- 1837 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Şair Durmuş Ali Gültekin
Son derse girmeden önce sigara tiryakileri olarak çaylarımızı aldık okulun arkasında öğrencilerden uzak bir yerde çaylarımızı yudumlayıp sigaralarımızı pofurdatırken Ramazan Hoca(Kılıç) “Şair Ali Gültekin’i tanıyor musun?” dedi.
Daha önce ismini hiç duymadım.
- Palmiye Meydanında büyükçe bir kitabevi var, hem aynı zamanda yayıncı da, dedi.
O halde hemen gidip tanışmalıyım diye iç geçirdim.
Son dersime girdim. Haziran ayının ilk haftası, yazılılar bitti, sözlüler performanslar, ödevler notlandırıldı. Konular da bitti. Öğrencilerde ders işlemek şevki de kalmadı. Boş oturmalarına yüreğim de el vermediği için derslere romanlarınızla geleceksiniz, dedim. Hiçbiri beni kırmadı romanlarını alarak dersime girdiler.
Ben de Selim İleri’nin “Kar Yağıyor Hayatıma” adlı anılarını okuyorum. Kitaba bir gömüldüm ders zilinin çaldığını öğrencilerin hareketlenmesinden anladım.
Hemen Palmiye Meydanı’na giderek kitabevini aradım. Kocaman bir levha ilgimi çekti Bizim Yayınları… Daldım içeri, önüme ilk gelen kişiye tebessüm ederek elimi uzattım, tokalaştık, kendimi tanıttım.
Tanıştığım kişi ismini söyledi, aradığım kişi o değildi. Ali Bey, Ali Gültekin, dedim. Ofisini işaret etti. İçerisi yüzlerce kitapla dolu geniş bir alandan geçerek odasına doğru yöneldim. Karşımda açık bir kapı ve masasının başında gür saçlı, iri burunlu, yiğitçe bir adam oturuyordu. Açık kapıları vurmayı sevmem. Ses vererek içeri girdim.
Selamlar Ali Bey, dedim.
Ayağa kalktı, gülümseyerek selamımı aldı, ardından yüzü tekrar eski ciddiyetine döndü. Meraklıydı bakışları.Soru sormasına fırsat vermeden kendimi tanıttım. Bir saat önce varlığınızdan haberim oldu. Okulda bir öğretmen arkadaşım sizinle tanışmış, sizi merak ettim ve vakit kaybetmeden tanışmak için buraya geldim, dedim.
Biraz hasbihal ettik. Karamanlı olduğunu söyledi. Benim memleketim olan Antakya’nın Yayladağı İlçesinde askerlik yaptığından bahsetti. Laf lafı açtı. Çalışanına “Bize çay.” dedi.
Çayın bittiğini öğrenince “Yeniden demleyin.” dedi. Uzun oturacağımı anlamış olmalıydı.
Sevdiğim Kadar Sev istedim, adlı şiir kitabımı imzalayıp takdim ettim.
Önce kitabın kapağını inceledi ardından ön sözü okudu. Ön sözde yazdığım bir cümle dikkatini çekti. İddiasız şair olmaz, dedi. Şairlik de iddiayla olmayacağı tezini ortaya koydumsa da kitabımın dördüncü baskısında onu rahatsız eden şu ifadeyi çıkarmamı istedi:
Bukowski, “Kimse yazar olduğunun farkına varmaz. Sadece yazar olduklarını sanırlar.” diyor. Haklı da bu sözünde bence. Ben de bu sanrıyla sizlerin huzurundayım. Kendime ne şair ne de yazar diyorum. Anlattıklarımın türüne gelince şair dostum Murat Orhan “anlatı” türünü tercih ediyor. Evet, bu söz benim de hoşuma gitti. Ben de yüreğimdekileri size anlatıyorum. Elinizdeki bu eser bir anlatı. Yüreğimden taşan anlatılar. Ben de şair ve yazar değilim, anlatıcıyım.
Olabilir, dedim.
“Şiir nedir, şair kime denir, şairlik iddia mı edilmeli yoksa okuyanlar tarafından yakıştırılan bir unvan mı olmalı?” gibi bahislerde uzun uzun konuşmaya başladık.
Yüzündeki ciddiyet gitmişti. Sevecen bir baba, abi gibi tebessüm içinde sohbetimize devam ediyorduk. Şiirlerime bir göz attı, hoşuna giden kısa şiirlerimden bir tanesini okudu:
İSYAN
Sen bende ancak bir şiir olarak yaşayacaksın
Bu seni sakın ola şımartmasın
“Şiir en büyük isyanıdır aşkın.”
Bu sözümü daima hatırlarsın
Gülümseyerek “Şiir en büyük isyanıdır aşkın.” dizesini tekrar etti.
Birkaç şiirimi daha okuduktan sonra ismini şu anda hatırlayamadığım fakat beni etkileyen bir ya da iki tane kendisine ait şiir okudu.
Ardından hemen iki farklı kitabını getirerek imzaladı. Bu ikisi bütün şiirlerim dedi. ”Gölgenin Ardından” ve “ Sana Bir Çift Sözüm Var. “
İmzalı kitapların bende ayrı bir yeri vardır. Onları daha özenli okurum ve asla kimseye emanet dahi olsa vermem. Onlar ölene dek benim, eğer hala müzmin bir bekâr olarak ölürsem ve evim müze olursa müzemin. Vasiyetimi de araya sıkıştırmış olayım.
