- 667 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
BUGÜN GÜNLERDEN HÜZÜN
Güneş ona ilk yüzünü gösterdiğinden beri tam altmış yıl geçmişti. Hiç gelmeyen beklentiler, ümitler ve habire peşinden sürüklendiği hayallerle tam altmış yıl. Altmışıncı yaşının ilk çeyreğinde her tarafı yırtık paltosunun içinde yürüyen yaşlı adamı gören hiç kimse bir zamanlar onunda genç olduğunu düşünemezdi. Kavruk suratına yükmüş gibi duran göz torbaları sanki içinde nehirler barındırıyor gibiydi. Bir eliyle destek olduğu yaşlı bacakları sokağın köşesini dönmeyi çok istemese de yıpranmış yüreğine engel olamıyordu. Kaldığı huzur evinin müdürü, kızının adresini verirken bu sokağı tarif etmişti. Henüz yeni döşendiği belli olan kaldırım taşlarından gözlerini ayırmadan yürüyen yaşlı adam bir yandan yaşadığı duygunun adını koymaya çalışıyor diğer yandan da biriciğinin kapı numarasını bulmaya çalışıyordu. O ev değil bu ev değil diye bakınarak giderken tamda kızının evinin önüne geldiğini fark etti, Gül sokak G Blok No:13. Yıllar öncesinde Belediyenin atıklarını bıraktığı bu yerlerde yeni binalar yükselmiş, derme çatma yapılarda yaşayan insanlar kentsel dönüşüm adı altında bu yeni binalara yerleştirilmişlerdi. Binanın kapısından girerken karşılaştığı kapıcı olduğu her halinden belli olan necip efendi yaşlı adamı iç dünyasından uyandırmaya fazlasıyla yetmişti.
‘’Hayrola amca kimi aradın’’
‘’Hiiç kızımı, biricik kızımı’’
‘’Amca herkesin kızı biriciktir, yok mu kızının adı?’’
‘’Dedim ya işte biricik diye’’
‘’Hıı.. Biricik hanım desene. Nesi oluyorsun sen onun’’
‘’Ben onun nesiyim bilmem ama o benim kızım olur.’’
Yaşlı adam böyle uzayıp giden konuşmalardan sıkılmış olacak ki artık dayanamadı;
‘’Bırak gideyim evlat ben bu soruların hepsini zaten geldiğim yerden
çıkarken de cevapladım deyiverdi.’’
Yaşlı adam kendisine asansörü gösteren kapıcı Necip efendiyi umursamaksızın
ağrıyan bacağına rağmen merdivenlerden çıkmayı tercih etmişti. Huzur evinde de
böyle yapar, her zaman işleri dolaylı yoldan yapmayı tercih ederdi. Böylece hayatının geri
kalan kısmını doldurduğu şu günlerde fazla boş vakti kalmayacak ve fazla düşünmeyecekti. Artık her şeyi bir an önce bitirip hesap gününü bekleyen yaşlı adamın parmakları özensizce boyanmış duvara sürünmekten öte bir işe yaramıyordu. Oysaki bir zamanlar o parmaklar ününe ün katmış, klarnet Mustafa dendiğinde tüm bölgede bilinir olmasını sağlamıştı. Altı yaşından bu yana elinden hiç düşürmediğinden olsa gerek o üflediğinde klarnet başka bir aşka gelirdi. Ballı köyüne yolu düşen herkes mutlaka klarnet Mustafa’yı dinler ortamdan ayrıldıkları zamanda onu dinlemeyenlere anlatmayı borç bilirlerdi. Hafif zayıfça, uzuna yakın vücudunu saran renkli kıyafetler, dudağının üst kısmında yer alan ince bıyıkları ve hafiften kararmış gözaltlarıyla kime sorsanız tanırdı onu. Nerde bir düğün ya da eğlence varsa oranın kamberi sayılırdı. Çaldığı o enstrüman maskesi olmuştu Mustafa’nın. Biriciği dünyaya geldiğinde de sevgili annesini toprağa verdiğinde de görev aşkıyla aynı tonda nameler yayıvermişti çevresine. Onun için her kesin bu Dünyada bir görevi vardı. Belki de bu nedendendir bilinmez, hiçbir zaman kendi işi dışında başka bir konu hakkında yorum yaptığını gören olmamıştır. Eğlence ortamına gelir özenle sardığı klarneti yine aynı özenle çıkartır önce yavaş bir giriş yapar sonrada ortalığın tozunu atardı. İnsanların bir an içinde olsa sorunlarından uzaklaşmasının vermiş olduğu mutluluğu aldığı ücrete katık yapıp evinin yolunu tutardı. Evinin bulunduğu çıkmaz sokak yorucu bir günün bittiğinin müjdeleyicisiydi onun için. Bu sokaktan ayrıldığı en son güne kadar başka bir Dünya olduğunu bile bilmezdi. Ama ne var ki hayat önce huzurevine sonrada Biriciğini görmek için bu yeni yapının merdivenlerine yönlendirivermişti. Kızının bulunduğu kata geldiğinde benliğinde hangi hisleri yaşadığı bilinmezdi ama zile basan parmakları, heyecandan olacak ki daha bir titrekti. Hayatları boyunca bilmem kaçıncı kez dönüşüme uğramak zorunda kalan insanları bir arada tutan yeni yetme binanın koridorları açılan bir kapı sesiyle inleyiverdi. Zaten orada şaşkınlık, tedirginlik ve kaybetmişlikten bitap düşmüş iki insanı iç dünyalarından uyandırmak o kapının tali görevi olmuştu. ‘’Baba’’ diyebildi sadece ve başka bir şey diyemedi. İçeri gir edasıyla uzattığı eliyle hem yol gösteriyor hemde bu vesileyle yıllarca hasretini çektiği o elleri tutma fırsatını kaybetmek istemiyordu. Bu elini tuttuğu adam gittiğinde sırtını yasladığı duvar, koca bir beden, çocuk bir yürek, bir dost, bir arkadaş ve bayramda öpülesi bir el gitmişti onun için. Dar holün sağ tarafında bulunan özenle döşendiği her halinden belli olan küçücük odanın doğrusu pekte estetik olduğu söylenemezdi. Yeşilin bir tonuyla boyanmış odanın sağlı sollu iki tarafında duran kırmızı koltuklarının üstündeki danteller bile ne demek istediğimi çok iyi anlatıyordu. Dışarıdan birinin baktığında gözünü yoran bu ayrıntılar Mustafa’nın ve Biriciğinin gözü önünde sisli bir dekordu, başka da bir şey değil.
