- 851 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
O , BENİM BABAM !
Yaklaşık altı yıl önce geldiği ve o günden beri hem evi hem de rızkını kazandığı iş yeri olan Kurtköy’deki sefalet yuvası kahvesinin, ocaklığın yan duvarına asılı , kocaman bataryalı, kırmızı radyonun altındaki masada, ağzında üçüncü- köylü sigarası, her çekişinde dumanını mutlaka ciğerlerine kadar göndererek, çok uzaklardaki bir noktaya bakar gibi dalgın, efkârlı ve gözleri yaşlı oturuyordu.
Dışarıdan gelen kabaca bir ses, adeta uykusundan uyandırır gibi oldu.
’ İncirliiiiiiiiiii ! Bak sana kimi getirdim ? ’ İkinci cümleye pek anlam veremese de, birincisinden kendisine seslenildiğinden emin olduğu için yerinden kalkıp , kahvenin asma çardak tarafına bakan kapısından dışarıya çıktı. Peykenin üzerine kurulu pöstekenin üzerinde uyuyan Tekir kedinin de keyfini kaçıran bu ses, dışarıdaki Karabaş köpeğin bile havlamasına neden oldu. Bahçedeki asırlık kara çınarın dallarında tüneyen kargalar kötü bir sesle karşılık verdiler, o beğenmedikleri sese. Serçeler ürküp kaçışmaya başladı.
Yolun kenarına park ettiği, ahşap kasalı kömür kamyonundan indirdiği , sekiz yaşlarında, elinde bez bir pazar çantası taşıyan çocuğu, elinden tutmuş, adeta zorla kahveye doğru getirmeye çalışan adam, Tepeören’li Nalbant- Kömürcü Ahmet idi. Çocuk kahveye doğru gelmemekte ısrarlı, adamın elinden kurtulup tekrar kamyona binmek için direniyor ama bu , oldukça da kilolu adama gücü yetmiyordu.
Adam, tanıdı çocuğu. Tanıyınca da şok oldu. Sevinmekle, şaşırmak arasında kaldı. Oğluydu : Fikret. Tepeören’de, ağanın zoruyla evlendiği, imam nikâhlı, üç çocuklu eski eşinden olan iki çocuğundan, erkek olanı. Onları bırakmak zorunda kaldığında , Fikret, henüz iki yaşına bile basmamıştı. Daha önceleri defalarca Pendik’te görse de, çocuk kendisine yaklaşmasına izin vermemiş, her gördüğünde kaçmıştı.
Çok zayıftı çocuk. Kulakları yandan fırlayan başı, incecik boynunun üzerinde, adeta düşecekmiş gibi duruyor, ağlarken , ön dişleri fareyi andırıyordu. Yine de sevimliydi, güzeldi, simsiyah saçları, yeşil gözleriyle canıydı, kanıydı, oğluydu onun.
’ Oğluuuuum ! Fikret’im ! ’ deyip olduğu yere diz çökerek , çocuğun koşarak gelmesi arzusu ile kollarını açtı, beklemeye başladı. Ağlıyordu çocuk ; hem de hıçkıra hıçkıra. Sarılmak değil, gelmek bile istemiyordu. Hatta korktuğunu açıkça belli ediyordu babasından. Çünkü, o ’ kötüydü. ’ Annesi yıllarca hep kötü şeyler anlatmıştı babalarıyla ilgili. O, korkulması , kaçılması gereken biriydi. Bunu anladığı zaman çok üzüldü adam. Gözleri iyice doldu. Onlara oldukça yakın olan Karabaş köpeğin sesi , Tekir kedinin miyavlaması bile hüzünlüydü o an. Kargalar susmuş, serçeler hüzünlü bir şarkının en can alıcı notalarını seslendiriyor gibiydiler.
Nalbant Ahmet, bir an önce çocuğu bırakıp yoluna devam etmek istediğinden, kucaklayıp babasının kollarına ittiğinde, ağlaması daha da şiddetlendi çocuğun. Adamın göz yaşları şiddetli yağmurlarla yarış etmeye başladı. Kargalar bu defa kamyoncuya saldırmak ister gibi kara çınardan birlikte uçuşmaya başladılar. Karabaş sert sert havlamaya, Tekir, başka kedilerle kavga eder gibi miyavlamaya başladı.
Kucağında hıçkıra hıçkıra ağlayan, çırpınan çocuğu, kendisi de ağlayarak kahveye kadar taşıdı. Kahvedekiler bu işe şaşıp kaldılar. Domino taşları, iskambil kâğıtları, tavlanın zarları ellerde öylece kalakaldı. Herkes bu meraklarının bir an önce giderilmesi peşindeydi. Soru yağmuruna tutmaya başladılar kahveciyi :
’ Oğlun mu İncirli ? ’
’ Annesi sana mı göndermiş ? ’
’ Yeniden mi evlenecekmiş yoksa ? ’
’ Küçük İncirli ; adın ne senin ? ’
’ Çok da zayıf kalmış yavrucak ! ’
’ Bu yaşta çocuk, bu sefil kahvede nasıl yaşar yahu ? ’ Aldıkları kısa cevaplar sonunda, merakları bir nebze azalınca, domino taşlarını, iskambil kâğıtlarını masaların üzerine daha sert vurarak, tavlanın zarlarını daha hızlı atarak , ağızlarındaki sigaraları daha da derin çekerek, gündelik hayatlarına devam etti; kimisi genç, kimisi yaşlı, bu ahşap tavanı sigara dumanından simsiyah olmuş, duvarları kirli, tahta sandalyeleri kırık dökük, tam ortada, kütüklerin yanarak kahveyi ısıtmaya çalışan bidon sobalı sefalet yuvası, köy kahvesinde.
