12
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
1949
Okunma
Kongo... Bugünün artık kabul görmez deyişiyle Kara Afrika’nın kalbi. Yüzyıllarca Amazon Ormanlarından habersiz kitlelerin gözünde “Balta girmemiş ormanların” bulunduğu yer. Ama bence en çarpıcı olanı Belçika kralı II. Leopold’un özel arazisi olması. Diğer Batı Avrupalılar Afrika’yı bölüşüp sömürge yaparken, Kral Leopold Kongo’yu kendi ülkesi Belçika adına değil, bizzat şahsına kapatmış. Bizim gibi Osmanlı geleneğinden gelenlerin “Eee ne var bunda?” diyeceği ama temsili monarşilerde kabul edilmeyecek bir durum bu.
İşte orada, çatıların arasından bile gözüken, Kongo’nun sahibi II. Leopold’un yaptırdığı kraliyet sarayı! Temmuz güneşinin altında o kasvetli havasını biraz olsun kaybetmiş gibi. Ama öteden beri bir imparatorluğa yataklık etmişcesine mağrur. Halbuki Belçika her zaman "arabanın frenine geç bastığınızda kendinizi başka bir ülkede bulduğunuz" büyüklükteydi. O zaman sarayın burnundan kıl aldırmaması niye?
Onun az ilerisindeki Güzel Sanatlar müzesi de sarayın çatık yüzünü paylaşıyor. Ben onun çok daha neşeli olmasını beklerdim. Kendini büyük gören küçük bir ülkenin kralını değil, herkesin hayatına estetik değer katan ve bir felaket olmazsa sonsuza değin varolacak eserleri barındırmakta. Bir bina için bundan daha büyük mutluluk olur mu?
Kasvet bulaşıcı Brüksel’de. Saray ve Güzel Sanatlar Müzesi ikilisiyle bir üçgen oluşturan Müzik Aletleri Müzesi de çatık kaşlılar kervanının bir parçası. Sanki sahip olduğu enstrümanların hiç biri asla çalınmamış, insanların onların sesine dansetmemiş, gözlerini kapayıp hayal kurmalarına sebep olmamış gibi bürokratik bir özveriyle müzelik görevini yerine getiriyor.
Merkez Garı ise şekilsizliğinden hiç bir pişmanlık hissetmiyor. “Çelik, beton ve duman üzerine kuruldum. Ne bekliyordunuz ki?” der gibi. Tam karşımdaki apartmanın çatısı araya girdiğinden garın tamamını göremiyorum. Çirkinliğinden dolayı peçe takmasına memnun olduğum bir kadına benzetiyorum. Göz zevkim yüzünden başkalarının sıkıntıya ve sınırlanmaya katlanmaları doğrudan faşizan bir yaklaşım ama gar beni buna mecbur etti. Onu şehri terkedeceğim güne kadar bir daha görmeyeceğim. Özlemeyeceğimi biliyorum.
Neyse ki bu şehrin bir Büyük Meydanı’ı var. Çatılar ormanı arasında meydanı tam olarak seçemiyorum ama hikayeleri her turiste anlatılan meşhur heykelleri gözden kaçacak gibi değil. Bir anlamda bu şehrin Sultanahmet Meydanı. O kadar klişe bir mekan ki bırakın Brüksellileri, denk geldiğim turistler bile o meydanda oturup bira içtim diye bana dudak büktüler: Yaşayan Brüksel’i ıskalayıp, turistik yerlere gidiyormuşum diye. İnkar edecek değilim: Turistim ve bundan utanmıyorum.
Brüksel’de bildiğim birkaç güzel çatıkatı var ama şehri çatılardan seyrediyor olmama rağmen ben onlardan birinde değilim. Bir otelde, daha doğrusu gençlerin kaldığı bir bir hosteldeyim. Yer darlığından olsa gerek tuvaletleri çatı katına yapmışlar. Çatının dik eğimi klozetin konumu için fazla seçenek bırakmamış. Hatta klozetin tam üstüne denk gelen yerde çatıyı kare şeklinde delip pencere açmasalar buraya oturamayacağım bile. Ama oturuyorum, klozetin üstünde. Başım o delikten çıkmış, açık havada. Boynumun altından uzanan çatı berber koltuğuna oturumuşum da üzerimdeki örtü her yerimi kaplamış hissini veriyor. Brüksel’i seyrediyorum, pantolonum inik. Brüksel’i seyrediyorum, beyaz klozetin üzerinde. Karşıdaki daireden bir yeni yetme de beni seyrediyor, ağzı kulaklarında.