BİR RÜYA MIYDI ÇOCUKLUĞUM? 1. BÖLÜM -6-
AMCAM KIZI ANŞA(Ayşe)
Ayşe yaşça küçük olmasına karşın kendisini yetim ve öksüzlerin annesi konumunda görüyordu. Sabah erkenden kalkar, evin içerisini, avluyu ve harman yerini her gün süpürür, tozmasın diye toprak kısımları sular sonra bizi uyandırır ve Allah(c.c.) ne verdiyse karnımızı doyururdu. Ben günümün çoğunu onun yanında geçirirdim. Bana özellikle değer verirdi. Ayşe hayatın acımasız yüzünü erken tanımış olduğundan olsa gerek kendisinin hep bir erkek olarak Dünyaya gelmek istediğini anlatırdı.
Bir gün yağmurdan sonra çakmaklık tepesinde ki bize çok yakın bir tepeydi. Gök kuşağı oluştuğunu görür görmez, oraya doğru rüzgâr misali koşmaya başladı. Birazdan da kan ter içinde geri döndü ve çok üzgündü. Niçin koştuğunu sorduğumda; “gök kuşağının altından geçebilseydim eğer oğlan olacaktım” dedi. Bana çok saçma gelmişti ama Ayşe’nin bir sürü batıl inanışı vardı. Onu yadırgamıyorum. Her şeyi emsali birkaç kız arkadaşından öğreniyor ve öylece inanıyordu.
Bir öğlen vakti Ayşe ile su almak için evimizin elli metre aşağısındaki yol kenarındaki su gözesine inmiştik. Ayşe’nin elinde bir bakır ibrik ve bir helke vardı ben ise küçük bir çitil taşıyordum. Ayşe helkeyi doldurup ibriği yarılamıştı ki! Genç bir adam dikiliyordu yanı başımda ve Ayşe’ye seslendi. “Kız bir su versene” Ayşe adamın yüzüne baktı ve gözenin başından kenara çekilip “buyur kendin iç” dedi. Adam su içmek için gözeye indi, su içmek bahaneydi. Ayşe’ye sarkıntılık etmeye başlayınca, Ayşe çevik bir kaplan gibi elindeki ibriği adamın kafasına indirdi. Adam beklemediği bir tepki ile karşılaşınca çareyi kaçmakta buldu. Ayşe, olan biteni babama anlatmamam için sıkı sıkıya tembihledi. O zaman Ayşe’nin neden erkek olmak istediğini daha iyi anlamıştım.
Kışlık odun ihtiyacını herkes kendisi karşılamak zorundaydı. Bizim evin doğu tarafında zamanla birer ikişer ağaçları kesilerek tarlaya dönüştürülmüş bayır bir alan vardı. Meşe ağaçlarının toprak altında kalan köklerini kazma kürekle çıkarmak bize hem kolay geliyor hem de meşe kütükleri ocakta yanarken daha dayanıklı oluyordu. Kütükleri çıkarma işini Ayşe yapıyor, biz de küçük olduğumuzdan topraktan çıkarılan kütükleri harman yerine taşıyorduk. O gün ikindi üzeri aşağıdan yalpalaya yalpalaya bir adamın bize doğru gelmekte olduğunu gördük. Yaklaştıkça daha önce göze başında Ayşe’ye sarkıntılık eden adam olduğu anlaşılıyordu. Ayşe adamı görmüş ama hiç oralı değilmiş gibi davranıyordu ve avuçlarının alabileceği iki iri taşı ellerinde sıkı bir şekilde tutmuş, adeta gerilmiş yay gibi duruyordu. Gömleğinin düğmeleri iliklenmemiş şekilde yirmi metre kadar yaklaşan adam orada durmuş, ancak cüretini daha da arttırmış ve sözlü tacize başlamıştı. Arkası dönük durumdaki Ayşe’nin ani dönüşü ile sağ elinden ok gibi fırlayan taşın adamın açık duran göğsünde çıkardığı paaat sesini duymamız bir oldu. Adamın(!) iki büklüm, inleye inleye aşağı doğru tornistanına şahit olmuştuk. Ayşe bize bakıp “ikinci taşı boşuna almışım” deyip işine koyuldu. Ayşe zaten erkek gibiydi, sadece kendisi farkında değildi.
