ARDINDA KALANLAR
Günlerden 21 Kasım 2005 ;
Tam bundan iki yıl önce, puslu ve yağmurlu bir gündü. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur her tarafımı sırılsıklam yapmıştı. Kalabalık caddede adımlarımı hızlandırdıkça sanki yağmur beni takip edercesine hızlanıyordu. Caddenin üzerindeki küçük Internet kafe, o an için sığınacağım yer olmuş, kapıdan içeriye girdiğimde sıcak hava yüzümü okşayarak geçmişti.
E-postamı açtığımda, tanımadığım, bilmediğim birinin içtenlikle yazdığı, dostça sözcükler ilgimi çekmiş, bir kaç satırlık sözcükler alıp götürmüştü beni başka diyarlara.
Peki, ben kimdim ve ya kim olarak yazmalıydım karşılığını. Parmaklarımın ucundan dökülmüştü birkaç kelime, “ …sizi tanımak beni de mutlu edecektir…” ne demiştim, okuduğum birkaç kelimeyle onu tanımak neden bu kadar önemliydi. Nasıl beni mutlu edecekti?.. Bilmiyordum, monitörün karşısında öylece kalakalmıştım. Tek bir söz , “ ….yalnızlığımın içinde, yalnızlığımı paylaşacak bir dost istiyorum…”
Bende yalnızdım, ya da yalnız olduğumu düşünüyordum. Sorunlarım her geçen gün birer birer katlanarak artıyor, kimse beni anlamaya çalışmıyordu.
Eve geldiğimde içimde bir sevinç pırıltıları vardı, ilk işim bilgisayarımı açıp e-posta sayfamı kontrol etmek olmuştu. İşte beklediğim an buydu ve beklentim boşa gitmemiş yazımın hemen karşılığı gelmişti. Son derece hızlı bir cevaptı bu. Şaşkınca bilgisayarımın başında gülümsüyor, büyük bir arzuyla karşılık veriyordum. Parmaklarım ritmik bir şekilde harflerin üzerinde hareket ederken içimde tarifi imkânsız fırtınalar esiyordu.
****
Günlerim, haftalarım, aylarım işte o günden sonra seninle geçmeye başlamıştı. Dile kolay tam on dokuz ay…
Gözlerimi seninle açıyor seninle kapıyordum. İnsan kendinden kilometrelerce uzak birine bu kadar bağlanabilir miydi?.. Biri bana anlatsa ciddiye almaz, belki de güler geçerdim. İşte herkeste bana gülüp geçmeye başlamıştı.
Yazdığın her bir kelimeyi defalarca okuyup, içime sindiriyordum. Resimlerine bakarak nefesini hissedebiliyordum. Artık gizli bahçem olmuştun. Sanki dokunduğumda yok olacak, sihri bozulacak gibiydin. Sonsuzluğun içinde seninle sürükleniyordum.
Hatırlıyor musun, ilk telefon görüşmemizi?.. Seslerimizi duyduğumuzda ikinizde donup kalmış karşılık verememiştik. O an kalbim sanki yerinden fırlayıp çıkacakmış gibiydi. O masum sesin, ya o gülüşün hala kulaklarımda çınlıyor. Bir gülüşün beni hayata döndürebiliyordu…
Ya kıskançlık krizlerimiz!.. Seni paylaşmaktan nefret ediyordum. Yanındaki herkesten nefret ediyordum. Artık seni neredeyse erkek arkadaşlarından bile kıskanır hale gelmiştim. Kıskançlık alevleri içimde dolanıp dururken şizofren olmaya başlayacaktım neredeyse…
İzlediğim filmlerde, dinlediğim müziklerde hep yanımdaydın. Televizyon programlarımız bile aynıydı, anında bir mesaj iletip ne izlediğimizi bilirdik. Ben ise izlerken sanki senin yanı başımda olduğunu düşünürdüm…
Sabahları senden önce kalkar, seni aramak için sabırsızlanırdım. Her defasında seni minibüste yakalar, uykulu mağrur sesini duyduğumda seninle dalga geçer, sabahın kör saatlerinde sinir ederdim. İş çıkışlarına ne demeli? Beş dakika geç kalsan sanki yanıma geç gelmişçesine sinirlenir, öfkeden köpürürdüm. Biliyor musun, aslında sen hayatımın boşluğunu dolduran, beni alıp bambaşka diyarlara götüren beyaz atlı prensimdin. Dokunamadığım, hissedemediğim, sarılıp öpemediğim, büyülü prensim.
Ah, o günler!
Her hafta sonu saatlerce telefon görüşmesi yapar, hatta yemeklerimizi bile yerken kulağımızdaki telefonu bırakmazdık. Benim sakarlığım hiç bitmez, mutfakta ne var ne yoksa paldır-küldür düşürür sonrada senin diline düşerdim. Hele bir defasında tencereyi tezgâhın üzerinden düşürdüğümde taş zeminin etkisinden çıkan sesi duyduğunda nasılda gülmüş, birde bu yetmezmiş gibi “ artık kafamda sağlam yer kalmadı…” diyerek dalga geçip durmuştun.
Bir cumartesi saat onda başlayıp, akşam beşte kapatmıştık telefonu. Her görüşmemiz bir önceki rekoru kırar olmuştu. Sen hep rekorlar kitabına gireceğimizden bahsederdin. Artık telefonlarımız bize dayanamaz olmuş, pes eder hale gelmişti. En büyük düşmanız telefonun şarjıydı.