Az değil tam dokuz yıl olmuştu Mustafa kızının bulunduğu kenti terk edeli. O yıl Mustafa’nın
hayat yolundaki en keskin virajıydı. Yıllarca bir evladı gibi yanında büyüttüğü,
her gittiği düğünde yanından hiç ayırmadığı ve ona göre en önemlisi onu o yapan
klarnetini üflettiği Cemil en büyük hayal kırıklığını o senede yaşatmıştı.
Meğer yıllarca Biriciğiyle Cemil birbirlerini deliler gibi severlermiş de haberi yokmuş.
Karısı Gülizar durumdan bahsettiğinde asla olmaz demiş başkada bir şey dememişti.
Hoş sebebini kendiside çok bilmiyordu ama olmaz demişti bir kere dönüşü olmazdı,
yediremezdi kendisine. Tıpkı olmaz demesine rağmen kızı ile Cemilin bir temmuz
gecesi gizlice kaçışlarını kendine hala yediremediği gibi. Kızı evi terk edeli kırk gün
olmamıştı eşini güz yapraklarıyla bezeli toprağa verdiğinde. Artık kabına sığmıyor,
gülmüyor, bunalıyor, adeta bir parçasıymış gibi yanından ayırmadığı klarnetini bile
bilmem kaç zamandır eline almıyordu.
Bir sürelik durgunluktan sonra konuşmaya önce kimin başlayacağı konusunda tereddüt
yaşıyordu her ikisi de. Mustafa’nın yorgun bacağının üstünde kenetlenmiş eller ve karşılıklı
bakışan gözler hasret rüzgârlarıyla farklı dünyalara seyahat etseler de Biriciğin
‘’Baba, nerelerdeydin bunca yıldır?’’ sözü gerçekle yüzleşmelerine fazlasıyla yetmişti.
Mustafa kızının sorusuna cevap vermekte çokta acele etmiyor, iç dünyasıyla derin bir
çekişmenin girdabında çırpınıp duruyordu. Aslında ona göre babalık, hayata onun gözüyle
bakabilmekti, babalık oyun oynamaktı onunla sırf o kazansın diye ve babalık mendil
kapmacaydı yaşamdaki bütün mutlulukları o kapabilsin diye. Babalığını hep bu çizgide
yapmaya çalışmış ve genelde de başarmıştı ta ki o Temmuz ayındaki ayrılık gecesine kadar.
Biricik ruhen orada olmadığı her halinden belli olan babasını salonda bırakarak hızla
mutfağa geçip babası için bir şeyler hazırlamaya başlamıştı. O sırada salondan gelen
sesler iki canın henüz yeni tanışmaya başladığının habercisiydi, Biriciğin oğlu cem ve
dedesi Mustafa. Mustafa’nın torununa sarılması tıpkı bir zamanlar kızına sarılması
gibiydi, sıcak, sevgi dolu ve sıkı sıkı. Bu sarmaş dolaş manzaranın ortasına dalan
Biricik bir yanı duygu, bir yanı merak diğer yanı da adını kendisinin de koyamadığı
duygular içinde babasının koluna girerek onu mutfağa kadar götürüverdi.
Biliyordu ki anlatılacak şeyler çok uzundu, bir anda olmazdı ve biliyordu ki babası
sofrada duran Makedon böreğini çok severdi. İğreti bir şekilde sofranın kenarına
oturan Mustafa bir yandan börekten atıştırıyor diğer yandan da yıllar sonra ilk defa
konuşacağı kızına hitap için en uygun cümleyi bulmaya çalışıyordu. Oysaki önceleri
kızıyla konuşmak için düşünmez, kırk yıllık yabancıyla muhatap oluyor
gibi titrek ve ürkek davranmazdı. Nasıl oldu bilinmez ama dilinden bir cümle
dökülüverdi’’evin çok güzelmiş’’. Söylediğine kendisi gerçekten inanıyor
muydu hiçbir zaman bilinmez ama kızının aynı fikirde olmadığı söylediklerinden
belli oluyordu. Konuşulacak çok şey vardı biri anlatmayı, diğeri dinlemeyi çok istiyordu.