HERKES ÇOBANLIK YAPMALI
Herkes hayatında süresi bir gün bile olsa çobanlık yapmalı diyorum. Hele keçi çobanlığı ayrı maharet gerektiriyor. Keçiler çok hareketli olduklarından ormanlık alanda toparlamak birçok maharet gerektirmektedir. Onlarla iletişim yöntemlerini bilmek zorundaydınız. Keçilerinizin sayısı az ise her birini isimlendirmek ve ismiyle çağırmak usuldendi. Bizim keçilerin isimleri Kınalı, Vildan, Ceylan ve Tekiş idi. İsmiyle çağırdığınızda sadece o keçi melemek suretiyle tepki verir, böylece onun nerede olduğunu bilirdiniz. Tabii ki bir hayvanın ismine alışması için ona ulaşamadığı dalları büküp en taze yaprakları yedirerek ikramda bulunmanız gerekirdi. Sürüleri karıştırdığınızda başka yöntemler kullanmak zorundaydınız. Daha çok Ayyt diye seslenerek ya da türlü şekilde ıslık çalarak sürüyü yönlendirirdik.
İnsanların az olduğu bu canlılar dünyası arasında geçen her gün mutlaka yeni bir tecrübe edinirdik. Söz gelimi, hiç birimiz babamıza ‘bizi kim getirdi’ sorusunu sormazdık çünkü her şeyi görerek, gözlem yaparak öğrenmiştik. Emiliklerin doğumlarını, kuşların, sürüngenlerin, böceklerin, memelilerin ilişkilerini en doğal haliyle görme şansınız vardı. Kaplumbağaların sevişme sahnesini ilk gördüğümde hayli şaşırmıştım. Erkek kaplumbağa dişinin üzerine çıkmak isterken birden ters dönüvermişti, bu onun için ölüm demekti ama üremek için ölümü göze almak zorundaydılar. Eğer o anda onu tersine çevirecek biri yoksa karıncaların hücumuna uğrayıp ölmeleri mukadderdi. Özellikle erkek hayvanlar kıyasıya kavgayı-rekabeti göze almak mecburiyetindeydiler. Dinlenme anında karıncaların yuvalarının başına uzanıp neler yaptıklarını, yuvalarına musallat olan diğer böceklere karşı birlik içinde nasıl savaştıklarını izlemeye bayılırdım.
Ormanları karış karış gezerken neyin nerede olduğunu da zorunlu olarak öğreniyorsunuz. Söz gelimi taş armutları, yonuz erikleri, kızılcık, çıtımık, ceviz, incir, mezleki ağaçlarının yerini, hangi meyvenin ne zaman yenebilir duruma geldiğini bilmiyorsanız işiniz zor demektir. Yenebilir duruma gelince yediniz, yediniz. Geç kalırsanız avucunuzu yalarsınız. O nedenle meyvelerin olgununu tatmak satın alınanlar dışında neredeyse imkânsızdı. O taş armutlarını toplar toplamaz bir saman çuvalının içerisinde en az bir ay müddetle kararıp olgunlaşmasını beklerdik. Bazen olgunlaşmaya yüz tutanları boğazımızı su ile ıslata ıslata yerdik.
Ağustos Böceklerinin hayatımda ayrı bir yeri vardı. Birden bire ortaya çıkarlar bu yüzden onların nereden geldiklerini bilemezdik. Gün yükselip hava ısınınca koro halinde ötmeye başlarlar ta hava serinleyene kadar. Harman yerindeki eğraltı (palamut) ağacının gövdesi ve dalları üzerinde 10-15 Ağustos Böceği bulunurdu. Böceğin rengi ağacın gövdesiyle uyum içinde olduğundan dikkat etmezseniz fark edemezdiniz. Biz tecrübeli olduğumuzdan onlardan bazılarını kolayca yakalardık. Gövdesini ince dikiş ipliği ile bağlayıp kontrollü bir şekilde uçurmaktan büyük keyif alırdık.