- 521 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
KOPYA YAŞAMLAR
Akılsızca bir şeyi milyonlarca kişide söylese, o gene akılsızcadır.B.Russel
Kopya kağıdı nedir? Gençlerin bu kâğıt türünü bildiklerini sanmıyorum. Belli bir yaşın üstündekiler için ise, hiçte yabancı değildir kopya kâğıdı. Diğer adı, karbon kâğıdı olan bu kâğıt türü, daktilolarda yazılan yazıları birden fazla çoğaltmak için kullanılırdı. Bu kâğıda yabancı olanlar için kısa bir açıklama yapmak yararlı olur sanırım. Eskiden yazılar daktilolarda yazılırdı. Tek sayfa halinde yazılan bu yazıları çoğaltmak, fotokopi makinası daha icat edilmediğinden; ancak kopya/karbon kâğıdı kullanmak ile mümkün olurdu. En üste beyaz kâğıt, altına kopya kâğıdı, sonra tekrar beyaz kâğıt, tekrar kopya kâğıt konarak, yazılar istenilen sayıda çoğaltılırdı. Ancak bu sayı beş- altı sayfayı geçemezdi. Çünkü sayı fazlalaştıkça, harfler silikleşir ve okunamayacak kadar silik çıkardı. En üstteki, birinci sayfaya asıl, diğerlerine kopyası denirdi. Kopyadaki yazılar silgi ile kolayca silinebildiği ve harfler insanın elini siyaha boyadıkları için pek makbul kabul edilmezdi. Günümüzde ise bilgisayar, yazıcı ve fotokopi makineleri ile çok daha hızlı, silinmez ve istediğimiz sayıda çıktı almak olanaklı hâle geldi.
Yukarıda, yazılan bir yazının, aynısının çoğaltılma şeklini anlatmamın sebebi, günlük yaşamlarımızın da birbirinin aynı olmaya başlaması; daha kötüsü ise, insanların kopyalanmış gibi bir yaşam tarzı benimser hâle gelmesini irdelemek içindir.
Okul hayatımızda kopya çekmek olayı ile karşılaşmışsınızdır. Hiçbir çaba göstermeden , öğrenmeden bilgileri başkasından veya bir yerden aşırmak şeklindeki bu olayı, ne yazık ki bir yaşam tarzı olarak yetişkinlik dönemlerimizde de uygulamaya koyduk.
Her şeyin ilki, yani aslı, en güzeldir, hoştur ve değerlidir. Bunun kopyası çıkarıldıkça, özelliğini yitirmeye başlar; gittikçe silikleşir, en sonunda görünmez olur; aynen eskiden daktilolarda yazılan yazıların, ikinci-üçüncü kopya sayfasından sonra okunamaz haline gelmesi gibi. Tabii ki ilk olmak, asıl olmak için bir çaba, uğraş gereklidir. Emek sarf edilerek yapılan bir şey, her ne olursa olsun, kıymetlidir. Bizler emek sarf etmekten kaçınır olduk: Kopya etmek hem kolay, hemde asla emek gerektirmez. Artık yerimizden kıpırdamadan, internetten kıyafet, ayakkabı dahil her türlü alışverişimizi yapıyoruz. Her türlü yayını izleyebiliyoruz; çicek gönderebiliyoruz, evimize yemek getirtebiliyoruz. Yani asla emek sarf etmiyoruz.
Televizyon, özellikle ülkemizde, halkın çok büyük bir kesiminin izlemeden yaşayamadığı bir alet. Burada izlediğimiz her şeyi kopyalayarak, yaşamlarımıza uyarladık. İşin garibi, televizyon kanallarının izleme şekli dahi, siyasi, dinsel, kültürel görüşlerimize göre seçilmeye; ve seçilen bu kanalların dışına çıkılmamaya başlandı. İnsanlarımız izlediği bu Tv kanallarının görüşlerini kopyalayarak, yaşamlarına uyarladılar. Kitap okuma alışkanlığı olmayan bir toplum, araştırma, irdelemeden yoksun bir toplum, televizyonlarda kendilerine sunulan her bilgiyi, görüşü benimsedi. Acaba ne kadar doğru, iyi mi, kötü mü, güzel mi, diye aslâ üzerinde düşünmedi. Düşünemezdi; çünkü düşünme, irdeleme ona öğretilmemişti.
Okulda öğretmenler, evde büyükler ne derse o doğruydu. Gelenek görenekler ne söylüyorsa muhakkak doğru olmalıydı. Asla tartışılmamalıydı bunlar. Çoğunluk böyle dediğine göre doğrudur dedik. Yazının başındaki veciz cümleyi burada tekrar etmekte fayda var sanırım: ” Akılsızca bir şeyi milyonlarca kişide söylese, o gene akılsızcadır.” der B.Russel. Ama biz yanlış olduğunu bilsek dahi, kabul ettik sessizce.