Ama bir türlü o çok istenen başlangıç cümleleri ikisinin ağzından da çıkmayı
beceremiyordu. Mustafa bu durgunluğa son vermek için fazla beklemek niyetinde
değildi. Çünkü buraya bir emanet bırakmak için gelmiş, emanetini de dokuz yıl
önce bıraktığı kızı gibi bırakıp gidecekti. Kızı biriciğin hafif tombul yanaklarından
aralıklarla süzülen gözyaşlarını görmezden gelerek konuşma niyetindeydi.
Çünkü o gözlere baksa belki de dayanamayacak ve kızına doya doya sarılacaktı,
ama olmazdı, yapamazdı. Önüne eğilen başını bir an için hafifçe kaldırdı ve
kızının hafiften kırlaşmaya başlamış saçlarına odaklanarak bir şeyler mırıldandı.
Sanki günlerce ezberlemeye çalışmış gibi dilinden dökülen cümleler ortamın
resmiyetini bozmamaya özen gösterse de kızının yüreğine ılık ılık akan yolu
çoktan bulmuştu. Sen gittiğin gün ardın sıra götürdüklerini bir bilseydin bu
suskunluğuma hak verirdin deyiverdi. Sen gittiğin gün yalnızca sen değil,
senle olan tüm hayallerimi, hayallerimin ötesinde senle olan yarınlarımı da
sürükleyip gittin. Artık hayallerim sensiz, yarınlarım hayalsizdi. Mustafa’nın
bu şekilde devam eden sözlerinin içinde Biriciğin ‘’Baba ben kötü bir şey yapmadım ‘’
çıkışının çokta etkili olduğu söylenemezdi. Böyle bir huyu vardı Mustafa’nın, kırılmak
için son anı bekler, kırıldığında ise tekrar barışmanın kişiliğinden kaybettireceğini
düşünürdü. Bu nedenden midir bilinmez ama kızına dahi aynı tarifeyi uygulamaktan
geri kalmamıştı. Öyle bir ruh hali vardı ki, bir yanı yıllardır özlemini çektiği kızının
yanından ayrılmayı hiç istemezken, diğer yanı damadı olacak Cemilin gelmesinden
çekindiği için olsa gerek meramını anlatıp oradan uzaklaşma arzusu içindeydi.
Ama ne olursa olsun kızının’’Baba bu zamana kadar neredeydin, seni çok aradık’’
sözüne cevap için fazla beklemeyecekti. Nasıl bekleyebilirdi ki, ortamda konuşmaya
aç iki yürek ve sürekli tükenen bir zaman vardı. Sen gittikten sonra dedi, biraz yutkundu
ve gerisi geldi.
O gün sanki yer yarılacak, karşımızdaki sıvası dökük koca bina üzerimize yıkılacak gibiydi.
Annene destek olma görevim o kadar ağır basmıştı ki bütün hırsımı, üzüntümü annen
kendinden geçip sızıncaya yani gecenin üçüne kadar ötelemek zorunda kalmıştım.
Hani perde niyetine odamızın camına astığımız çarşaf vardı ya, o çarşafın arasından
karşımızdaki uzun yola belki döner ümidiyle ne kadar baktığımı söylesem inanamazsın.
Tarifi nasıldır bilmem ama aklım gelmeyeceğinden emin olsa da gönlümün bir köşesinde
her an dönüp geleceğin hissiyle uyuyakaldım gecelerce. Hele anneni görsen hiç
tanıyamazdın, o etine dolgun esmer kadın gitmiş yerine benzi kaçmış ruhsuz bir varlık
gelivermişti. Klarnetimi her üflediğimde seni düşünür, annen gündüzleri sattığı her gül
tanesinde sana mutluluk niyet ederdi. Ama artık bizim için ne üflenecek klarnet, ne de
satılacak bir gülümüz kalmıştı. Senin bizi terk etmenden yaklaşık yirmi gün sonraydı.
Bundan sonra buralarda yaşamayız dedik annende bende. Şarköy de , Müreftede,
Hoşköydeki Osman aganın şarap evinde bize ait bir şey kalmamış gibiydi.
Bizde yarım arabalık eşyamızı yüklenip Keşana yerleşmeye karar verdik.
Hem seninle anılarımız olan yerlerde seni hatırlamak zorunda kalmayacak,
hem de alışkın olduğumuz bölgeden çok uzakta kalmış olmayacaktık.
Edirne’nin, Çanakkale’nin ve İstanbul’un buluştuğu bu noktada bizde yeniden
mutlulukla buluşuruz düşüncesini taşıdık hep. Sen bilmezsin orada Hersekzade
Camisi var. O caminin civarında birkaç eski taştan yapılmış evler vardır.
