- 873 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
HIDIR
Gün zevale ermiş, yakıcı sıcaklığı etkisini büyük ölçüde yitirmişti; ama hala alnında boncuk boncuk ter damlaları diziliyordu. Saatine baktı ikindi vaktini geçmişti yapması gereken işe baktı daha birkaç saatlik işi vardı. İlerleyen yaşına rağmen oldukça dinç görünüyor ve kendinden beklenmeyen bir performans göstererek dere kenarına ağaç dikiyordu. Derenin bu mevsimde eriyen kar sularıyla iyice artan suyundan abdest alıp ikindi namazını kıldı ve ellerini rabbine açtı. Yâ Rab! Nasıl büyük bir sarayın kapısını çalan bir adam, açılmadığı vakit, o sarayın kapısını, diğer makbul bir zâtın sarayca me’nus sadâsıyla çalar; tâ ona açılsın. Öyle de: Bîçare ben dahi, senin dergâh-ı rahmetini, mahbub abdin olan Üveys-el Karanî’nin nidasıyla ve münacatıyla şöyle çalıyorum. O dergâhını ona açtığın gibi, rahmetinle bana da aç.
"Yâ İlahenâ! Rabbimiz sensin! Çünki biz abdiz. Nefsimizin terbiyesinden âciziz. Demek bizi terbiye eden sensin!.. Hem sensin Hâlık! Çünki biz mahlûkuz, yapılıyoruz. Hem Rezzak sensin! Çünki biz rızka muhtacız, elimiz yetişmiyor. Demek bizi yapan ve rızkımızı veren sensin. Hem sensin Mâlik! Çünki biz memluküz. Bizden başkası bizde tasarruf ediyor. Demek mâlikimiz sensin. Hem sen Aziz’sin, izzet ve azamet sahibisin! Biz zilletimize bakıyoruz, üstümüzde bir izzet cilveleri var. Demek senin izzetinin âyinesiyiz. Hem sensin Ganiyy-i Mutlak! Çünki biz fakiriz. Fakrımızın eline yetişmediği bir gına veriliyor. Demek gani sensin, veren sensin. Hem sen Hayy-ı Bâki’sin! Çünki biz ölüyoruz. Ölmemizde ve dirilmemizde, bir daimî hayat verici cilvesini görüyoruz. Hem sen Bâki’sin! Çünki biz, fena ve zevalimizde senin devam ve bekanı görüyoruz. Hem cevab veren, atiyye veren sensin! Çünki biz umum mevcudat, kalî ve hâlî dillerimizle daimî bağırıp istiyoruz, niyaz edip yalvarıyoruz. Arzularımız yerlerine geliyor, maksudlarımız veriliyor. Demek bize cevab veren sensin.
Dere boyunca uzanan keçi yolundan evine dönen komşusu Bekir Ağa ona uzaktan seslendi:
“Hıdır! Selamun aleyküm.
“Ve aleykümselam.”der gibi el işaretiyle selamını aldı.
Ne yapıyorsun?
Duasını bitirmemişti henüz ve yarıda bırakmaya da niyeti yoktu. Bu soruyu da el işaretiyle diktiği ağaçları göstererek cevapladı.
Bekir ağa sorularına beden dili ile cevap alınca daha başka soru sormadı. Boz eşeğinin sırtında evin yolunu tutarken:
“Kime çalışıyorsun be Hıdır Ağa, yorma kendini bu kadar, çoluk yok çocuk yok, kime mal biriktiriyorsun.Şimdiye kadar kazandıklarını ye keyfine bak.”diye söyleniyordu.Bu söylenmeden de öte bir durumdu ve Hıdır Ağanın işiteceği bir ses tonuyla söylenmişti.Duasını bitirip kalkmaya hazırlanan Hıdır Ağa, komşusunun bu sözleri karşısında yeniden dergah-ı ilahiye yöneldi.
Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes! Zeminin bütün takdisat ve tesbihatıyla; seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ve bütün tahmidat ve senalarıyla sana hamd ve şükrederim. Mülkün sahibi sensin, dilediğine verirsin dilediğine vermezsin. Her şeyin anahtarı senin yanında her şeyin dizgini senin elinde. Sen her şeye kadirsin. Komşumu affeyle. Onu sana şikâyet etmiyorum acizliğimi ve kimsesizliğimi sana şikâyet ediyorum. Komşusu iki oğluyla beraber bahçede çalışmış ve bu saatte evine dönüyordu. Kendisi ise bahçede tek başına çalışıyordu. Çok istemesine rağmen Allah ona evlat nasip etmemişti. Kardeşinin doğacak ikinci çocuğunu evlatlık almak üzere anlaşmışlar o çocuk da kız olarak dünyaya gelmişti. O da evlenme çağına gelmiş ve birkaç ay evvel evlendirmişti. Karısı da ancak ev işleriyle meşgul olabiliyor bu nedenle kendisi bahçede tek başına çalışıyordu. Komşusunun kötü niyeti yoktu belki; ama Hıdır Ağaya yalnızlığını, kimsesizliğini hatırlatmış yüreğini kabartmıştı. Bütün içtenliğiyle dua etmeye devam etti. Biliyordu ki, kabul olunmayan dua yoktur. Biliyordu ki, Allah her duaya cevap verir; ancak bazen aynen bazen daha evla bir surette… Bazen dünyada cevap verilir, bazen ahret için cevap verilir. Hz. Ömer’in (r.a):
“Dünyada kabul olunmayan dualarınızın ahretteki karşılığını görseniz, keşke dünyada hiçbir duam kabul olmasaydı derdiniz.”dediğini belirtmişti dinlediği bir radyo sohbetinde hocanın birisi. Ve devam etmişti sözlerine:
“Birisi kendine bir erkek evlâd ister. Cenab-ı Hak, Hazret-i Meryem gibi bir kız evlâdını veriyor. "Duası kabul olunmadı" denilmez. "Daha evlâ bir surette kabul edildi" denilir. Hem bazan kendi dünyasının saadeti için dua eder. Duası âhiret için kabul olunur. "Duası reddedildi" denilmez, belki "Daha enfa’ bir surette kabul edildi" denilir. Ve hâkeza... Madem Cenab-ı Hak Hakîm’dir; biz ondan isteriz, o da bize cevap verir. Fakat hikmetine göre bizimle muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. "Tabip beni dinlemedi" denilmez. Belki âh ü fîzârını dinledi, işitti, cevab da verdi; maksudun iyisini yerine getirdi.” Sonra ilerleyen yaşına rağmen çocuğu olmadığı için Dergah-ı ilahinin tokmağına dokunan Zekeriya(a.s)’nın duası geldi aklına köyün genç imamının anlattığı. “Ya Rabbî, iyice yaşlandım, kemiklerim zayıfladı, eridi, başımdaki saçlarım ağardı, beyaz alevler gibi tutuştu.