Sen yavaş yavaş bana yaklaştıkça, ben yavaş yavaş senden kaçmak istiyordum. Hele işyerimin telefonunu istediğinde vermemek için ne çaba harcamıştım. Sen ise benim masumca kendimi savunmalarıma her defasında inanıyor, hatta suçlu olduğum yerlerde bile hemen kendini suçlu olarak görüyordun.
“ Aşkım haftaya yanındayım...” dediğin an sana yansıyan yapay sevinçlerim, kalbime zehirli ok gibi saplanıp duruyordu. Her buluşma tarihimizde bir aksilik planları yapmaya gücüm kalmamıştı. Senden kaçmalıydım… İşte o gün, son konuşmamız “ …seninle görüşmek istemiyorum. Artık seni sevdiğimi düşünmüyorum” dediğim gün. Sesinin kesilip bir süre konuşmadığın, ben ise rolümü iyi yapabilme çabasıyla gevrek gevrek gülüp dalga geçtiğim an… Ama senin göremediğin gözyaşlarım kahkahalarımın içinde çılgınca yuvarlanıyordu yanaklarımdan aşağıya.
Biliyorum suçluyum!
Bana o kadar çok güveniyordun ki, senden gizlediğim geçmiş yaşantımı bile araştırmamıştın. Aradan geçen iki yıl boyunca ben bu sırların enkazları altından çıkamaz olmuştum.
Belki yüzüne söylemeye cesaret edememiştim ama şimdi şunu söylüyorum ki, boşanma aşamasında olduğum bir dönemdi. Hayatımın en kötü zamanında seni bulmuştum. Sana evliliğimden bahsedememiştim, bunu gizlemek için bir çok şeyi yalan söylemek zorunda kalmıştım. Sen gerçek adımı bile bilmezken, ben senin adresine kadar her şeyini biliyordum. Ama ben hesaplayamadığım aşkımın büyüsünü, kendi ellerimle yok etmeye mahkûmdum. Yalanlarım bir mum gibi eriyip tükenmeye başladığında, her şeyin açığa çıkmasına ramak kalmıştı. Yapamazdım! Yüzüne karşı yalanlarımı haykıramazdım!..
Şimdi ise, ellerini tutamadığım, gözlerine bakıp seni sevdiğimi söyleyemediğim her güne lanet ederek geçiriyorum yaşantımı. Artık çalışmıyorum. İşten ayrılmak en doğru karardı belki de benim için. Her duruşmaya çıktığımda sen geliyordun aklıma. Duruşmalardan önce sadece bir iki dakikalığına olan konuşmalarımız, aldığım davalar üzerindeki yorumların, yön gösterip yardımcı olmaya çalışmaların...
Biliyor musun?
Ayrıldığımız günden beridir, seni takip etmeyi hiç bırakmadım. Ne yaptığını, yaşantını nasıl sürdürdüğünü… Yani anlayacağın sana dair her şeyi öğrendim. Hatta geçtiğimiz yaz Ankara’ya gelip sizin şirketin karşısındaki kafede oturup senin çıkışını bekledim. İlk defa seni canlı olarak görmüştüm. Yaz güneşinin kızgın ışığı altında saçların her zamanki ihtişamıyla parlıyor, gözlerin aynen resimdeki gibi ışık saçıyordu etrafa. O an koşup kollarına atılmak için nelerimi feda etmezdim... Maalesef bunu yapacak gücü ve cesareti bulamadım.. Diğer sabahta aynı yerde işe gelişini izledim, bu kez yanında her zamanki bahsettiğin, bana resimlerini gösterdiğin arkadaşın vardı. O iki gün belki de hayatımda yaşadığım en büyük acıydı yaşadıklarım…
Bir gün olsun aklımdan çıkaramadım seni. Unutmak istediğim her bir gün daha fazla işliyorsun hücrelerime. Hâlbuki sen farkında olmadığım bir anda, hayatımı sarıp sarmalamışsın ve bu döngüden kendimi alamıyorum. Evimin her köşesinde, büromda, yolda, alışveriş yaptığım yerlerde, adliye koridorlarında… Bir insanın yaşantısında ne kadar çok şey varsa sen hepsinde varmışsın. Yani hayatımın her karesi seni kapsamış ve şimdi sensizlik bu kareleri doldurmuyor. Artık ne sevincim kaldı, ne mutluluğum. Kendi ellerimle yaktım, yıktım ve hepsinin üzerinden basarak geçtim.... Sadece sana kavuşamadığım her güne beddualar etmekle yetinebiliyorum...
Ne kadar itiraf etsem de, ne söylesem de sana kavuşamayacağımı biliyorum. Bildiğim tek şey; sonsuza dek seni sevmeye ve seni hayal etmeye devam edeceğim….
YORUMLAR
Hayatta mutlak "umutsuzluk" ya da sürekli" mutluluk" kavramlarının doğru olmadığını düşünen biriyim.
Her an,her şey olabilir.
Ve Fransız şairin "Hiçbir vakit tam karanlık değildir gece"sözünü sizinle paylaşmak isterim.
Yani bir aralık,umut hep vardır,olmalı da.