Burada yaşayan eski bir dostumuz daha biz gelmeden o evlerden bir tane
kiralamıştı bizim için. Belki bu günlerde olmaz ama ilerleyen zamanlarda
arkadaşımla bir grup kurar o darbukasıyla ben klarnetimle düğünlerde bir
şeyle yaparız diye düşünmüştüm. Bilmem tekrar çalabilir miydim ama o an
öyle düşünmüştüm işte. Arabadan indirdiğimiz eşyaları yerleştirmek çokta vakit
almamıştı. Akşam olduğunda gökyüzünün dinginliği, karşı kahvehaneden gelen
müzik sesleri, feraceli kadınların narin silueti ortamı ne kadar güzelleştirse de
bizim ruhumuza inmek için çok daha başka şeyler lazımdı onu anladım.
Her zaman olduğu gibi o gecenin sonunda da güneş yüzünü gösterme konusunda
cimri davranmamıştı. Sabahın mahmurluğunda uyanıp ta ne yapacağını bilmeyen
biçare ruh haliyle önümdeki dar kapıyı açtığımda yerde yatan anneni görmem daha
büyük acıların habercisiymiş bilemedim. Sende duymuşsundur işte o gün kaybettik
anneni. Sebebi nedir bilemedik ama gülüm, Gülüzar’ım lavaboya giderken oracıkta
vedalaşmıştı daha dün tanıştığı yeni eviyle.
Ağlamamak için sıktığı dudağı arada bir hafiften aralayıp söyleyeceklerini söylüyor,
sonra karşı dükkânın kepenkleri gibi sımsıkı kapatıyordu. Mustafa sıkıntılarının üzerine
tuz ektiğini bile bile Gülüzar’ın ölümünü, cenazesindeki üç beş kişiyi ve üzerine toprak
atarken hissettiklerini bir bir anlatıverdi kızına. Meğerse o gün toprağı sadece eşine
değil aynı zamanda yarınlarına, umutlarına ve hayallerine de atmıştı. Çünkü mutluluk
bekleyişlere yüklenmişti ve en tanıdık sözcük yarındı. Bu yüzden olsa gerek yarın hiç
bitmeyen bir umuttu herkes için. Umut olmadan geçirdiğin hiçbir gün yaşanmış
sayılmaz, yaşadığın günler arttıkça yarına olan özlemin artardı. Gelir mi gelmez mi
bilinmez ama herkesin bir yarını vardı eşi mezara girene kadar Mustafa’nın bile.
Mustafa eşini tekrardan yâd etmenin verdiği hüzünle biraz duraksasa da anlatması
gerekenin sahip olduğu vakitten daha fazla olduğunun bilinciyle kaldığı yerden devam
etmeyi uygun gördü ve öyle yaptı.
Günler geçtikçe içimdeki acı derinleşiyor, yaşadığım yalnızlık tarifi mümkün
olmayan bir hal alıyordu. Gülüzar’ın kaybından üç yada dört gece sonraydı
tam hatırlamıyorum bir insanı yaşamdan uzaklaştıracak tüm sıkıntılar yine evime
konuk olmuştu. Daralıyor, bunalıyor, haykırmak istiyor, istedikçe kendi içimde
çözülmesi mümkün olmayan düğümler atıyordum. Yaşamın ya da şuracıkta hayatıma
son vermenin mukayesesini yapmaya çalışıyor, ona bile akıl yetiremiyordum.
Her ne kadar kendi içimizdeki karanlığı yenmekte başarılı olamasak ta günler bu
konuda çok tecrübeliydi. Güneşi ufukta görmeye dursunlar hemen kendi kabuğuna
çekilir meydanı tüm canlılığıyla tertemiz Keşan sabahına bırakıverirdi. O sabah
Üsküp’teki Durali amcanın telefonuyla uyandım. Konuşmasından anladım, daha yeni
öğrenmişti olan biteni. Yıllarca konuşmasak, görüşmesek, farklı yaşam mücadelelerinde
yer alsak ta yinede kardeşti ve bana bu dünyada en yakın olandı. Telefonda çok ısrar etti,
‘’Üsküp’e gel burada yeniden başlarız’’diye. Doğrusu çok kararsız kalmıştım. Daha birkaç
gün önce geldiğim ve geldiğim andan itibaren bana yabancı muamelesi yapmayan bu
kenti bırakmak hiçte kolay olmamıştı. Artık ne yaptığımın nede aldığım kararların pekte
önemi yoktu. Nasıl bir zamanlar babalarımız başka nedenlerle de olsa oralardan kalkıp
buralara geldiyse bende oralara gidebilirdim. Öyle ya da böyle yaşamam gereken bir
hayatım vardı ve başrolünü oynadığım bu filmde yardımcı rolde yer alan hiç kimsem
kalmamıştı. Sende çok iyi bilirsin bizim için vatan, içinde dostluğu ve kardeşliği
barındıran her yerdir. Gidip gitmeme girdabında kaldığım gecenin ertesinde artık
buralarda kalmanın bir anlamı olmadığını düşünüp başka bir şehrin şafağında uyanmak
amacıyla yollara koyuldum. Eylül ayı başlarıydı, Perşembe öğleden sonra çıktığım yolun
ertesi günü yine öğleden sonralarıydı Üsküp’e varışım. Girişteki pasaport görevlisinin aynı
bizim gibi ’’İj içinmi geldin’’ diye sorması ülkeye alışmam konusunda bana daha bir güven
vermişti. Akşamüstü vardığım Makedonya’nın sokaklarında gezerken yanından geçtiğim
estetik yoksunu okul binası bizim oralardaki okul binalarından hiçte farklı değildi.