Ya Rabbî, Sana her ne için yalvardıysam, asla mahrum kalmadım, bedbaht olmadım.”devamını unutmuştu duanın…
Ya Rabbi, hak aldatmaz hakikatbîn aldanmaz. Benim okumuşluğum ve kulaktan dolma birkaç bilgim dışında ilmim yok; ama sen o sadık dostlarını yalancı çıkaracak değilsin. Sana yaptığım onca duayı geri çevirmediğine inanıyorum. Bu dünyada her ne kadar neticesini görmesem de o duaların ahretim için kabul edildiğini biliyorum. Verdiğin nimetlerin şükrünü bile eda edemezken vermediklerin için sana isyan bayrağı açacak değilim. Sana hamd ü senalar olsun.
Az önce diktiği ağacın gölgesi üzerine düşmeye başlamış, güneş batmaya az kalmıştı. Kalan fidanları da toprakla buluşturup evin yolunu tutmalıydı ve önceden kazıp hazırladığı çukurlara ağaçları dikti ve yorgun argın evin yolunu tuttu. Farkında değildi belki ama bir peygamberî tavsiyeyi yerine getirmişti. Elinizde bir fidan olsa ve kıyamet kopuyor olsa bile onu dikin.
…
Beş yıl sonra iki erkek çocuğu olmuştu evlatlık olarak aldığı kızının. Artık Hıdır ağa bir dede olmuştu. Bahçesine diktiği ağaçlar da meyve vermeye başlamıştı. Bu arada köyün camisinden sala okunuyordu. Yine köyde bir cenaze vardı; aklına köyün yaşlıları gelmişti. Sanki ölüm sadece yaşlılara has bir durummuş gibi önce onları düşündü. Sonra hasta olan biri var mıydı diye düşündü. O bütün bunları düşünürken köyün imamı salayı bitirmiş ölenin kim olduğunu söylemeye başlamıştı. Bekir Ağanın oğlu İsmail, İzmir’de çalıştığı inşaattan düşerek hayatını kaybetmiştir cenaze namazı yarın öğle namazını müteakip kılınacaktır. Hemen komşusunun evine gitti. Evin her köşesinde ağlayan birkaç kişi vardı. Ne diyeceğini bilemedi başınız sağ olsun demekten başka da bir şey gelmemişti diline. Komşusunun üt üste yaşadığı üçüncü acıydı bu. Üç yıl önce bir oğlu dağda koyun otlatırken üzerine yıldırım düşmüş ve olay yerinde feci şekilde can vermişti. Ondan bir yıl sonra diğer oğlu denizde boğularak ölmüş ve üçüncü ve son oğlu da İzmir’de bir inşaattan düşerek ölmüştü. Üç oğlu ve bir kızı olan Bekir Ağanın sadece kızı kalmıştı hayatta. Yıllar evvel kendisine uzaktan uzağa söylediği sözler geldi aklına ve Bekir Ağaya baktı. O anda göz göze geldiler Bekir ağa ağlamayı bıraktı ve Hıdır Ağanın boynuna sarıldı. Acaba o da mı aynı şeyleri düşünmüştü, bu boynuna sarılma olayı bir tür pişmanlık mıydı, af dileme miydi? Hıdır ağa onu çoktan affetmişti, hatta onu şikâyet bile etmemişti; ancak demek ki kamu davasına dönüşmüş gayretullaha dokunmuş ki Allah onu evlat acısıyla imtihan etmişti.
Bir anda göğü siyah bulutlarla dolduran Allah, günlük güneşlik yapmaya muktedirdi, boynuzsuz koçun hakkını boynuzlu koçtan alacak kadar ve zerre kadar hayır veya şer işleyenin işlediğinin karşılığını verecek kadar da adildi.
YORUMLAR
Edebiyat Öğretmeni
Sevgili Edebiyat Öğretmeni: Yazının bu şekliyle rahatsız edici bir zeminde yayınlamışsınız. Bence alt zemini değiştirin ki, okuyucular göz yorgunluğu yaşamasın.