Dolayısı ile böyle bir yetişme sonucunda; düşünmeyi, irdelemeyi neden, nasıl, niçin gibi sorular sormayı kesinlikle beceremedik. Bunların yanlış olma ihtimalini dahi aklımıza getirmedik. Nadiren de olsa aklımıza ters gelen, yanlış bir şeyi dahi tartışmaktan kaçındık. İşin garibi yanlış olduğunu bile bile onu savunduk.“Yanlışlarımızı doğrularımızdan daha büyük bir coşkuyla savunmamız ne gariptir.” diyen Halil Cibran’a hak vermemek elde değil.
Kopya yaşam tarzları kopya insanlar yaratttı. İnsanların kendi özgün düşünce tarzı ve görüşleri yok oldu. Sanki birer robot haline geldi; aynı tarz davranan, düşünen, giyinen… David hume: “Özgürlükler genellikle aniden değil, yavaş yavaş yitirilir” der. Ne kadar doğru! Biz de yıllarca bu tarz yetiştirildik, yıllarca irdelemeden televizyonları seyrettik. Yavaş yavaş özgürlüğümüzü, kişiselliğimizi yitirdik, farklılıklarımız ortadan kayboldu. Kopya yaşamlar, kopya insan toplumları oluşturdu. Sadece şekil bakımından benzemekle kalmadık, içerik bakımından da birbirimizin benzeri olmaya başladık. Kıyafetlerimiz, konuşma tarzımız, yediklerimiz/içtiklerimiz, davranışlarımız, inançlarımız, düşünce tarzımız hep birbirine benzemeye başladı. Farklılıklar ortadan kalktıkça, tek tip insan toplumu haline dönüştükçe, hayatımız monotonlaşmaya, yaratıcılıktan uzak, içsel boşluk hissi ve onun yarattığı içsel huzursuzlukla boğuşmaya başladık. Mutsuz, doyumsuz, özgün düşünceden ve yaratıcılıktan uzak, kulaktan duyduğu fikirleri papağan gibi tekrar eden toplum haline dönüştük. Toplumun aynası olan ailelerimize kısa bir bakış, ama objektif bir bakış atarsak, ne demek istediğim daha net olarak anlaşılır sanırım. Karşılıklı konuşmalarımız sırasında bile, farklı düşünceler ileri sürdüğümüz zaman dışlandık, susturulduk şöyle veya böyle. Toplum hayatında ise daha korkuncu yaşanır hale geldi: Aykırı düşünceler suçlandı, hakarete uğradı, dövüldü, yakıldı…
Yazımızın başında anlattığımız kopya/karbon kâğıdı ile yazılan yazıların, kopya sayfalarının daha silik çıktığı ve kolayca silinebildiğinden bahsetmiştik. İşte kopya yaşam tarzını benimseyen bizlerin de gittikçe daha silikleşeceğimiz; ve istenildiği an, kolayca silinebileceğimizin akıldan çıkartılmaması gereken bir husus olarak daima göz önünde tutulması gerekir. Seçim yapmak zamanı geldi de geçiyor; bizler de kopyalana kopyalana; ya iyice silik bir hale gelerek tek düze bir yaşam şeklini sürdüreceğiz, ya da; farklı düşünce tarzları, farklı yaşam tarzları, bunun sonucunda da özgün, özgür, doygun, dolu dolu bir yaşam şeklini benimseyeceğiz.
Çağımız bilgisayar çağı; adı üstünde, bilgilere kolayca erişim çağı. Teknolojinin, özellikle bilgisayar teknolojisindeki akıl almaz gelişme, günlük yaşamlarımızda bizi ne ölçüde etkiledi acaba? Bu bakış açısı ile günlük yaşamlarımızı gözden geçirmekte fayda var sanırım.
Bugün yaşamımızda makinelerin oldukça fazla rolü var. Artık hammallık devri sona erdi. Teknolojik gelişme sayesinde, gerek ulaşım- iletişim araçlarında, gerek ev yaşamımızda kullandığımız araç gereçler o kadar çoğaldı ki; dünyanın bir ucuna kolayca gidebiliyoruz, dünyanın bir ucu ile görüntülü konuşabiliyoruz; yürüyen merdivenler, asansörler, çamaşır, bulaşık makineleri, bozdolabları, doğalgazla ısınma … saymakla bitiremeyeceğimiz kolaylıklar yaşamlarımıza girdi. Girdi ama yaşamlarımız tekdüze bir hâle geldi.