Benim için ne denli geçerli olur bilemem ama şehrin ne olursa olsun insana huzur veren
bir havasının olduğu gün gibi aşikârdı. Kısa bir gezinti sonrası şehrin alt tarafında bulunan
tren istasyonunda amcanla buluştum. Amcanın krem renkte yugo marka bir arabası vardı
. Nehrin ikiye böldüğü şehirde Türk Mahallesi diye bilinen bir bölge varmış, işte amcanda
orada oturuyormuş. Arabasıyla evine doğru giderken gördüm, koskoca bir anıt, geniş
bir meydan vardı. Durali amcan meydanın sağ tarafından yukarıya doğru kıvrılan yolun
en uç noktasındaki evi gösterdiğinde içimde yavaşça bir yabancılık sıkıntısının başladığını
söylemesem yalan olurdu. Biliyorsun yengende yıllar öncesinde bu Dünyayı terk etmiş
amcanı yalnızca bırakıp gitmişti. Artık bu tepe noktasındaki ev iki kardeşe yuva
olabilir miydi bilemem ama ikimizin yegâne sığınağı olacaktı. Düzensiz ve asimetrik bir
şekilde dizilmiş alaturka yapıların orta kısımlarına denk geliyordu amcanın evi.
Dar bir giriş yolunun sonunda karşımıza çıkan öylesine yapılmış iğreti kapı lacivertten
nefret etmemi sağlayacak kadar cırlak ve anlamsızdı. Sonu öyle olduğu için demiyorum,
daha eve ilk adımımı attığım anda dahi huzurun burada da bana yabancı olacağı hissine
kapılmıştım. Hakkını yemeyeyim amcanın bana olan davranışları kardeşlerin yıllarca
görüşmese bile ne kadar candan olabileceklerinin en bariz örneğiydi.
Doğrusu hazırladığı yemeklerde rahmetli yengemin yemeklerini hiç aratmıyordu.
Yemek sonrası bana ayırdığı odaya geçip elimdeki ufak valizi ve senin gidişinden sonra
elime hiç almadığım klarnetimi bırakıp şehre tepeden bakan kapı önünde dalıp gitmiştim.
Amcan ne zaman geldi, geldi de bana seslenmedi mi bilemedim doğrusu. O gece saat
kaça kadar konuştuk hiç hatırlamıyorum ama yatmak için içeri geçtiğimizde güneş
mesaisine çoktan başlamıştı bile. İkindi sonrasıydı, bir şeyler atıştırdıktan sonra
sokağın alt başındaki kahvehaneye gittik. Orada öğrendim, nasıl bizim oralarda ya
Çingene, ya Romen der bizi ötekileştirirlerdi ya, orada da Türk olmakla
ötekileştirilirmişiz ne tuhaf değil mi? Amcanın bir arkadaşı varmış ikisi birlikte
düğünlerde çalar, söyler geçimlerini bu şekilde sağlarlarmış. Bana da söyledi
‘’artık hayatın bir tarafından tutman lazım, onun için gel ekibimize sende katıl diye’’.
Doğrusu hiç içimden gelmiyordu ama hayatta kalmak için başka çaremde yok gibiydi.
Akşam eve girdiğimde ilk işim klarnetime yönelmek olmuştu. Yıllarca bana dostluk,
sırdaşlık yoldaşlık yapan, son zamanlarda olduğu gibi ona uzaklaştığım zaman bile
sırtını çevirmeyip her daim mutlu eden ne olurdu bilemedim doğrusu. Klarnete olan
bağlılığımı bilirsin buna rağmen elime aldığım ilk anda, ona dokunurken sanki annenin
hatıralarını silme çabasındaymışım gibi hissettim kendimi. Ama öyle değildi.
Ona dokunmak sana dokunmak, ona sarılmaksa annene sarılmaktı benim için.
Klarneti uzun süreden sonra ilk defa elime aldığımda hissettiğim titrekliğimin ertesi
günüydü, amcan bir düğünde çalmak için sözleşmişti. Üsküp’ün biraz dağlık kesiminde
Baraklı adında bir köy varmış, çevresi ormanlık olan dar yollardan elli dakika falan
giderek ulaştık o köye. Köyün meydanı sayabileceğimiz büyüklükteki orta alana dizilmiş
sandalyeler, masalar köye gelenlere düğün yerini, bize ise iş adresimizi tarif eder gibiydi.
Daha öncesinden bize ayrılmış olan yere geçtiğimizde sağlı sollu her taraftan gelen
genç kız ve erkekler en yeni kıyafetlerini giymiş olarak alanı dolduruverdi.
Daha öncesinde bu bölgede bir düğüne şahit olmadığım için olsa gerek bir yandan
alıştırma yaparken diğer yandan da ortamı gözlemliyordum. Düğüne gelenlerin çoğu
meydana koyulmuş tabureler üzerinde çekirdek çitleyerek töreni izlemekle meşguldü.
Dikkatimi çekti, düğüne gelen kızların elinde şimşir ağacının yaprakları vardı.
Bu merakım amcanın da dikkatini çekmiş olacak ki durumu açıklamak zorunda hissetti
kendini. Meğer kadınların özellikle genç kızların düğüne davet edilişleri farklıymış.