Az önce kendisinin oturduğu, kırmızı radyonun altındaki masaya oturttuğu çocuğa, kahveden girişi olan bitişikteki, kahve sahibi İbrahim ağanın bakkal dükkânına koşup, bir avuç kremalı bisküi alıp döndü. Açık, ılık, çok şekerli bir de paşa çayı yapıp yemesini istedi çocuğun. Ağlaması kesilmişti, karnı açtı. Kremalı bisküi çok sevdiği, henüz annesiyle birlikte Köyde otururlarken, babasının , ’Geldiklerinde ne isterlerse ver, ben öderim ! ’ diye tembih ettiği bakkal dükkânından ara sıra aldığı, yediği, en güzel şeylerden biriydi. Köydeki berbere de babası tembih ettiğinden, her aklına geldiğinde, gidip traş olmak istediğini de hatırladı. İştahla bisküileri yemeye, paşa çayını içmeye başladığını gören adam, bir anda çok sevindi, mutlu oldu. Bittiğinde, yeniden almak için ısrar etti, Çocuk istemeyince, ikinci paşa çayını hiç sormadan getirip yanına oturdu. Saçlarını okşarken kaçmadı bu defa. Ellerini o saçlardan hiç çekmek istemedi. Sarıldı bu defa. Defalarca yanaklarından öptü. Bu defa da mutluluktan ağladı.
Babası müşterilerine hizmet etmeye başlayınca, çocuk dikkatlice onu izlemeye başladı. Bir ara Tekir kedi yanına gelmiş, adeta sürtünüyordu. Okşadı onu. Çok hoşuna gitti kedinin. Daha da sürtünmeye başladı. Kucağında uyumaya bile başlamıştı. Çocuk onu rahatsız etmemek için, yerinden kımıldamamaya gayret ediyordu. Fakat, bir ara birden bire uyanan kedi, yukarıya doğru diktiği kulaklarını, sağa sola oynatmaya başladıktan sonra , çocuğun kucağından atlayıp hızla kahvenin ocaklığına doğru koştu. Bir iki dakika sonra ağzında bir fare ile ocaklıktan çıkmış, şimdi kahvenin bir köşesinde afiyetle karnını doyuruyordu. Birden kahvenin ahşap tavan arasından gürültüler gelmeye başladı. Tekir kedinin, gücünün yetmediği, adına geme denilen, büyük fareler, arkadaşlarından birinin yakalandığını anlamış, adeta Tekir kediye tehditler savurmak ister gibi koşuşturmaya başlamışlardı. Bu gürültüden çok korkan çocuk, biraz da hava almak için, kahvenin bahçeye açılan ikinci kapısından dışarıya çıktı. Karabaş köpek , ona hoş geldin demek ister gibi, kuyruğunu sallayarak yaklaştı. Paçalarına sürünmeye başlamasından mutlu oldu çocuk. Onu okşamaya, sevmeye başladı.
Tekrar içeriye döndüğünde, masaların üzerindeki boş bardakları toplamaya, su isteyenlere getirmeye, hatta bakkaldan sigara, kibrit isteyenlere almaya başlamıştı bile. Çocuğun bu hali, kendisine yazılmış olan kadere razı olduğunu, direnmeden, isyan etmeden, bu kaderi yaşamaya çalışacağının itirafı gibiydi.
Hava çoktan kararmış, çocukta uyku belirtileri görülmeye başlamıştı. Onu gün boyunca izleyen, üzülen, kahvenin müdavimlerinden, Hamza dayı durumu fark edip kahveciye seslendi :
’ İncirli, oğlum. Uykusu gelmiş bu çocuğun. ’ Adam hemen elindeki işi bırakıp, boştaki tavlayı kahvenin kenarlarındaki peykelerden birinin ucuna yerleştirdi. Pöstekeyi de tavlanın ön tarafına yerleştirince, çocuğu çağırıp yatırdı. Eski kumaş paltosunu da üzerine örtüp, şimdilik orada uyumasını, kahve dağılınca, yatağa alacağını söyledi. Pösteke güzeldi, palto da idare ederdi ama yastık olarak başının altına konan tavla biraz rahatsız ediyordu. Yapacak bir şey yoktu, hiç itiraz etmeden, sesini çıkarmadan yatıp uyumaya çalıştı.
