiirler yazan Ecevit’in komünizmle hiç ilgisi yoktu. Ülkemizde polisimiz İngiltere’de olduğu gibi silah taşımayacak sözlerini söyleyen şair başbakanın hükümet ettiği yıllarda da anarşi artarak devam etti. Köln bülbülü diye ünlenen Türk Halk Müziği sanatçısı Yüksel Özkasap’ın bir türküsünde seslendirdiği, “Boşa dövüşmeyin bizim yiğitler,/ Sizi vurduranlar vurulmuyor ki, ”örneği barış dilekleri hep havada kaldı. İktidar ve muhalefet bir türlü ortak ülke sorunlarına birlikte çözüm üretmek için bir masa etrafında toplanamadı. Demokrasi kültürünün özümsenmesi ve içselleştirilmesi bu topraklarda hiç mümkün olmadı. İktidar olanlar hep kendi taraftarlarına makamlar sağladı.
Ülkemizde bir ulusal birlik sağlayabilsek. Atama yetkisine sahip olanlar atadıkları kişilerde bilgiye, deneyime ve liyakate önem verseler inanıyorum ki bu topraklarda da güzellikler yaşanabilirdi. Partizanlık, rüşvet, adam kayırma, bendensin beri gel… gibi toplum yaşamımıza bulaşmış kötü alışkanlıklarımızı bir terk edebilsek her şey daha güzel olacaktı. Olmadı.
Okulda öğrencilerle olmak benim için can sıkıcı ülke sorunlarından az da olsa uzak olmamı sağlıyordu. Çocukların yalansız, riyasız dünyasına girmek, onların gün gün çalışmalarını takip etmekle huzur buluyordum. İlkbahar yaklaştığında yeşeren, gün gün boy atan ekinlerin güzelliğini gözlemlemekle uçsuz bir mutluluk kaynağıydı benim için. Okul bahçesinde çiçek açan erik ve elma ağaçları çevreme ayrı bir güzellik katıyordu.
Salı akşamları çoğu kez bir velimizin traktörü ile komşu köye gidip akü ile çalışan televizyonlarda yerli filmleri izliyorduk. Kahvehanelerinde televizyon izlediğimiz bu merkezi köyde bir ortaokul açıldı. Bu ortaokulun Türkçe öğretmeni ile yakın bir kitap dostluğu kurduk. Sık sık edindiğimiz kitapları değiştirip okuma açlığımızı daha kolay tatmin ediyorduk. Kocaeli İl Halk Kütüphanesinin değişmez müdavimiydim. On beş cilt olarak yayınlanan Bin Bir Gece Masallarının ancak beş cildini bu kütüphanede bulup okuyabildim. Ayrıca Kelebek adlı çok beğendiğim bir romanı da aynı yıl okudum.
Ülkemiz güzel, ülkemiz büyük her bölgemizin değişik ve ilginç adetleri var. Trabzon’da, düğünlerde düğün sahibi düğünüm daha şenlikli olsun diye gençlere mermi dağıtırdı. Bu bölgede silah olgusu yok. Mermi dağıtılmıyor. Konuklara bolca içki sunuluyor. Komşu köyde ilk kez izlediğim bir düğün benim için hayli ilginç geldi. Mevsim sonbahar, hava güzel. Damata düğün evinin önündeki çayırda damat tıraşı yapılıyor. Klarnet ve davul eşliğinde şehirden getirilen iki çengi (bayan) oynuyor meydanda. Köy delikanlıları bu çengilere eşlik ediyorlar. Bazıları içkili.
Düğünlerde üçüncü güne duvak deniyor. Duvak günü düğüne kadınlar ve bekâr erkekler katılıyor. Kızlar-erkekler küme küme bir araya gelip sohbetler edebiliyorlar. Dini bayramlarda da karşı cinsten gençler bir araya gelip rahat rahat konuşabiliyorlar. Yurdumuzun birçok bölgesinde mümkün olmayan gençlerin uygarca konuşabilmesi hoş bir adet. Bu uygulamayla gençler müstakbel eşlerini karşılıklı tanımış oluyorlar.