Düğün sahipleri, topladıkları şimşir ağacı yapraklarını gümüş tellerle kaplayarak,
çağırdıkları her genç kıza bu yapraktan birer tane veriyorlarmış. Bu yaprağı elinde
bulunduran genç kız düğünde sıraya oturmak üzere çağrılmış anlamını taşıyormuş.
Belki de bizim bölgelerde olan düğünlerden tek farkı da bu özellikti. Onun haricinde
meydanın bir köşesinde pişen yemekler, uzunlamasına kurulmuş masalar, masaların
altına dizilmiş rakılar bana hiçte yabancı gelmemişti. Aslında bizim oraların düğünlerine
benzeyen başka bir yönü de varmış onu da sonradan anladım. Gecenin ilerleyen vaktiydi,
içkiden olsa gerek ortama pekte aşina olmadığı her halinden belli olan kara ve gür
saçlarını ensesini aşacak şekilde uzatmış, iri kıyım bir gencin köyden bir kızı süzmesiyle
başlamış her şey. Bu insanlar belki yarın ne için kavga ettiklerini bile unutacaklardı
ama şu an yüce bir dava için birbirlerine saldırıyor gibiydiler. Gencin iri yarı olmasından
mıdır yoksa elindeki bıçaktan mıdır bilinmez ama çevredekilerin ona tepki göstermeye
pekte niyeti yoktu. Ne olduysa o gencin yanıma kadar yaklaşmasıyla oldu.
Ortamı boş bulduğu için çirkinliklerini göstermekten çekinmeyen o gence tahammülüm
kalmamış, mutluluğumun da hüznümün de başlangıcı aziz dostum klarnetimi kafasına
indirivermiştim. Düğünün başrolünün gelin ve damattan bana geçtiğini anlamak için o
iri kıyım gencin yere yığıldığını görmem gerekiyormuş, öyle de oldu.
Bırakın ne hissettiğimi, çevredeki koşuşturmalara manasızca bakışlar atmaktan öte bir
şeyler yapamaz hale gelmiştim. Kaç zaman geçti hatırlamıyorum, ortamı acı acı inleten
siren sesleriyle kendime gelmeye başlamıştım. O an ortamdaki bütün gözlerin bana
çevrildiğini fark ettim. Söylediklerini hiçte anlayamadığım Makedon polisinin koluma
uzanmasıyla yaşamımdaki tersliklerin burada da peşimi bırakmayacağını anlamıştım.
Sağlı sollu ağaçların süslediği dar yolun inişinin cezaevi aracıyla olacağını nerden
bilebilirdim ama öyle oldu. Aracın önünde durduğu cezaevi halk arasında shutka olarak
bilinirmiş. Toplumun en iğreti, en sıkıntılı insanları burada bulunurmuş. İçeri girdiğimde
beni karşılayan pis gülüşlü, iğrenç suratlı ve kaba ağızlı memurun varlığı bile bu unvanı
hak etmesine fazlasıyla yetiyordu. Önce bir cezaevi numarası verdiler sonrada kalacağım
koğuşun yolunu gösterdiler. Zaten tüm varlığım bu numaradan ibaretmiş, öyle dedi
koğuşumda rastladığım Makedonyalı bir Türk. Sekiz kişilik olarak planlanmış ama buna
rağmen tıka basa dolu olduğu için bazılarının minderler üzerinde yattığı koğuşta benim
nasibime de bir minder düşmüştü. Duvar ve tavanları sıva kaplı, bayatlamış havasıyla
insanı boğan bu yerde uyuşturucu bile sokakta olduğundan daha kolay bulunuyordu.
Hayatımda geçirdiğim en zor gece senin kaçtığın gecemi yoksa cezaevindeki ilk gecem
miydi sorusuna inan hala cevap bulamıyorum. Bitmeyen gecenin sabahında görevlilerin
getirdiği kahvaltıya oradakiler yaşamlık derlermiş sonradan öğrendim. Adının Reşit
olduğunu söyleyen kişiden başka dilini bildiğim hiç kimse yoktu. Onunla da sanırım sırf
mecbur olduğum için konuşuyordum. Bana ne yapılacak, süreç nasıl işleyecek hiçbir
fikrim yoktu. Reşit söyledi hakkımda tutulan bilgileri öğrenmek için gardiyanlara 10
denar vermem lazımmış. Oda bende olmayan bir şeydi. Cezaevine gireli tam üç ay olmuştu,
kasten adam yaralamaktan üç yıl beş ay hapis cezası aldığımı öğrendiğimde.
Güneş ağır aksakta olsa işini yapıyor, bitmez denilen günleri tek tek eritip geri
dönüyordu. Sanırım Dünyada hiç kimse benim kadar bu sabahın olmasını bekleyemezdi.
Çünkü birazdan gardiyan gelecek ve hadi çıkıyorsun diyecekti öylede oldu.
Sebebini sorma, sonra öğrenirsin ceza müddetimi tam doldurmadan çıkarıvermişlerdi beni.
