- 1803 Okunma
- 2 Yorum
- 1 Beğeni
Yüzyetmişüç
Eğitimin ilk günü. Herkesin öğrenmek istediği şeyler var. Öte yanda delice kibirleri kendini gösterecek yer arıyor. Hayatın çemberinden geçip, tüm sillelerde sarsılmış insanlarda hep varolan o ukala tavırlarının altında acınılası bir acizlik sessizce duruyor. Bazıları çaresizliğini gizlemiyor. Eğitim sırasında ’çaresizliğin’ orada bulunmak için geçerli bir gerekçe olduğunu öğreniyoruz danışmanlardan. Ama bazıları var ki, ’bana daha fazla ne öğretebilirsiniz’ havalarını kimseye bırakmıyor. Tek kişilik bir kalede oksijeni tüketmeye başlıyorlar. Neden sonra onların bu çok bilmiş güçlü imajlarının altında yatan imdat çağrısını alenen işitiyoruz. Çaresizlik herkesin ortak buluşma noktası. Aslında kimse bir diğerini tanımak istemiyor gibi davransa da, yan tarafında oturan insanın hikayesini merak ediyor. Seminer sırasında belli belirsiz birbirine atılan bakışlar ortada sallanıyor. Birkaç saat sonra, verilen molalarda kaynaşmalar yumurtasından çıkan civciv gibi çatırdamaya başlıyor. Sonraki günlerde en kültürsüz olanından, en yüksek okullarda eğitim alanına kadar aynı masada beraber yemek yediklerine tanık oluyorum. İnsan olmanın gereği iletişim kurabilme yetisinden kaynaklanıyor olmalı ki, ilk adımı attıktan sonra böbürlenmenin yahut geri durmanın anlamsızlaştığını fark ederek iç güdüleriyle harekete geçip aynı hedefleri farklı biçimlerde gerçekleştirmenin hayalini kuran insanlar birbirlerine şans veriyor.
Ertesi günler kırılmış egolar yerini gülümsemelere ve hayli tuhaf hikayelere, kahve fallarına, sigara molalarına bırakıyor. Hiç kimseyi tanımıyorum. Nereye gidersem gideyim, ne yaparsam yapayım içimde hep aynı his devam ediyor. Dünyanın bütün insanları toplansa karşıma ben başka bir dünyada, başka bir nefesin hizasında olmayı hayal ediyorum. Ama her şey olmaması gerektiği kadar olanaksız. Kalbim hep aynı yerde, bedenimi oradaki varlığını tamamlaması için zapdetmeye çalışıyorum. Mümkün olduğunca sakinim. Adapte olmaya çalışıyorum yabancı kalabalığa. Önyargının esiri olmadığım için gurur duyuyorum kendimle. Dilime hakim olabildiğim için garip bir kıvanç doluyor içime. Değişik insanların, farklı hikayelerin tadını çıkarıyorum. Herkesin kendince bir gayesi ve hedefleri var. Sonuncu güne geliyoruz. Pes edenlerin, omuzları düşenlerin umutsuzluğuna bile üzüntü duyuyorum. Oradaki misyonumu tamamlıyorum. Vizyonumun ne olduğunu bulmak için ilerliyorum.
Kendim olabilmek için en büyük engelim yine kendimim. Yapmayı istediğim şey ile yapmam gerekenler arasında sıkışıp kalmış bir böcek gibi hissediyorum. Benden beklenilen biçimde yaşamak düşüncesi bir anda boğmaya başlıyor gırtlağımı. Tutamayacağım sözlerin, manevi desteklerin, yargıların, gururumun, sabrımın birarada olduğu bir sandığın içinde debeleniyorum. Çıkmak, kurtulmak istiyorum o an. Kendime bir kez daha nasıl hünerli yenileceğimi bilerek adım adım pes edişimi izliyorum hayretle. Eski defterler önümde duruyor yine. Açsam mı, kapattığım gibi kalsalar mı, tamamen araftayım. Kendime hakim olamayıp sonrasında gereksiz bulacağım bir hamleyle başlıyorum karıştırmaya. Yaptığım pek çok şeyden pişmanlık duyarak yaşarım. ’Hayatta yaptığım hiçbir şeyden pişman olmam’ diyen insanlara karşı hep hayıflanmışımdır. Nedense dürüst gelmemiştir bu kendinden çok emin tavırları. İnsan pişman olmaya programlı bir canlıdır çünkü. Konuşur pişman olur, susar pişman olur, yapar pişman olur, yapmaz yapmadığına pişman olur. Bazıları yaşadığına bile pişman olur. Pişman olmadan bir hayat nasıl bitirilir bilmiyorum. Belki inanmadığım için yine pişman olacağım adımlarla yürümeyi seçiyorum. Korkularımla yüzleşmek ne kadar iyi hissettirebilirse o kadar iyi hissediyorum.