Yeni köyümde komşuluk ilişkileri daha bir canlı. Karşılıklı akşam ev ziyaretleri yapıyoruz. Kadın-erkek aynı odada oturup sohbetin belini kırıyoruz uzun kış gecelerinde. Benim hoşuma giden bir ilginç adet yaşanıyor bu ziyaretlerde. Çayı erkekler yapıyor. Evin hanımı o işlere bakmıyor. Kadınlar için hoş bir durum bu uygulama. Sohbet konuları hep aynı: Buğday, ayçiçeği ve pancar hasadı. Sığırlar, sütlerin mandıraya teslimi, tarlalara serpilen gübre çeşitleri ve de beylerin bitmek bilmeyen askerlik anıları. Böyle bir akşam ziyaretlerde ev sahibi söz ustası Hasan amca anlatıyor.
“Hocam iyisin, geçen yıl acemiydin, işi bilmiyordun, söylemedin. Bu yıl mezun edeceğin çocuk sayısı fazla. Sene sonunda bol bol tavuk yiyeceksin. Önceki yıllarda öğretmenler okuldan mezun olan her çocuktan birer tavuk isterlerdi…” Bu sözleri duyunca meslektaşlarım ve mesleğim adına çok üzüldüm, yaralandım. Hasan amcaya, “O gün gelsin hele. Bir bakarız duruma” diye cevap vererek aynı konuda sözün dallanıp budaklanmasına meydan vermedim… Davranışlarını tasvip etmediğim meslektaşlarımın gıyabında konuşmak güzel olmazdı. Düşüncelerimi sınıfta paylaşacaktım benim günah nedir hiç tatmamış melek öğrencilerimle…
Sınıftayım. Siyah önlük-beyaz yakalıklı benim katıksız dostlarım, öğrencilerim arasındayım. “Sevgili çocuklar diyerek sözlerime başlıyorum. Hak etmeyen bazılarınızın ya da hepinizin karnesine hep pekiyi yazsam bu durumdan hoşnut olur musunuz? Yoksa herkese hak ettiği notları versem güzel olur?” Türünden sorularla sınıfta bir beyin jimnastiği başlatıyorum. Parmak kaldırıp söz alan her öğrencim: “Öğretmenim bizler karnelerimizde hak ettiğimiz notları görmek isteriz…” İçerikli sözler söyleyerek beni mutlu ettiler. “Sizlerin hep böyle dürüst olmanızı istiyor ve umuyorum. Büyüyeceksiniz, hayatın içine dalacaksınız. İnsanlarla olan ilişkilerinizde dürüst olmak, hak edeceğiniz değerleri savunmak, başkasının hakkına el uzatmamak insan olmanın en vaz geçilmez kuralıdır sevgili çocuklar. Size bir uyarım olacak. Bu yıl ve gelecek yıllarda okuldan mezun olan diploma almayı hak eden hiçbir öğrenci hediye de olsa okula tavuk getirmeyecek. Sizlerden birer tavuk istemeye hakkım yok. Bu konuda babalarınıza selamımı iletin. Sınıfta konuştuklarımızı onlarla da paylaşın…” Böylece ilk dersimde artık diplomaların tavuksuz alınacağı olgusunu işleyerek günün diğer derslerini işlemek adına teneffüse çıktık…
Kendi hakkını savunma, başkalarının hakkına el uzatmama, insanların emeğini sömürme ilkesini yaşamımın değişmez şiarı kabul ettim. Bu ilkeyi öğrencilerimle birlikte sürekli içselleştirmeye çalıştım yaşadığım yıllar içinde.
YORUMLAR
” Böylece ilk dersimde artık diplomaların tavuksuz alınacağı olgusunu işleyerek günün diğer derslerini işlemek adına teneffüse çıktık…
Sayın öğretmenimiz, başlığın anlamını çok merak etmiştim, sayfanın bitiminde hem gülümsedim hemde sizin bu güzel davranışınızı taktir ettim...
Emeğe Saygımla...
İBRAHİM YILMAZ
önemli olan hakkımızı savunmak hakkımız olmayan bir değere de el uzatmamak.
selam ve saygımla.