Cezaevi burası mı yoksa dışarısı mı bilmiyordum ama yinede çıkış kapısının karşısında
duran amcanı görmek beni ziyadesiyle mutlu etmişti. Amcanın etrafı vuruklarla dolu
arabasıyla yol alırken niyetimden bahsettim ona. Onun tüm ısrarlarına rağmen yeniden
Türkiye’ye dönme konusundaki kararlılığımdan vazgeçmemiştim. O kadar kararlıydım ki
amcanın önce bir eve gidelim dinlen teklifini dahi hiç önemsememiştim. Amcanın ‘’bari
perona kadar eşlik edeyim’’ teklifine bile ısrarla hayır demiştim. Üzerinde troya yazan
külüstür otobüsün önünde beklerken kapılar henüz açılmadığı için olsa gerek birkaç
kadının bağırışı akşamdan kalma gibi duran muavinin mırıldanmasına neden olmuştu.
On sekiz numaralı cam kenarı koltukta başımı yaslamış yeniden çıktığım vuslatsız bir
yolculukta cama vuran yağmur tanelerinin sesiyle uyuyakalmıştım. Bir Perşembe gününde
ayrıldığım Türkiye’ye dönüşümde yine bir Perşembe öğlenine nasip olmuştu. Aslında
burada inmeye niyetli değildim ama Keşan’ın tabelasını görünce Gülüzarımı ziyaret
etmeden yola devam edemedim. Şehrin kuzey tarafında pazar yerinin yanı başında yer
alan mezarlığın üst yamacındaki otlarla kaplanmış yerde benim ikinci gülüm yatmaktaydı.
Mezarın başında ne kadar oyalandığımı inan hatırlamıyorum ama İlçe terminalinden
bindiğim otobüsün motor sesi okunan akşam ezanlarına karışmıştı. Hani demiştim ya
cezaevinden erken çıkışımın nedenini sonra öğrenirsin diye, Ülkeme dönüşte neden
huzur evine gittiğimi de sonra öğrenirsin diyelim ve geçelim.
Mustafa bir açılmış, pir açılmıştı. Acelesi olduğu her halinden belliydi. Kızının kaygı
ve merak dolu bakışları arasında hayatının son dokuz yılını anlatırken gözünü de
duvarda duran saatten alamıyordu. Mustafa’nın anlattıkları Biriciğin iç dünyasını öyle
yıpratmış ve bunu dışarı öyle aksettirmişti ki Mustafa ‘’neyse olan oldu ‘’ deyip boynuna
sarılmamak için kendini zor tutuyordu. Ama yapamazdı kırılan kalbini, kaybolan
hayallerini ve yarınlarını bir kenara atıp sarılamazdı, sarılmadı da zaten.
Eve geleli iki bilemedin üç saat olmuştu. Mustafa anlattıkça kızı dinlemiş, kızı
ağladıkça Mustafa mola vermişti. Ortamın basık, boğucu ve tükenmişlik dolu
havasına inat tek şey kapının çalan kuş sesli zili olmuştu. Cemilin gelmiş olma
ihtimalini düşünen baba kızın telaşını görmeliydiniz. Suratlarındaki renkten renge
girmiş hallerini geçtim seslerindeki titreklik bile sözlüye çıkmış tembel öğrencilerden
farksızdı. Artık diller susmuş gözler gönüllere tercüman olmuştu. Mustafa’nın öyle bir
ifadesi vardı ki ‘’eğer gelen Cemilse beni görmesin’’ der gibiydi. Biricikte mesajı
almış olsa gerek’’olur’’deyiverdi. Kapıya kulağını dayayan Biricik sesin Cemile ait
olduğunu anlayınca kafasından kurgular yapmaya başladı. Babasını en azından şimdilik
görmemesi için Cemili koridorun en sonundaki küçük odaya çağıracak olan biten her
şeyden orada bahsedecekti, yinede öyle oldu. Biricik bir iki öylesine söylenmiş sözün
ardından konuya girmişti bile. Babasının mutfakta olduğundan, halinin çok kötü
göründüğünden tutunda yanına vardığı zaman ne derse desin sesini çıkarmaması
konusundaki tembihe kadar hepsini tek tek sıralamıştı. Biriciğin söylediklerini dinleyen
Cemilin tamam der gibi başını sallamasıyla kendilerini mutfak kapısının önünde bulmaları
bir olmuştu. Ama tüm heyecanlı bakışların odak noktası haline gelen mutfakta babalarını
görememek ikisindeki heyecanın yerini endişe ve kaybetmişliğe bırakmıştı. Evdekiler
sağa sola koşuştura dursun Mustafa eliyle destek verdiği aksak ayağıyla çoktan
uzaklaşmıştı bile. Çünkü onun için gittiği yer gurbet, kaldığı yer gurbetti ve varsa bir
vuslat o asla bu dünyada gerçekleşmeyecekti. On üç numaralı Biriciğin dairesindeki
kalpleri titreten hissiyatta Mustafa’nınkinden farklı değildi. Nasıl oldu bilinmez kan
çanağına döndüğü için hiçbir şeyi göremeyen Biriciğin gözüne masanın üstünde duran
kirli beyaz bir zarf ilişti. Pelte gibi ayakta durmakta zorlanan Biriciğin imdadına kenarları
ahşap tutkalıyla sıkıştırılmış sarı döşemeli eski bir sandalye yetişti. Eline aldığı zarfı
burnuna yaklaştırıp o kadar kokladı ki Cemil meraktan olsa gerek ‘’hadi çabuk oku’’
demeden duramadı. Biricik bugün gözlerine bolca gözyaşı ısmarlamıştı. Gözler
ağlamaktan kuruyor, kurudukça gözyaşları imdada yetişmekte gecikmiyordu.