Yaklaşık bir iki saat sonra kahve dağılmış, gürültü ve duman bitmişti. Hızla temizliği bitiren adam, kahvenin bir diğer köşesindeki peykenin etrafına beş tane sandalyeyi dizip, yatağı oraya serdi. Yatakla birlikte, bir süre önce Hamza dayının evden getirdiği yastığı, yorganı da yerleştirip buraya taşımak için çocuğu almaya gitti. Uyurken de olsa, çişini ettirmesi gerektiği aklına geldi. Kucağında kahvenin dışına taşıyıp, duvar kenarına işetip geri döndü ve yatağa yatırdı. Daha sonra kahvenin tavanına asılı olan pompalı gaz lüksünü de söndürerek çocuğun yanına yattı, sarıldı, uyumaya çalıştı.
Çocuk rahatlamıştı. Şimdi rüya görüyordu. Karşısında annesi vardı. Bunu neden yapmıştı. Senelerce kötülediği, korkuttuğu, kaçırttığı babasına şimdi kendi eliyle neden göndermişti ? Kendisinden iki yaş büyük ablası annesiyle kalmıştı. Onu neden göndermemişti ? Çocuk kalbiyle annesini anlamaya, ona hak vermeye çalıştı. Mutlaka önemli bir sebebi olmalıydı. Mecbur kalmasa ondan bu kadar kolay vazgeçermiydi ? Hangi anne, mecbur kalmadan evlâdını terkederdi ki ? Şimdi bir tek şeye takılıyordu küçük kalbi : Ona veda ederken, son bir defa sarılsaydı, son bir defa öpseydi, olmazmıydı ?
Kahveci, çocuğa sarılmış, onun gördüğü rüyadan habersiz, kendi kaderini tartışıyordu : Günahı neydi acaba ? Tüm bu çektikleri neyin cezasıydı ? O daha üç yaşındayken veremden ölen annesinden sonraki üvey annesine, ablasını hem dövüp hem de sövdüğü için sopayla vurmasının günahı mı, o olaydan sonra kendisini evden kovan babasına direnmeyip evden gitmesinin mi, ağanın kızına yanmışken, yine ağanın zoruyla evlendiği kadının çocuklarına bakmamış mıydı ? Kendi çocukları olduğu zaman, onlara karşı gerçekten ayırım yapmış mıydı ? Onun günahımıydı tüm çektikleri ? Ama her zaman küçükler daha çok ilgiyi, sevgiyi hak etmezler miydi ? Üvey kızlarını , sığırda yardım etmeleri için götürdüğünde, birine atmak zorunda kaldığı bir tokat yüzünden, üvey kızına saldıran sapık olarak damgalanıp, dövülerek köyden kovuluşunu hatırladı. Kahroldu yeniden. ’ Ben sapık değilim. Allah şahidimdir ki, öz çocuklarımdan ayırmadım hiç birini . ’ Öyleyse neyin günahını çekiyordu ki ?
’ Ben en büyük hatayı, en büyük günahı gerçekten işledim. Bu günahı da asla ödeyemem. Öyleyse tüm çektiklerimi hak ediyorum. Çünkü ben ağanın kızına yanıkken, o da bana karşı boş değildi. En azından beni reddetmemişti. Hâl böyleyken, ben ağanın bir sözü ile ondan vazgeçip, gidip bir başkasıyla evlenmeye razı oldum. Direnmeliydim ! Sevdama sahip çıkmalı, mücadele etmeliydim. Bunu yapmadım. Kolayca vazgeçtim. Bundan daha büyük günah mı olur ? Fakat, Allah’ım : Bu çocukların günahı ne ? Benim günahlarımı niçin onlar da çekiyor ? Yalvarırım Allah’ım : Ben her türlü derde, kedere, cezaya razıyım. Sen çocuklarıma güzel bir hayat nasip eyle. Ne olursun Allah’ım ! ’
Çocuğun sayıklama sesiyle dikkatini ona verdi.
’ Anne... Anneciğim... Ne olurdu sanki ; bir kerecik öpseydin beni anneciğim. Bir kerecik öpseydin ! ’ yeniden ağlamaya başladı adam Sabaha kadar da ağladı.
( O adam benim babamdı işte. Günahsız, kadersiz babam. Günahsızlığının en büyük delili de ölüm şekli oldu. O kadar güzel bir ölüm nasip oldu ki ; keşke bana da öylesi nasip olsa derim her zaman.
Senin hakkını asla ödeyemem ; nur içinde yat canım babam....
Oğlun Fikret....)
YORUMLAR
Evet nurlar içinde yatsın.
Sevgili dostum belki tamamı yaşanmış,
belki bir kısmı kurgu olan bu güzel yazını zevkle ve
duyguyla okudum.
Seni tanırım yazınca güzel yazarsın.
Hele yazılada yaşanmışlık olunca
kalem kendiliğinden akıp gidiyor.
Babalarımız vardı, baba olduk. Hatta çocuklarımız bile baba.
Bir gün biz de çekip gideceğiz.
Bizim çocuklarımızda bizleri böyle anacaklar işte...
Selamlarımla Kardeş...