Plansız bir eylem aslında yaptığım. Bunu yapmayı ne umuyorum, ne de karşılığında bir beklenti içerisinde değilim. Kendimi, korkumun ikamet ettiği o yanardağın ortasında buluyorum. Korkuma ulaştığımda yanardağ kendime cesaretimi ispat etmem için mi ona geldiğimi soruyor. Hiç böyle düşünmemiştim. Ayaklarım oraya kendiliğinden gidiyor. Aklımı devreye soksaydım zaten akıl işi değildi bir yanardağa koşmak. Söyleyecek söz yok. Susacak şey de yok aslında. Ama ne konuşuyoruz adam akıllı ne de susabiliyoruz. Sadece bakınca görmek ve bakınca görünmesini istiyorum ruhumun. Başımdan geçenler bir yana, içimden geçmiş onca şeyi nasıl izah edebilirim. Ağlamaya bile hakkını verecek halde değildim. Hakkını verebilsem denizler gibi taşması gerekirdi tuzlu yaşlarımın.
Onu alıyorum incecik bir yolun içinden dümdüz bir ovanın içine götürüyorum. İtiraz etmiyor ama orada olduğu için ne denli bir huzursuzluk yaşadığı her halinden belli oluyor. Büyük parkların içinden büyük acılarla nasıl geçtiğimi anımsıyorum. Her şey bir film karesi gibi yer ediyor aklımda. Durduğumuz yerde kırmızı gelincikler ve papatyalar var. Daha önce hiç görmediğim bir yer orası. Aklımda hep o narin gelinciklerin ve papatyaların kalacağı açıklamasız bir an yaşıyorum. O anın benimle ne kadarını bölüştüğünü tahmin etmem zor değil. Ben onun istemediği anları da topluyorum geçmiş zaman heybeme. Neden geldiğimi bilmek istiyor. Gözlerinde ufacık bir parıltı bile yok. Neyin mücadelesini veriyorum, tüm mücadele yetisini yitirmiş bir karanlık uğruna. ’Kötü bir şey mi oldu?’ diyor. Hangi kötü anımda yanımda olduğunu hatırlamaya çalışıyorum. Çok insan öldü diyorum. O anlarda bile yanımda olmadığını hatta hiçbir an yanımda olmamayı seçen biri olduğu için suçlayıcı yahut sitem edici tavrımı umursamıyorum. Evet ölüm var diyor. Çok insan kaybettik. Daha gerçek bir şey yok! Ama yaşıyoruz diyemiyorum. Daha gerçek ne var şimdi! Aklını olmasa da, kalbini kaybetmiş olduğunu düşünüyorum. Yaşayan, hala nefes alıp verenlerle ölenleri acımasızca nasıl kıyas yapabiliyor. Evet ölüm var, neden hala hayattayken öldürüyorsun beni diye bas bas bağırıyor içim. Bu kadar güçlü durma karşımda sen bir yanardağsın, patla, dağların da un ufak olabileceğini göster bana, resimlerdeki kadar heybetli olmadığını ispatla!
Hayatımda yaşadığım en saçma an. Kısacık bir an görebilme umudu uğruna tüm varlığını yerlere serebilecekken, herhangi bir insan gibi, herhangi bir an yaşayıp tüketiyoruz kısacık zamanı ve bizi. Ne onun sandığı gibi kendime bir şey ispatlıyorum, ne de ona. Geçtiğini anlıyorum pek çok şeyin. Her şeyden geçtiğini onun, benden geçtiğini, geçmişin geçtiğini, o anın da geçtiğini ve geçmişe birikecek bir şey olduğunu da. Kaldığımız yerlerden devam edelim diyorum. Unutmak istiyorum bu kadar anlamsızlaştırdığı için, aylardır umduğum o anı bile. Sen kaldığın umarsızlıktan, ben nerede kaldığımı hatırlamadığım o anı aramakla geçecek hayatımdan devam ederiz diyorum. Herkes sahip olduğu acıdan devam eder bir şekilde. Hayat devam ediyor diyor ne ağır bir cümle.
Neyin üstüne çok düşersen onunla sınanıyorsun. İmtihanlar bu yüzden çok ağır geçiyor. Olduğun veya olmak istediğin biçimde seni gördüm. Hangisi gerçek? Senin bana kendini nasıl göstermek istediğin mi? Bir yabancıya dönüşmüş gözlerin mi gerçek? Sende görebilseydin; ben sana çok inanmıştım..
fulya/haziran2016
YORUMLAR
Şu yaşa geldim bunca yıldır uğraştığım bu meşgalede iki şeye çok içerlerim. Bir yazdıkları hiçbir şeye benzemediği hâlde aşırı goygoydan pâyelerle yüksek perdeleri dolduranlar bir de bu gibi gerçekten yazdıklarının yazma kabiliyetinin farkında olmayanlar. Ve iç sesim karakter tahlili yapıyor yazının samimiyetine banarak.
Bir sevme gösterisinde ayrılmış yollar ve o yolları , aşkla ilgiyle ve sabır dolu fırçayla boyayan ve biraz da zor kelimeye düşecek kadar naif ve inatçı bir renkle - ki henüz bir isim koyamadım bu arada yoksa flu mu desek- asfaltın dudaklarına sürülen asil fırça izleri... Ve bu iç dökümlemenin en azından bende bıraktığı etki çizdiği profil; hiç vazgeçmeyen, izler ardındaki acıyı dahi aslı kadar sahiplenen ve mahkeme tutanakları hayli kalın, bir kadın. Zor seven zoru seven ve sevdiğini kutsallaştıran tiplerden.
Ha bu kadar karışık karmaşık biriyle kim nasıl baş eder o da muamma elbette😊😊
Şaka bir yana keyifle okudum. Teşekkürler