Büyüleyici bir edebiyat sohbetiydi. Noktasız cümlelerle devam ediyorduk. Yıllarını edebiyata adamış bir dost, ağabey bulmanın sevinciyle kendimden geçmiş hayranlıkla Ali abiyi dinliyordum.
Salah Birsel’le ilk tanışmalarını, Ataol Behramoğlu’yla ilgi anılarını daha birçok şair ve yazara dair anılarını anlattı.
En ilgimi çeken ve çokça güldüğümüz birkaç anısını paylaşmak istiyorum.
Hangi yıl olduğunu hatırlayamadığı İzmir Kitap Fuarı’ndaki imza gününe yanına orta yaşlarda bir bay gelmiş.
“Üstat şiirlerimi getirdim, inceler misiniz?” deyince. Beklerseniz hem incelerim hem sohbet ederiz, demiş. Fakat sabırsız olan bay, başka insanların kitapları imzalanırken üstadı kaçırmamak için elindeki klasörü iki de bir uzatarak şairliğe hızlı bir giriş yapmak istediğini hissettirmiş.
Neyse kitaplarını imzalayan insanlar gidince üstat, bayın sabırsız dosyasını eline almış ve göz gezdirirken bay dayanamamış sormuş:
-Üstat benden iyi bir şair olur mu?
Üstat, şair olmakta aceleci bu orta yaştaki baya gülümseyerek ne iş yapıyorsunuz, demiş.
Öğretmenim, cevabını alınca gülümseyerek şair olmayı çok mu istiyorsunuz, demiş.
Öğretmen gözleri ışıldayarak kafa sallamış “Evet.” demiş.
O halde öğretmenlikten istifa edin cevabını alınca üstattan, başından aşağı kaynar sular dökülmüş gibi şoka girmiş.
-Peki, ben nasıl geçinirim, ne yer ne içerim, demiş
Üstat da senden bir b… olmaz, demiş öğretmenliğe devam et.
Orta yaşlarda şairliğe merak salan öğretmen, şair olmuş mudur, bilmiyoruz.
Başka bir anısında Ali Bey: Kadıköy İskelesinde cebimde hiç para yokken vapuru bekliyordum. Karşıya geçmeliydim. Beni kitap fuarlarından tanıyan bir okuyucum yanıma yaklaştı. Üstat yanında kitap var mı, dedi. Vardı, hemen çıkardım, imzalayıp takdim ettim. Avucuma bir avuç para sıkıştırdı. Mahcupça avucumu açtığımda bir tomar para gördüm.
Beyefendi bu kitap için bu para çok dediğimde ise aldığım cevap hafızamdan asla silinmedi, dedi.
Merakla sordum: Ne dedi?
-Ben tüm kitap için değil sadece bir şiir için o parayı verdim, dedi.
Gerçekten duygusal ve anlamlı bir anıydı bu asla hafızamdan çıkmayacak olan. Dizelere paha biçilemeyeceğini anlayan kaç okuyucu çıkar ki insanın karşısına?
Oysa toplumda şair ve yazarlar genellikle aylak takımı olarak görülür. Mantıklarıyla değil duygularıyla yaşayan ve maddi olarak da bir yerlere gelmeleri birkaç istisna dışında mümkün olmadığı bir sanat kolu olarak algılanır edebiyat.
Ali Bey, Kadıköy ve Cağaloğlu’ndan sonra 50’li yaşlarında olmasına rağmen bir aşk rüzgârıyla kendisini İstanbul’un birçok semtine göre daha küçük olan Büyükçekmece ilçesinde bulduğunu anlatıyor. Aslında burası bir ilçeden çok hala bir tatil kasabası olma özelliğini koruduğunu düşünüyorum
Sohbetimiz esnasında bir yandan da odasını inceliyordum. Odasında birçok da yağlı boya tablo vardı.
Nasıl buldunuz hocam, dedi.
Resim çizmek ve yorumlamak konusunda çok beceriksiz olduğumu, resmi yorumlayacak kadar bile bilgimin olmadığını söyledim, güldü.
Bunlar empresyonizmin etkisi altındaki resimlerim, dedi.
Gülümseyerek resim konusundaki cahilliğimi itiraf ettim.
Gülüştük. Önümüze kaç bardak çay geldiğini sayamadım bile. Sigaraların biri sönüyor ardından biri yanıyordu.
Ondan yaşça küçük olmama rağmen tüm faaliyetlerinde ve yardımım dokunacağını düşündüğü her konuda her zaman yanında olacağımı yineledim. Ömrümüzün yettiğince kendimi sanatçı olarak görmesem de bu hoşsohbet dosta destek olmaya kararlı olduğumu gözlerimdeki ışık bilmem ne derece anlatmaya yeterli oldu. .
Ali Bey’in gülüşlerinde ve içtenliğinde vakur bir sanatçının ve güzel bir yaratılışın derin izleri vardı.
Oradan ayrılmak istemesem de numaralarımızı karşılıklı alarak daha sık görüşeceğimize söz vererek vedalaştık.
Ansızın ölüm ikimizden birine koşup yapışmazsa görüşeceğimize ve daha nice güzel sohbetlerde buluşacağımıza adım kadar emin olarak oradan mutlu mesut ayrıldım.
06.06.2016-Palmiye Meydanı-Büyükçekmece
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.