Öyle ki, gözyaşları bırakın gözleri, önünde açılan mektubu bile ıslatmayı kendine
borç bilmişti. Derin bir nefesle tüm gücünü toplayan Biricik ağlamasına eşlik eder
bir ses tonuyla mektubu okumaya başlamıştı.
BABADAN KIZINA
Gittiğimde hayat biter zannediyor olsam da ne gidenler olmasına rağmen sadece bitenin o
kişinin hayatı olduğu da gün gibi aşikârdı. Göremediğim belki de görmek istemediğim
tek şey vardı, hayat bir yerlerde ve en yakın çevremde acıda olsa yaşanırken ben ölümü
yaşamaya başlamıştım. Belki de bu yönümle ilk defa diğer insanlardan çok daha net bir
şekilde ayrılmıştım. Daha birkaç gün öncesine kadar hayatımda öncelediğim her şeyin
bugün çokta sıradan olduğunu anlamakta biraz geç mi kaldım ne. Hiç düşünmemiştim
bir gün vücudumun bana ağır geleceğini, ayaklarımın tutmayıp ciğerlerimin en ufak bir
harekette balon gibi şişeceğini. Ama işte hayat bu her zaman insana düşündüğünü
yaşatmıyor ki. Çok değil hapis hayatımın ilk yılımıydı neydi aynı dertten muzdarip
yan koğuştaki bir arkadaşı ziyarete gittiğimde. Hem de yanında ne konuşulması
gerektiğini bilmeye bilmeye. Koğuşa girdiğimde öyle kısık sesle konuşuyor, öyle
kaçamak bakışlar atıyordum ki bir yandan kurumuş yüzünden ona kafamca ömür
biçiyor bir yandan da ilgi odağı olmadığı hissini ona uyandırmaya çalışıyordum.
Ne tuhaf değil mi bir yandan arkadaşıma üzülüp bir yandan da ya o ben olsaydım
diye düşünüp, öyle olmadığım için şükretmek. Hep düşünürdüm acaba bu durumdaki bir
insan ne düşünür diye ve bir türlü sormaya cesaret edemezdim. Sende böyle bir merak
içindeysen ben sana anlatayım da sende bu soruyu soramayanlara benim için anlatırsın
olmaz mı kızım.
İçimdeki ilk acabaların yerini gerçeklere bıraktığı Üsküp hastanesinin gri renkli koridor
unda sanki hayat durmuştu. Ne yapacağımı bilmiyor bir ceza evinden diğer ceza günüme
sürüklenişimi hayal edip duruyordum. Yıkılmışlık mı denir bilmiyordum ama daha on
dakika öncesine kadar beynimi meşgul eden her ne varsa şimdi neredeler bilemedim
doğrusu. Bugün sanki güneş bile daha bir erken terk etmişti. Gece yatağa yattığımda
zaten uyumaya fazlasıyla vaktim olacak diye uyumayı hiç istemedim.
Bir yandan hastalığım beni bunaltırken bir yandan da televizyonda radyoda bu
hastalıktan kurtulan insan haberleri yapmışlar mıydı onu düşünüyordum.
Böyle bir rahatsızlığa kapılmasaydım ilerleyen zamanlarda neler yapardım bilmiyorum
ama geçmişte olduğu gibi hayatımı hoyratça harcamayacağımı annen ve senle geçen
her anı çok daha farklı değerlendireceğimi iyi biliyordum. İşte o gecenin sabahında
çıkmıştım cezaevinden ve o sabah karar vermiştim adı gibi huzurlu olmasa da bir
huzurevinde geri kalan ömrümü tüketmeye.
Ya biliyorum bu hastalık saçmalatıyor insanı bir yandan iyi olanı kaybetme bir yandan
kötü olandan kurtulma ikilemi içinde kalıyorsun. Bu arada tabi hiçbir zamanda öleceğine
tam anlamıyla ikna olmuyor sana biçilen sürenin biteceğini hiç tasavvur edemiyorsun.
Belki içimde kalan belki de dışarı vurmak istemediğim onlarca yoğunluk içinde aslında
beni en çok yıkan, hayatımın geri kalanını benim istediğim gibi değil ciğerlerimin
müsaade ettiği kadar yaşayabilmek zorunda kalmamdı.
Aldığı ilaçlardan saçları dökülmüş, zayıflamış kupkuru kalmış baban sen bunları
okuduğunda yanında olmasa dahi şunu hiç unutma; Bir gün gözlerini kapatıp en derin
hislerini dinlediğinde, aklından ne geçerse geçsin pişmanlık geçmesin, hayat ne uzun
ne kısa sadece yaşayabildiğin kadardır. İşte bu sebepten senin için vakit yeniden
başlamak gibidir her şeye, neresinden başlarsan orası kar, haydi şimdi bu mektubu
yırt ve yeniden başla hayata, içinde keşkeleri hiç bulunmayanından.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.