Tüm bu teknolojik gelişmeler sayesinde her işimizi çok kısa sürede yapmaya başladık. Otomatlaştık âdeta. O kadar benzer hareketler yapmaya başladık ki, insanlar sanki, robotlar gibi aynı davranış şekilleri göstermeye başladılar. Birbirinin aynı günler yaşamımızı dol-durmaya başladı: Sanki her gün bir önce ki günün kopyası oldu. Kopya yaşam tarzı yaratıcılığı ortadan kaldırdı. Makineleşme bizi fiziksel yorgunluktan kurtardığı gibi, bol bir zamana sahip olmamızı sağladı. Zaman bollaştı, fakat bizler bu bol zamanı gereği gibi değerlendiremedik. Bu zamanı yaratıcı bir şekilde kullanmayı becerebilseydik eğer; hem kendimizi geliştirebilecektik, hem de iç sıkıntısı ile karşılaşmayacaktık. Tek istisna sanırım mutfak aktivitelerinde. Mutfakta yemek yapma işlevi hâlâ özgün, kendine has yaratıcılık ruhunu koruyor. Ancak hazır yemek endüstrisinin, evlere yemek servislerinin -özellikle büyük şehirlerde yaygınlaşması - bu sahada da artık kopya yemek kültürü doğmasına sebep oldu.
Evimizin bir bahçesi varsa, çim ekip tek düze bir görüntü verdirmeyi, bahçe ile uğraşma sandık. Kendimizden bir şeyler katmayı, araştırıp, oradaki ortam şartlarına uyan bitki türleri bulup, bizzat kendimiz yetiştirmeyi denemedik. Giyim tarzımız hep birbirimizin kopyası hâline geldi. Seçtiğimiz renkler bile standart oldu ne yazık ki. Giyisilerimiz kişiliğimizi yansıtmaktan uzaklaştı: Örtünme amacını güden tek tip bir görünüm kazanmaya başladı. Ufak da olsa kendiliğimizden kıyafetimize, zevkimizi yansıtan eklemeler yapmayı unuttuk. Yiyeceklerimiz bile, özellikle gençler için standart hale geldi. Mutfaklarımız sadece karın doyurma amacı taşımaya başladı. Gene de mutfak, hâla yaratıcılığın, özen göstermenin, sevginin yemeğe katıldığı yer hâlini koruma mücadelesi veriyor. Yakın bir gelecekte orası da kopya mutfaklar haline gelecek sanırım.
Tek düze bir yaşam şekline doğru hızla sürükleniyoruz. Otomatlaşma, insanların daha fazla zamana sahip olmaları sonucunu doğurdu. Fazla zamanı yaratıcı bir uğraş ile değer-lendirme olgusu büyük bir çoğunlukta olmadığından, can sıkıntısı, içsel bir boşluk insanları sarmalamaya başladı. Günümüzün en önemli iletişim ve araştırma aracı olan interneti dahi kullanma tarzımız bizi “kopyala, yapıştır”a o kadar alıştırdı ki; yazı yazarken bile kendimize özgün yazı yazmayı unuttuk. Hemen internette bir tıkla, ilgilendiğimiz konuda bulduğumuz yazıları kopyalamaya başladık. Kopyala ve yapıştır kolaycılığı, bizim günlük yaşamlarımızın bir parçası haline geldi. Araştırmak, irdelemek yerine hemen kopyalama kolaycılığına başvurduk. İşin garibi internetteki her türlü bilgiyi doğru kabul etme gibi, çok büyük bir yanılgıya düştük. Öğrenciler ödevlerini bile, hazır olarak internette bulabiliyorlar artık. Düşünme, yaratıcılığın temel ögesi, artık, öğrenciler için bir şey ifade etmemeye başladı düşünce.
Okullarda da artık bilgisayar kullanılmaya, her öğrenciye” Pc tablet” verilmeye başlandı. Bir süre sonra öğrencilerin, kalemle yazı yazmayı becerebileceklerinden ciddi biçimde kuşku duymaya başladım. Çocuklarımız her şeyi bilgisayar ve cep telefonu (mesaj) ile hâlletme yolunu tercih ettiler. Bu aletlerde, harfler hazır olarak karşılarında, sadece tuşlara basıyorlar. Eline kalemi alıp, yazmaya gelince tereddütte kalıyorlar doğal olarak. Bir süre sonra, insanlarımız, eline kalem alıp iki satır yazı yazamayacak hâle geleceklerdir. Mektup yazma olayı tarihe karıştı, her şey telefonla sözlü veya internet gönderileri ile yapılıyor artık. Yazı yazmak düşünme mekanizmasını harekete geçiren çok önemli bir elemandır. Zaten okuma özürlü bir toplumuz, yazma becerimizi de yitirince düşünce özürlü olma yolunda hızla ilerleyeceğiz sanırım. “İnsan düşünce ile, görür ve duyar” diyen, Epiharmus’un bu güzel saptamasını hatırlamakta yarar var.
.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.